26 Ekim 2008 Pazar

SineODA Kasım Programı - Queimada, Kader ve The Conformist


Sevgili SineODA Sakinleri,

Oda etkinlikleri giderek çeşitleniyor. Film kulübümüz SineODA, 14 Kasım Cuma akşamı herzamanki yerimizde saat 21.00’de ünlü İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun Queimada (Yangın ya da Türkçe başlığıyla İsyan) adlı filmiyle açılış yapıyor. Temmuz, Ağustos ve özel tatil günleri dışında cuma akşamları her hafta bir film göstermeyi planlamaktayız.

Daha önce sözünü ettim. Yılda bir kez gece maratonu düzenleyeceğiz. Nisan ayında bir cumartesi gecesi saat 00.00 ile 08.00 aralığında dört adet sürpriz filmle film maratoncularını olumlu anlamda şaşırtmayı düşünüyoruz.

Bir diğer film etkinliğimiz de senaryo ve film eleştirisi yazma işliği olacak. Yakında tarih bildirilecek.

SineODA’nın görsel buluşma akşamlarına bekliyoruz.

Selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni



Kasım ayının programı şöyle:

14 Kasım Cuma 21.00’de Quiemada(1969) – Gillo Pontecorvo

21 Kasım Cuma 21.00’de Kader(2006) – Zeki Demirkubuz

28 Kasım Cuma 21.00’de The Conformist(1970) – Bernardo Bertolucci


*


Queimada, Yangın ya da İsyan

"İsyan" daha önce "Kapo (1960)" ve "Cezayir Savaşı (1966)" adlı çok başarılı filmini Sinematek'te seyrettiğimiz İtalyan yönetmeni Gillo Pontecorvo'nun senaryosu ünlü siyasal roman ve film yazarı Franco Solinas ve Giorgio Arlorio tarafından yazılmış olan filmi. 1840'larda Antil adalarından biri olan Queimada'ya çeviriyor kamerasını Pontecorvo..


Olaylar, bir İngiliz provokatör ajanı olan William Walker'ın adaya gelmesiyle başlıyor. Walker'ın görevi, adadaki Portekiz egemenliğine bir son verecek, zengin şekerkamışı ürününü İngilizlere bağlayacak bir yeni yönetim kurmaktır. Bunun için, Afrika kökenli yerli halktan akıllı bir zenciyi, Jose Dolores'i eğitir. Banka soygunculuğuyla başlayan bu eğitim, Dolores'in örgütlediği halk ordusunun başında generalliğe dek yükseltir. Devrilen Portekiz yönetiminin yerine gelen adanın Portekiz yerli kırması beyaz azınlığı, yapılan devrimin hiçbir işe yaramadığını Dolores'e anlatır. Walker, 10 yıl sonra, bu kez askeri danışman olarak, İngiliz Şeker Şirketi'nin (ve onun ardında tabii yine İngiltere'nin) çıkarlarını korumaya geldiğinde, Dolores'i, kavgasını sürdüren, ama bu kez iyice bilinçlenmiş bir ulusal devrimci olarak karşısında görecektir. İngiliz emperyalizmi, bir zamanlar kullandığı Dolores'i bu kez ezecek, yokedecektir. Ama İngiliz ajanı Walker'ın da sonu gelirken, Dolores, özgürlük savaşının bayrağını gelecek kuşaklara geçirmiş olacaktır.. Pontecorvo "Cezayir Savaşı"'nda Cezayir halkının yakın geçmişteki bağımsızlık savaşını bir büyük sinema başeseri halinde vermişti perdede.. Bu kez, Queimada zencilerinin bir yüzyılın gerisinde kalmış olan savaşını verirken, bazı siyasal ve toplumsal bildiri ve çağrışımları seyircisine yine iletiyor. Kendilerini uygarlığın tek sahibi ve temsilcisi sayan "beyaz uluslar"ın diğer renkten karşı egemenlik iddiaları, özgürlüğün ancak her türlü tavizi iten sürekli bir savaşla elde edilebileceği, İngiliz politikasında somutlaşan emperyalizmin, siyasal bağımsızlığını verdiği, vermek zorunda kaldığı ülkeleri nasıl iktisadi bağımlılık altında tutmak istediği, filmde etkileyici biçimde belirginleşiyor.

Pontecorvo, yine eşsiz bir topluluk, bir halk yöneticisi.. Queimada halkını filmin öyküsünde kullanış, geniş kalabalıkları yönetiş biçmi, Ayzenştayn'ı düşündüren bir olgunlukta..

Olayların, kişilerin, duyguların altını çizmiyor, filmini belli bir rimt'le örüyor, ama belli bir kurulukta, sakinlikte gözüken bu "tablolar" birbirine eklendikçe bir özgürlük savaşının tüm heyecanı beliriyor perdede..

Film, yer yer, özellikle Ennio Morrcone'nin müziğinin katıldığı bölümlerde bir destan havasına giriyor. Marlon Brando'nun yanısıra zenci oyuncu Evaristo Marquez'in oyunu da dikkate değer.

O günlerden kalma bir NOT:"İsyan" ilk kez 1971 Ekim'inde gösterilmeye başlanmış, o günlerin gergin havasında sıkıyönetimce yasaklanmıştı. Filmin bu kez, özellikle emperyalizmi konuşmalarla yeren bazı bölümlerinden yoksun olarak oynatıldığını farkettim. Ancak bu kesmeler filmin tümüne ve bildirisine kesin bir zarar vermemiş.





*

Zeki DemirkubuzKader

Zeki Demirkubuz, "Kader"de 1996 yapımı ikinci filmi "Masumiyet"te tanıştığımız, saplantılı aşkların esiri olmuş Uğur ve Bekir karakterlerinin gençliklerine götürüyor bizi. Uğur'un Zagor'a, Bekir'in Uğur'a duyduğu saplantılı aşkın doğuşuna tanık olduğumuz filmi, hem senaryosu, hem de sinematografisiyle, çok iyi bir yönetmenin olgunluk dönemi yapıtı olarak değerlendirmek mümkün. Film yönetmeni Demirkubuz, Altyazı Aylık Sinema Dergisi'nde ve derginin web sitesinde yayınlanan kapsamlı söyleşisinde, 43. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde 'En İyi Film' seçilen "Kader"i enine boyuna tartışıyor. Bu söyleşinin bir bölümünü ilginize sunuyoruz...Soru: Daha önceki filmlerinizden sonra basından uzak durur, fazla söyleşi vermezdiniz. Kader'den sonra ise pek çok gazetede söyleşileriniz yayınlandı. Basınla ilişkinizdeki bu tavır değişikliğinin nedeni ne?
Zeki Demirkubuz: Aslında bu Masumiyet'ten sonra başlayan bir şeydi. Başlangıçta, ben iyi niyetle, herkesi arkadaşım gibi gördüğüm için ve "hayır" deme konusunda da zorluk çektiğim için gelen röportaj tekliflerini hep kabul ettim. Sonra bu bende, duygusal açıdan bir rahatsızlık yaratmaya başladı. Birçok insanın benim hakkımda bir şeyler biliyor olması rahatsız etti beni. Bir de tabii zaman zaman söylediklerinizin filmin önüne geçmesi gibi bir şeye de yol açıyor söyleşiler. Sadece benim yaşadığım bir şey değil bu, çevremde de bunu sıkça gözlüyorum. Bugünkü medya sistemi de biraz bunu zorluyor aslında: Yapılan şeyden çok insanları ön plana çıkararak, kahramanlar yaratarak ve yapılan işi bu kahramanlara tabi kılarak sunmak gibi bir gelenek oluştu. Bunu fark ettikten sonra, 1997-1998 gibi basınla ilişkilerimde söylediğiniz gibi 'mesafe' gibi görünen bir şey oluştu. Öz olarak da çok değişmedi bu. Tabii ki teklifte bulunmak herkesin hakkı; ama ortaya nasıl bir şey çıkacağını sorgulamak da benim hakkım. Kader için de bunun çok dışına çıktığımı düşünmüyorum, iki gazeteyle ve birkaç dergiyle söyleşi yaptım. Bazen istemesem bile, bazı dergi ve gazetelere bunu bir borç duygusuyla da yapıyorum, tabii ki kendimi kötü hissedecek derecede değil. Beğenelim ya da beğenmeyelim, Radikal gazetesi, sizin derginiz ve böyle birkaç dergi, pek çok şeye rağmen varolmaya çalışan ve bu alanı da en azından benim kriterlerime göre en iyi yansıtan alanlar. Hâlâ bu konulara değer veren ve bu konular için özveride bulunan yayınlar. Zaten bu tür yayınlara karşı hiçbir zaman böyle bir mesafe koymadım; teknik olarak "söyleşiyi bugün değil film çıktıktan sonra yapalım" gibi isteklerim olmuş olabilir. Daha çok beni medyatik kılabilecek, filmin önüne geçecek şekilde sunma tehlikesi olan mecralara karşı bir konumlanışım vardı. Ama üç-dört senede bir, uygun bulduğum zamanlarda bunun da dışına çıktığım oluyor. Onun kriterini ben de bilmiyorum tam olarak...


*


The ConformistDüzenin Adamı

Alberto Moravia’nın aynı adla 1951’de yayımladığı The conformist (Düzenin adamı) adlı kitabın filme uYARLANMASI

Yön: Bernardo Bertolucci
Yazar: Bernardo Bertolucci, Alberto Moravia
Süre: 107 dk.
Ülke: İtalya, Fransa, Almanya

Oyuncular:
Jean-Louis Trintignant · Marcello ClericiStefania Sandrelli · GiuliaGastone Moschin · ManganielloEnzo Tarascio · Professor Quadri
Özet:
1938 yılında Roma’da geçen hikaye, Marcello’nun patronu Mussollini için yeni çalışmaya başlamışken, güzel bir kadınla da aynı zamanda ilgilenmektedir. Marcello balayına Paris’e gitmiştir aynı zamanda patronu onu yine Paris’te bir görevi yerine getirmesini istemektedir. Görevi faşit yönetimin ülke yönetimini ele geçirmesiyle İtalyadan kaçan Profesörün izini sürecektir. İtalya ve Fransa sınırında Marcello ve karısı trenlerini değiştirmek zorunda kalırlar. Patronu Marcello’ya bu görev için ayrıca susturuculu bir silah vermiştir…




Bertolucci kimdir?

Tam İsmi : Bernardo Bertolucci Doğum Tarihi : 16 Mart 1941 Doğum Yeri : Parma, İtalya Eğitim: Roma Universitesi (Modern Edebiyat)

BİYOGRAFİ
1967'de sergio leone için "Bir Zamanlar Batı'da" nın senaryosunu yazan Bertolucci, İki yıl sonra "The Conformist" adlı filmi yönetir.1973 yılında, başrollerini Marlon Brando ve Maria Schneider'in paylaştığı "Paris'te Son Tango" çok büyük bir ilgi görünce, şöhreti giderek artan yönetmen, bu başarısını 1976 yılında çektiği modern bir epik olan "1900" ile pekiştirir. Başrolleri Robert De Niro ve Gerard Depardieu'nun paylaştığı ve solcu ve Faşist iki jenerasyonun çarpışmasını konu alan film, sinema tarihine altın harflerle yazıldı.

1985 yılında Çin'in son imparatoru olan Pu Yi'nin hayatını anlattığı "Son İmparator" ile sinema gündemine bomba gibi düşen bir yapıt ortaya çıkardı. Film o yıl 9 Oscar birden aldı. 1990 yılında yönettiği "Çölde Çay", 1992 yapımı "Küçük Buda", 1995 yapımı "Çalınmış Güzellik" ile filmlerine devam ediyor.

1941 yılında Parma'da doğan ünlü yönetmen Bernardo Bertolucci, sanatla uğraşmaya karar verdiğinde asıl amacı bir şair olmaktı. 1961 yılında dönemin tanınmış yönetmenlerinden Pier Pasolini ile tanışan Bertolucci, sinemaya yönelmeye karar verir.

Pasolini'nin " Accatone " adlı filminde yönetmen yardımcılığı yapan Bertolucci, daha sonra ilk senaryosu olan " La Commare Secca " ( The Grim Reaper )yı yazar. Filmin Venedik Film Festivali'nde başarı kazanmasıyla kendine olan güveni artar ve 1964 yılında " Before the Revolution " filmini yapar.

1967'de Sergio Leone için " Once Upon A Time In The West "in hikayesini sinemaya uyarlayan Bertolucci, iki yıl sonra " The Spider's Stratagem "i çevirir. Aynı yıl Alberto Moravia'nın kitabından uyarlanan " The Conformist " adlı filmi yönetir.

1973 yılında, başrollerini Marlon Brando ve Maria Schneider'in paylaştığı " Last Tango In Paris " in çok büyük bir ilgi görmesi ile şöhreti giderek artan yönetmen, bu başarısını 1976 yılında çektiği modern bir epik olan " 1900 " ile pekiştirir. Başrollerini Robert De Niro ve Gerard Depardieu'nun paylaştığı ve solcu ve Faşist iki jenerasyonun çarpışmasını konu alan film, sinema tarihine altın harflerle yazıldı.

Bu filmin ardından yönettiği " La Luna ", " Tragedy of a Ridiculuos Man " filmler ile çıkışını sürdüren Bertolucci, 1985 yılında Çin'in son imparatoru olan Pu Yi'nin hayatını anlattığı " The Last Emperor " ile sinema gündemine bomba gibi düşen bir yapıt ortaya çıkardı. Filmin o yılın 9 Oscar'ını birden alması ile kendini tam anlamıyla kanıtlayan Bertolucci, 1990 yılında yönettiği " The Sheltering Sky ", 1992 yapımı " Little Buddha " ve 1995 yapımı " Stealing Beauty " ile sinema yaşamına devam etti.
Daha sonraki filmleri:
· L'Assedio (1998) (Besieged)
· Ten Minutes Older:The Cello (2002)
· Sognatori (2003) (The Dreamers)



-------------------------------------------

25 Ekim 2008 Cumartesi

Monbiot ve Dünya Parlementosu


Sevgili Fikir Yongacılar,

1 Kasım cumartesi günü saat 14.30’da herzamanki yerimizde George Monbiot’un eserlerine genel bir göz atmak üzere toplanacağız. İncelememizde Türkçe olarak da basılan Manifesto adlı kitabı merkez alacağız.


Bu arada görsel bir haber kıymığı uçurayım: SineODA film kulübünün teknik çalışmaları tamamlandı. Altyapı eksiklikleri giderildi. 7 Kasım Cuma akşamı açılış yapacağız. Haberi aylık program şeklinde ayrıca bildireceğim.

Daha ayrıntılı bilgi edinmek için: http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com/

Yazarlar ve yazmak istiyenler için Güçlü Okuma (Power Reading) toplantıları küçük bir grupla bu yakınlarda başlayacak. Etkin olabilmesi için grubun küçük tutulması elzem. Bu nedenle katılmak isteyenler bildirsinler lütfen.

Görüşmek üzere

Selamlar ve sevgiler

Sadık Yemni




Kitaptan seçme önermeler:

1 – Demokratik bir şekilde seçilen bir dünya parlementosu küresel sorunların çözümü olabilir mi?

2 – Baskı çağından Rıza(Age of Consent) çağına geçiş nasıl olacak?

3 - Yeni mutasyon ile hiçbir olgunun nihai bir senteze varmadığı bir değişim süreci idealize edilmektedir. Komunizm ve anarşizm bunu yapmaya yetmemektedir.

4 - Demokrasi, anarşizmin tersine devletsizliğin sonucu olarak ortaya çıkan korku ve tehdit duygusunu da ortadan kaldırabilir ve komünizmin tersine muhalefet hakkını savunabilir. Kısacası, demokrasi daha fazla ‘rızaya’ dayalıdır.

5 - Ticareti ya da ithalatı engellemek hiçbir şeyin çözümü değildir; sonuçta ithalatın yasaklanması bu sektörde çalışan birçok işçiyi işinden edecektir. Ancak, dünya çapında stressiz bir iş için grev yapılırsa sektör ciddi bir zarar görebilir. Bu örnekle Monbiot yerel çapta eylemlerin amaca hizmet edemeyeceğini açıklayarak küresel bir hareketin neden şart olduğuna da ışık tutuyor.


6 - Monbiot başka bir çarpıcı yorumunda ise; tüm dünya vatandaşlarının BM’de eşit olarak temsil edilmesi söz konusu olsa bile, BM bünyesinde demokrasinin mümkün olamayacağı sonucuna varıyor. Çünkü 5 daimi üyenin, tüzüğe göre BM anayasasında dahi söz sahibi oluşu, Birleşmiş Milletler’in yapı itibariyle demokrasiye uygun olmadığını kanıtlıyor.

7 – Monbiot, BM’nin yerine kurulacak yeni bir ‘Dünya Parlamentosu’nda yattığını savunuyor. Küresel ve uluslararası güçlerden hesap sorabilen, geniş bir görüşler yelpazesini temsil edecek kadar büyük; ama etkili kararlar alabilecek kadar küçük (10 milyon kişilik bölgeden 600 temsilci), üyelerinin temsil ettiği ülke politikalarından ayrı, özgür kararlar alabildiği, hiçbir devletin veto hakkının olmadığı ve yoksul bir ülkede kurulan, böylece kurulduğu topraklara yatırım da sağlayabilecek bir parlamento.

8 - Tayland ve Endonezya gibi ülkeler IMF’nin dayattığı politikaları reddederek ve söylenen şeylerin tam tersini yaparak zenginleşmeye başlamışlardır. Bu örnek, hem IMF politikalarının işe yaramadığını göstermekte hem de Stiglitz’in şu savını doğrulamaktadır:Dolayısıyla IMF yatırımcıları ‘peculation’ (zimmete para geçirme) denen eski öğretiyi alıyorlar ve başına bir ‘s’ ekleyip ‘speculation’ (spekülasyon) yaparak saygınlaştırıyorlar. ( s. 125)

9 - Monbiot’a göre, ‘Köleleştirme’ politikası güden Dünya Bankası bu gibi tasarıları reddettiği sürece yoksul halklara tek bir çare kalıyor. Tıpkı IMF ve Dünya Bankası’nın yoksul ülkelere borçlarını ödemezlerse ekonomilerini çökertme tehdidinde bulunduğu gibi, yoksul ülkeler de her ne kadar kesin bir ekonomik kriz yaşayacak olsalar da borçlarını ödememe tehdidinde bulunabilir ve hem IMF ve Dünya Bankası’na bir ekonomik çöküntü yaşatabilir hem de bir şeylerin kırılmasına katkıda bulunabilirler.10 - Yazar, Adil Ticaret Örgütü kurulmasını talep etmektedir. Yazara göre, Adil Ticaret Örgütü bir ruhsatlandırma kurumu gibidir. Bu kurum denetlemeler yapıp, belirli standartları geçmiş şirketlere ticaret verme izni verebilir. Bu yüzden zorunlu, küresel bir yönetmelikler bütünü oluşturulmalıdır. Örneğin, şirketler sosyal ve çevresel tahribatlarının sonucu bir bedel ödemeye zorunlu kılınmalıdır.

11 - Kitaba eleştirel bir gözle baktığımızda, dikkati çeken ilk nokta, Monbiot’un bazı fikirlerinin çelişki yaratıyor olmasıdır. Örneğin; anarşizm ve demokrasinin, şiddet kullanımı açısından farklarını karşılaştırırken, Monbiot, devletin her koşulda keyfi ve nedensiz şiddet kullanımını engelleyeceğini savunmaktadır.


Son yıllarda yaşanan olaylar gösteriyor ki, devlet kaynaklı terörizm (state terrorism) giderek artmakta ve şiddet, kasıtlı bir devlet politikası haline gelmektedir. Örneğin; İslam fobisi ya da anti-Amerikanizm gibi anlayışlar adeta bir grup üzerinde şiddeti teşvik etmekte ve düşmanca duyguları körüklemektedir. Demokratik olduğunu iddia eden bazı devletler, çıkarları yüzünden başka bir devletin masum insanlarını öldüren terör örgütlerine maddi yardım yapmaktan kaçınmazken, bazı devletler ise belirli bir grubun dini ve milli figürleri hakkında sözde demokratik yayınların yapılmasına izin vererek hem dolaylı yoldan belirli bir grubu şiddete kullanmaya teşvik etmekte hem de diğer grubun doğruyu yansıtmayan haberlere inanmasını sağlayarak kültürler arası barışı yıkmaktadır. Bu iki örnekte de yönetim biçimi anarşi değilken, demokrasi tanımına uygun bir karşılık bulamamaktadır ve “şiddetin keyfi kullanımı ve öfke duygusunun yaratılıyor olması” şüphesiz ki Monbiot’un savının sadece teoride kaldığını da göstermektedir.



George Monbiot kimdir?

Zooloji eğitimiyle başlayan akademik kariyerini İngiltere’nin birçok üniversitesinde yaptığı felsefe, siyaset ve çevre bilimi dallarında misafir profesör görevi ile devam ettiren Monbiot, aynı zamanda İngiliz siyasi yelpazesinin sol kanadında yer alan politik ve çevreci bir eylemcidir. Araştırmacı gazeteci yönü ile dünya çapında bir üne sahip olan Monbiot birçok ülke dolaşmış ve anılarını kitaplaştırmıştır. Siyasi duruşuyla, Endonezya dahil, bir kaç ülkede persona non grata ilan edilmesine rağmen, küresel ısınma ve çevresel konulardaki hassasiyeti ona ‘Birleşmiş Milletler Küresel 500’ ödülünü kazandırmıştır. Monbiot halen BBC Wildlife dergisi danışma kurulunda görev almakta ve The Guardian gazetesindeki köşesinde yorumlarını yayımlamaktadır.


Gökçe ARSLAN, U.S.A.K.

Kitap Tahlili Yazar: George Monbiot.

Çeviren: Pınar Şengözer Şiraz.

İstanbul: Plan B Basım, 2006. 217 sayfa + son notlar.

ISBN 975-8723-15-4


Monbiot’un beşinci kitabı olan Manifesto: Farklı Bir Dünya Düzeni İçin, Küresel Adalet Hareketini destekleyen pozitif bir manifesto niteliğindedir. Kitap “Giriş” kısmını takiben 7 bölümden oluşmuştur. Anarşizm ve Marksizm’i eleştiren Monbiot, demokratik bir sistemin dünyadaki adaletsizliğe çare olacağını savunur ve mevcut yönetim şekline temel olarak dört ayrı önerme sunar: Demokratik bir şekilde seçilen bir “Dünya Parlamentosu”, BM Güvenlik Konseyi’nin yerine gelecek olan Birleşmiş Milletler Genel Meclisi, ticaret dengesizliğini ortadan kaldıracak Uluslararası Kliring Birliği ve yoksul ülkelere yardım edecek olan Adil Ticaret Örgütü.Keltik mitolojisinde “daha fazla sevgi” anlamına gelen Angharad’a seslenerek giriş bölümüne geçen yazar, bir açıdan kitabın devamında sunacağı önermelerin farklı bir dünyayı anlatıyor gibi görünse de aslında günümüz dünyası için tasarlandığının altını çiziyor. İnsanları daha iyiye götürecek ve zincirleme bir reaksiyonun ilk fitilini ateşleyecek bir düşünceler paketi hazırladığını belirterek, ilk bölüme geçmeden, okuyucuların kitapta anlatılanları sonuna kadar takip etmesi gerektiğini, çünkü bu kitabın yeni bir dogma yaratma amacıyla değil tam tersine özgür düşünceye ışık tutma amacıyla yazıldığını vurguluyor.Yazara göre, bir döneme damgasını vuran düşünce sistemleri, ancak bir diğeri ile değiştirilebilir. Tıpkı Hıristiyanlıktan sonra Müslümanlığın doğuşu gibi her düşünce sistemi kendinden sonra gelen yeni ve apayrı düşünce bir sistemine, bir mutasyona gebedir. Bu örnekle, kitabın ilk bölümüne adını veren ve daha sonra yazar tarafından sıklıkla kullanılacak olan “mutasyon” metaforu da açıklanmış oluyor.Kitapta da görülebileceği gibi, dünya savaşlarının bitiminden sonra yeni bir düşünce sistemi doğmuştur. Bu yeni mutasyonu yaratmada küreselleşme büyük bir rol oynamıştır. Küreselleşmede katalizör görevi gören ise değişime aç milyonlarca insan olmuştur. Bu insanlar küresel politikanın kontrolünü ele geçirmedikleri sürece bu mutasyonu gerçekleştiremeyeceklerinin farkındalardı. Amaçları ise bir iktidar şeklini herhangi bir diğeriyle değiştirmek değil tüm iktidarı karşı bir iktidarla değiştirmekti. Dolayısıyla, mutasyonun ön koşulu olarak dünya insanlarının iradesine cevap veren ve Rıza Çağı’nı (Age of Consent) başlatacak olan bir düzen temenni ediyorlardı.Monbiot, “Kötünün İyisi Bir Sistem” adlı ikinci bölümde demokrasinin anarşizm ve Marksizm göre artılarını açıklayarak devam ediyor. Bu noktada yazarın eleştiri yönelttiği ilk yönetim şekli komünizmdir: Öncelikle Monbiot’un komünizme getirdiği en önemli eleştiri Marx ve Engels’in ‘Komünist Manifestosu’nun insanların
karmaşık sosyal ve politik ilişkilerini basit bir formüle indirgemiş olmasıdır. İnsanları kapital sahibi ve proletarya olarak iki ayrı grupta sınıflandıran bu düşünce sistemi, kapital sahiplerini ezici bir üstünlükle pasivize etmeyi amaçlamıştır. Yasa koyucular, yani proletarya taraftarları ise, sınırsız bir güce sahip olurken hükümetler insan hayatı üzerinde emsalsiz bir iktidar haline gelmiştir. Monbiot’un komünizm hakkındaki bu yorumları açıkça gösteriyor ki komünizm insan doğasının çeşitliliğini, özgürlüğünü ve seçimini sınırlı ve önceden kararlaştırılmış bir prototipe indirgemeye programlıdır. Halbuki Monbiot’a göre, yeni mutasyon ile hiçbir olgunun nihai bir senteze varmadığı bir değişim süreci idealize edilmektedir.Komünizmin bu zayıf noktasını açıkladıktan sonra kitap anarşizmin eksik yanlarına da açıklık getiriyor. Monbiot tarafından anarşizmin insan özgürlüğünü her şeyin üstünde tutması neredeyse gerçeküstü bir mükemmeliyet olarak ifade edilse de devletsizliğin hangi sorunlara yol açtığı da yazar tarafından incelenmiştir. Monbiot savını iki örnekle güçlendiriyor: SSCB çöktüğünde asayiş kimse tarafından kontrol edilemeyen bir grup asiye ve mafya örgütlerine kalmış, bu gruplar da yerel halkı yağmalamaktan geri kalmamıştı. Şiddet ve kontrolsüzlük bir veba gibi yayılmış ve bundan en çok masum insanlar nasibini almıştı. Bu noktada Monbiot incelendiğinde siyasi duruşundan beklenmeyecek bir önerme ile; devlet tarafından her ne kadar şiddet kullanılıyor olsa da bunun belli kurallara göre yapıldığını ve en önemlisi şiddetin keyfi kullanımının engellendiği iddia ediyor. Yazara göre, tam demokratikleşme sürecinden geçmiş devletler, asayiş birimlerinin aşırı güç kullanımı engelleyebilirler ve şiddeti sınırlandırabilirler; tıpkı İngiltere’de devletin vatandaşlarına başka bir “Kanlı Pazar”ın yaşanmayacağını temin etmesi gibi.Bu iki yönetim biçimini karşılaştıran Monbiot, sentezin demokraside yattığının altını çiziyor. Eksikleri olsa da demokrasi kötünün iyisi bir sistem olarak düşünülüyor çünkü her ne kadar hükümetler çoğunluğun oyuyla iş başına gelseler de her zaman onları protesto edecek bir azınlık olacaktır. Demokrasi, anarşizmin tersine devletsizliğin sonucu olarak ortaya çıkan korku ve tehdit duygusunu da ortadan kaldırabilir ve komünizmin tersine muhalefet hakkını savunabilir. Kısacası, demokrasi daha fazla ‘rızaya’ dayalıdır.Monbiot, kitabın üçüncü bölümünde küresel ve uluslararası gücü, ulusal ve yerel bir düzleme karşı savunmaktadır. Bu bölümde yazarın ilk referans noktası Colin Hines tarafından kuramsallaştırılan yerelleştirme (localization) nosyonudur. Hines, günümüz küresel dünyasında zenginin daha da zenginleşirken fakirin giderek yoksullaştığı; bunun da çözümünün devletlerin yerel ekonomilerini korumak adına ithalatı yasaklamaktan geçtiği görüşündedir. Esasen Hines akılcı bir görüş sunuyor gibi olsa da Monbiot, şu karşı tezi geliştirmiştir: Ticareti ya da ithalatı engellemek hiçbir şeyin çözümü değildir; sonuçta ithalatın yasaklanması bu sektörde çalışan birçok işçiyi işinden edecektir. Ancak, dünya çapında stressiz bir iş için grev yapılırsa sektör ciddi bir zarar görebilir. Bu örnekle Monbiot yerel çapta eylemlerin amaca hizmet edemeyeceğini açıklayarak küresel bir hareketin neden şart olduğuna da ışık tutuyor.“Biz Halklar” isimli dördüncü bölümde temelde mevcut dünya düzeninin eksiklikleri ve yanlışları, bazı uluslararası kuruluşlara göndermeler yapılarak ve istatistikler kullanarak incelenmiştir. Birleşmiş Milletler’in (BM) amacı ve işleyişi hakkında yorumlarla bu bölüme devam edilmektedir. Birleşmiş Milletler 1941 yılında ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ve Çin tarafından 3. Dünya Savaşını engellemek amacıyla kurulsa da geçen süre zarfında ülkeler edindikleri küresel güçlerinin azalmasına razı göstermeye başlamıştır. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi her ne kadar demokratik bir yapı olarak lanse edilse de kararları veto etme hakkının her zaman ve her koşulda 5 daimi üyede olduğunun altı çizilmektedir (BM Anayasası 108 ve 109. maddeler). Dolayısıyla isminde ‘güvenlik’ ifadesi geçen bu yapı aslında zorba bir yapıdır. Monbiot başka bir çarpıcı yorumunda ise; tüm dünya vatandaşlarının BM’de eşit olarak temsil edilmesi söz konusu olsa bile, BM bünyesinde demokrasinin mümkün olamayacağı sonucuna varıyor. Çünkü 5 daimi üyenin, tüzüğe göre BM anayasasında dahi söz sahibi oluşu, Birleşmiş Milletler’in yapı itibariyle demokrasiye uygun olmadığını kanıtlıyor. Monbiot bu örneklere dayanarak çözümün, BM’nin yerine kurulacak yeni bir ‘Dünya Parlamentosu’nda yattığını savunuyor. Küresel ve uluslararası güçlerden hesap sorabilen, geniş bir görüşler yelpazesini temsil edecek kadar büyük; ama etkili kararlar alabilecek kadar küçük (10 milyon kişilik bölgeden 600 temsilci), üyelerinin temsil ettiği ülke politikalarından ayrı, özgür kararlar alabildiği, hiçbir devletin veto hakkının olmadığı ve yoksul bir ülkede kurulan, böylece kurulduğu topraklara yatırım da sağlayabilecek bir parlamento.Yazara göre, parlamento olabildiğince çok dilde broşür yayınlayarak ve internet siteleri kurarak, halkın rızasının alındığına emin olmak için müzakereler düzenleyerek ve bir komisyon tarafından tarafsız raporlar sunup ortak kararlar alarak tam demokratikleşme sürecine dahil olabilir ve tam verimle çalışabilir. Öyle ki, parlamento ilerici ve insanlık yararına kararlar almakta gecikmeyecektir. Bu noktada parlamentonun alacağı kararlar, Monbiot gibi politik ve çevreci bir eylemci olan Meyer’in “Kısma ve Yakınlaşma modeli” ile örnekleniyor:[…]Bu model öncelikle insanların, bir yılda gezegeni kızartmadan ne kadar karbondioksit ve diğer sera gazlarını üretebileceği belirliyor. Ardından bu toplam, dünyanın tüm insanları arasında bölünüyor ve her ülkeye nüfusunu temel alarak gaz üretimi için bir kota ayrılıyor. Model, iklim değiştirici gazların hem toplam dünya üretiminde hem de kotalarını aşan ülkelerdeki aşırı üretimde bir kısma (azalma) öngörüyor[…] (s.89)Parlamentonun hangi çizgide yol alacağı ana hatlarıyla belirtilse de Monbiot okuyucudan mükemmellik için uğraşmamalarını istiyor; keza ona göre demokrasi düzensizdir ve toparlamaya çalışmak ise tutsaklığı getirecektir. “Bir Şeyler Kırılıyor” adlı 5.bölümünde Monbiot uluslararası kuruluşları analiz ederken ticaret dengesindeki bozukluk ve ticaret yapma koşulları hakkındaki önerilerini de okuyucuyla paylaşıyor. Yazara göre, bir ülke ne kadar çok borca girer ve ne kadar çok faiz ödemek zorunda kalırsa, ekonomisini kurtarmak ve ihracatını artırmak için yatırım yapacak o kadar az parası olur. Bu devletlere IMF ya da Dünya Bankası tarafından gelecek yardım ise Monbiot’a göre başarısız kalacaktır. Çünkü, BM Güvenlik Konseyi gibi IMF de ticaret savaşının galiplerinden oluşmaktadır. Ticaret konusunu ele alırken yazar, dünyaca ünlü ekonomist Joseph Stiglitz’in Küreselleşme ve Sıkıntıları adlı kitabına da birçok referansta bulunuyor. Stiglitz’ e göre, IMF, zengin bankalara ve güçlü finans spekülatörlerine yardım etmek amacıyla kurulmuştur. Zayıf ülke liderleri, IMF’nin hem kendi kredi fonlarını kesip hem de özel bankalara aynı şeyi yaptırmaları olasılığından IMF’nin ‘köleleştirme’ politikalarına boyun eğmemektedirler. Fakat Stiglitz çarpıcı bir gözleminde ise şu noktaya parmak basmaktadır: Tayland ve Endonezya gibi ülkeler IMF’nin dayattığı politikaları reddederek ve söylenen şeylerin tam tersini yaparak zenginleşmeye başlamışlardır. Bu örnek, hem IMF politikalarının işe yaramadığını göstermekte hem de Stiglitz’in şu savını doğrulamaktadır:Dolayısıyla IMF yatırımcıları ‘peculation’ (zimmete para geçirme) denen eski öğretiyi alıyorlar ve başına bir ‘s’ ekleyip ‘speculation’ (spekülasyon) yaparak saygınlaştırıyorlar. ( s. 125)Monbiot, IMF hakkında yorumlarını cesurca dile getiren Stiglitz’in kaldığı yerden, Stiglitz’in eski iş vereni olması dolayısıyla negatif yorumlardan kaçındığı Dünya Bankası hakkında incelemelerine devam ediyor. Yazara göre, Dünya Bankası’nın asıl amacı savaş sonrası yıkıma uğrayan ekonomileri düzeltmek için uzun vadeli kredi olanakları sunmak olsa da yetki alanının genişlemesi, Dünya Bankası’nın bir baskı organı haline gelmesine neden oldu. Şüphesiz ki G8 ülkeleri ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya’nın Dünya Bankası içindeki oyların %48’ine ait olması ve tek başına ABD’nin %17’lik bir oy oranına sahip olması, Dünya Bankası başkanlığına, tüzüğüne göre, sadece bir Amerikan vatandaşının atanma zorunluluğu ve belki de en masum gibi görünen Dünya Bankası tüzüğünün ‘döviz kuru rezervlerinin dolar olarak hesaplanması’ maddesi ve ABD’nin her ödemeden %3 komisyon alması, Monbiot tarafından Dünya Bankası’nın saygınlığına ve adaletine gölge düşüren maddelerden sadece bir kaçı olarak sıralanıyor.Yazar, Dünya Bankası’nın tarihçesine bakıldığında yanlışın nereden kaynaklandığının görülebileceğini düşünüyor. 1944 yılında ABD heyetinden White ve İngiltere heyetinden (borçlar dengesi sorunundan muzdarip) Keynes tarafından ilk toplantılar gerçekleştirilirken Keynes dahiyane bir fikir öne sürmüştür: alacaklı ülkelerin fazla paralarını borçlu ülkelerin ekonomilerine harcamaya ikna etmek. Bu anlamda Uluslararası Kliring Birliği adında bir banka kurulmasını ve bankanın ‘bankor’ adını verdiği kendi para birimlerini kullanmasını talep etmiştir. Ulusal para birimleriyle takas edilen ‘bankor’ ülkenin ticaret açığını ya da fazlasını örtmek için kullanılacaktı. Her ülkenin son 5 yıldaki ticaretinin ortalama değerinin yarısına eş değer kredi çekme hakkı olacaktı. Limitin yarısından fazlasını kullanan ülke para değerinin %5’e kadar düşürmek zorunda kalacağından aşırı borçlanma önlenecekti. Çektiği kredi limitlerde olan ve ticaret fazlası olan ülkelerin hesabına ise %10 faiz uygulanacaktı. Böylece para birimi arttığından ihracat daha az çekici olacaktı. Kısacası, bu ilginç sistem ile açık veren ülkelerin para birimi azalıp ihracatı canlandırılırken fazlası olan ülkelerde para birimi arttığından ticaret dengelenecekti.Fakat ABD heyeti bunu reddetmiştir ve yazarın savına göre “ne kadar çok para koyarsan o kadar çok oyun olur” politikasını desteklemiştir. Keynes sonuna kadar karşı çıksa da anlaşma imzalanmış ve ticaret fazlası ülkelerin gönüllü olarak açık vermesini ön gören bu sistem kabul edilmemiştir.Monbiot’a göre, ‘Köleleştirme’ politikası güden Dünya Bankası bu gibi tasarıları reddettiği sürece yoksul halklara tek bir çare kalıyor. Tıpkı IMF ve Dünya Bankası’nın yoksul ülkelere borçlarını ödemezlerse ekonomilerini çökertme tehdidinde bulunduğu gibi, yoksul ülkeler de her ne kadar kesin bir ekonomik kriz yaşayacak olsalar da borçlarını ödememe tehdidinde bulunabilir ve hem IMF ve Dünya Bankası’na bir ekonomik çöküntü yaşatabilir hem de bir şeylerin kırılmasına katkıda bulunabilirler.“Dengeleme” adını taşıyan 6. bölümde ise okuyucu, ticaret dengesi hakkında daha detaylı örnekler ve analizler buluyor. Yazara göre, her şeyden önce dünya eğer özenle kullanılır ve adil bir şekilde dağıtılırsa, insanoğlu ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar kaynaklara sahip olabilir. Fakat yazar bunun sürekliliğinin ancak zenginin fakiri sömürmesini engelleyen kurallarla gerçekleşebileceğini vurguluyor.Monbiot’un görüşüne göre, dünyanın en güçlü ve zengin hükümetleri uluslararası ticaret ilişkisini “serbest” ekonomi olarak adlandırıyorlar; fakat serbest ekonomi sadece zenginin ticaret yapmasına olanak tanırken fakiri sınırlandırıyor. Örnek verilecek olursa; Monbiot yaptığı araştırmalar sonucunda, 2002 yılında, ABD’nin sadece 25 bin pamuk işçisine 3.9 milyar dolar verdiğini ve bunun dünya fiyatlarında %26 düşüşe neden olduğunu iddia ediyor. Yani ‘süper güç’ Amerika’nın tek bir ticari kararının, yoksul dünyada on milyonlarca insanın geçim kaynağını yok ettiğini savunuyor (s.160). Bu analizinde bir ironi de ortaya çıkarılıyor Monbiot tarafından. Serbest ekonominin hamisi olarak gösterilen İngiltere, devletçilik ilkesini sıkıca benimseyerek, işlenmiş ithal ürünlere ambargo ya da yüksek vergiler koyarak ve yerel ürünleri teşvik ederek savaş sonrası ekonomisini güçlendirmiştir, yani yerel hammaddeler korunarak yerelleşme savunulmuştur. Bu görüşe ek olarak yazar, yerli üretimin desteklenmesi gerektiğini, fakat eğer yerli üretimi sağlayacak malzemeler ya da parçalar yoksa ülkenin daha çok hammadde ihracatı yapmak zorunda kalacağını savunuyor. Dolayısıyla aynı miktar kazanç için daha fazla emek ve zaman harcamış olacaktır.Bunun yerine, yazar, Adil Ticaret Örgütü kurulmasını talep etmektedir. Yazara göre, Adil Ticaret Örgütü bir ruhsatlandırma kurumu gibidir. Bu kurum denetlemeler yapıp, belirli standartları geçmiş şirketlere ticaret verme izni verebilir. Bu yüzden zorunlu, küresel bir yönetmelikler bütünü oluşturulmalıdır. Örneğin, şirketler sosyal ve çevresel tahribatlarının sonucu bir bedel ödemeye zorunlu kılınmalıdır.Sosyal platformda adil ve demokratik bir parlamento ve meclis kuran Monbiot, ticaret bağlamında da adaleti sağladıktan sonra bütün bu zincirleme reaksiyonun fitilinin nasıl ateşleneceğinin ipucunu da son bölüm olan “İktidar Olasılığı”nda açıklıyor. Yorumlarını okuduktan sonra okuyucularının bir şeylerin yapılması gerektiğinin farkına varacağını tahmin ettiğini belirten Monbiot, harekete geçilmediği ve bir çıkış yolu hayal edilmediği sürece kanımızı uyuşturan diye bahsettiği tembellikten sıyrılamayacağımızı düşünüyor. Bu kitabın çok kapsamlıolmadığının altını çizerken başka insanların bu önerileri daha da iyiye götürüp, geliştirip bu yeni mutasyon için kullanmaları çağrısında bulunuyor. Sonuç olarak, bütün bu analizlerden öte Monbiot’un değişimi, kendi deyimiyle, “belirsiz bir ‘onlara’ değil belirli bir ‘size’ bağlı” kalıyor.Kitaba eleştirel bir gözle baktığımızda, dikkati çeken ilk nokta, Monbiot’un bazı fikirlerinin çelişki yaratıyor olmasıdır. Örneğin; anarşizm ve demokrasinin, şiddet kullanımı açısından farklarını karşılaştırırken, Monbiot, devletin her koşulda keyfi ve nedensiz şiddet kullanımını engelleyeceğini savunmaktadır. Son yıllarda yaşanan olaylar gösteriyor ki, devlet kaynaklı terörizm (state terrorism) giderek artmakta ve şiddet, kasıtlı bir devlet politikası haline gelmektedir. Örneğin; İslam fobisi ya da anti-Amerikanizm gibi anlayışlar adeta bir grup üzerinde şiddeti teşvik etmekte ve düşmanca duyguları körüklemektedir. Demokratik olduğunu iddia eden bazı devletler, çıkarları yüzünden başka bir devletin masum insanlarını öldüren terör örgütlerine maddi yardım yapmaktan kaçınmazken, bazı devletler ise belirli bir grubun dini ve milli figürleri hakkında sözde demokratik yayınların yapılmasına izin vererek hem dolaylı yoldan belirli bir grubu şiddete kullanmaya teşvik etmekte hem de diğer grubun doğruyu yansıtmayan haberlere inanmasını sağlayarak kültürler arası barışı yıkmaktadır. Bu iki örnekte de yönetim biçimi anarşi değilken, demokrasi tanımına uygun bir karşılık bulamamaktadır ve “şiddetin keyfi kullanımı ve öfke duygusunun yaratılıyor olması” şüphesiz ki Monbiot’un savının sadece teoride kaldığını da göstermektedir.Fakat bunun gibi birkaç çelişkinin kitabın inandırıcılığını ve objektifliğini zedelediği söylenemez. Keza, Monbiot’un araştırmacı gazeteci kişiliğinin de kitapta açıkça görülebileceği de altı çizilmesi gereken başka bir ayrıntıdır. Verdiği detaylı istatistikler, tezinin inandırıcılığını artırırken, genel olarak başka ekonomistlere verdiği referanslar ve sayısal örneklerin ekoloji ile ilgili oluşu ise okuyucunun dikkatini daha çok çekmekte ve teorilerin pratiğe dökülmesi açısından gerçekçi kanıtlar teşkil etmektedir.Sonuç olarak, Monbiot kitabında ticaret, politika ve çevre konularını ‘yeni bir mutasyon’ deklarasyonu olarak incelemekte ve okuyucuya cesur yorumları, çevre bilinci ve farklı bakış açısıyla her zaman karşılaşamadıkları bir önermeler paketi sunmaktadır.Mayıs 2007, JTW Türkçe

*


George Monbiot seeks to uncover what many have suspected but few have been able to prove: that big business is taking over Britain. "Captive State" documents the end of representative government in Britain. The traditional business of government - economic and development planning, law and order, protection of the workforce, consumer and environment - is rapidly being twisted out of its hands. The state is no longer the initiator of policy but an increasingly helpless bystander. Quietly, the state, the police, academia and the nominally independent media are falling into the hands of private business. And as institutional corruption strikes at the heart of public life, in a contrast between the desires of big business and the needs of the electorate, the electorate loses out every time.


*

GEORGE MONBIOT
Yeni Şovenizm

Uyruğumdan utanmıyorum, ama bu ülkeyi neden bir başka ülkeden daha çok sevmem gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yok. Kendi ülkelerimizi ilk sıraya koymaktan vazgeçtiğimizde, dünya daha mutlu ve güvenli bir yer haline gelecek.
Bombalamalardan ulusal bir görüş birliği doğdu: Britanya'da bize gereken şey yeni bir yurtseverlikmiş. Sağ kanat gazeteler, eski hizmetçilerle sıcak biralar hakkında her zamanki gürültüleri çıkarıp duruyorlar; ama son on gün içinde, bunlara the Guardian'dan Jonathan Freedland, the New Statesman'dan Tristram Hunt, the New Statesman'ın kendisi ve ağzını terörizm ve ulusal kimlik üzerine açan hemen herkes katıldı.
Bu görüş birliğinden cesaret bulan the Sun, şimdi, bu ülkeye sadık olmayan herkesin ülkeyi terk etmesi gerektiğinde ısrar ediyor. (1) İşler böyle giderse, benim de sınır dışı edilmem uzun sürmez.
Öne sürülen şey şöyle: Yurtsever insanlar birbirlerini tahrik etmez. Yurttaşlık kodları ve Britanya'nın faziletlerine genel bir inanç olursa, yurtiçi terörizmin gerçekleşme ihtimali düşük olur. Jonathan Freedland'in söyleyişiyle, "sadakatin sürekli olarak aşılandığı" ABD, "kendi topraklarında boy atmış bir İslami terörizmle hiç sürtüşmüş değil." (2)
Bu doğru olabilir (ABD'de Müslüman olmayan bir sürü saldırı olmasına karşın). Ama yurtseverlik, yurttaşların birbirlerine saldırmaya meylini azaltırken, devletin diğer devletlere saldırma meylini artırıyor; çünkü devlet halkının desteğine daha çok komuta edebileceğini biliyor. Eğer yurtseverlik ABD'de bunca güçlü bir kuvvet olmasaydı, Bush Irak'ı işgal edebilir miydi?
Ulusal bağlılığın insanların çektiği acıyı hafiflettiğini öne sürebilmek için, yurtiçi terörizmin, hepsi ulusal çıkar adına gerçekleştirilmiş olan bütün bölgesel ve sömürgeci savaşların, etnik temizlik eylemlerinin ve holokostun acılarından daha az zarar verdiğini iddia edebilmeniz gerekir. Buna inanmak içinse, yalnızca yurtsever olmanız yetmez; şovenist de olmalısınız.
Freedland, Hunt ve the New Statesman'ın önde gelen diğer yazarlarının, elbette bununla ilgisi yok. Hunt, Britanyalılığın "kurumlardan çok değerlere dair" olması gerektiğini öne sürüyor: Britanya'nın "mükemmel bir siyasi liberalizm ve entelektüel araştırma tarihi var; bu da bize dünyanın her tarafından gelen düşüncelere, dinlere ve felsefelere açık bir kamusal alan veriyor." (3) Doğrudur, ama bu değerler yalnızca Britanya'ya özgü değildir; bir de bu değerleri uyandırmak için neden yurtsever olmamız gerektiğini anlamak biraz zor. Britanya'nın korkunç bir emperyalizm ve domuz kafalı bir kafatasçılık tarihi de var; bayrağı salladığınızda bu tarihlerden hangisini övdüğünüzden kimse emin olamaz. Liberalizmi savunmak istiyorsanız, savunun da; sevginizi belli bir ülkenin belli değerlerinin etrafında toplamak niye?
Bu arada, liberal bir yurtseverlik tam olarak neye benzer? Ülkenizin çıkarlarıyla başka birininki çatıştığında, yurtseverlik, tanım itibarıyla, kendi ülkenizinkini seçmenizi ister. Bunun tersine, enternasyonalizm, insanlar için, nerede yaşadıklarına bakmaksızın, en iyi olanı ya da onlara en az zarar verecek olanı seçmek demektir. Enternasyonalizm bize, Kinşasa'da yaşayan birinin Kensington'da yaşayan birinden hiç de değersiz olmadığını ve 101 Kongolu pahasına 100 Britanyalının çıkarını savunan bir politikayı izlemememiz gerektiğini söyler. Yurtseverlik, bir anlamı varsa eğer, bize 100 Britanyalının çıkarını üstün tutmamız gerektiğini söyler. Bunu liberalizmle nasıl bağdaştırırsınız? Bunun ırkçılıktan farkını nasıl açıklarsınız?
İşte bu, her doğru dürüst düşünen kişinin kendi Orwell'iyle kapıştığı noktadır. Koca bilge "yurtseverliğin muhafazakarlıkla bir ilgisinin olmadığını" savunup (4) "İngiltere'nin entelektüellerinin kendi uyruklarından utandıkları belki de tek ülke olmasından" yakınmamış mıydı? (5) Öyle yapmıştı. Ama bunları 2. Dünya Savaşı sırasında yazmıştı. Hitler'le savaşmak gibi bir görevimizin olduğuna -ve böylece bir tarafı tutmamız gerektiğine- kuşku yoktu. Taraflar da ulusal çizgilerle belirlenmişti. Britanya'yı destekleyemiyorduysanız, düşmana yardım ediyordunuz. Ama bugün bizi öldürmeye çalışanlar Britanya yurttaşı. Bizden uyruklarıyla değil, ideolojileriyle ayrılmış durumdalar. Teröristleri harekete geçirenin Irak'ın işgali olmasına varana, Britanya'nın bu işgale katılmasına olanak sağlayan şeyin yurtseverlik olmasına varana kadar, bizi bu pisliğin içine sürükleyen şey yurtseverlik olmuştur.
Çoğu heveslinin bizden göstermemizi istediği bu bağlılık, seçici bir bağlılık. Bir Nazi sempatizanının büyük torunu, birkaç vergi sürgünü ve Amerika vatandaşlığına sahip bir Avustralyalının sahip olduğu sağ kanat basın, kurumlarımızı Avrupa'dan korurken amansız derecede milliyetçi, ama çoğumuzu ABD'ye teslim etmenin peşindeler. Cotswolds'a bayılır, Galler'den nefret eder. Cılız, aristokratik kadınlara, ikinci bir eve bayılır, yontulmamışlardan, çingenelerden, yoksul konutlarından ve karavan parklarından nefret eder.
İki hafta önce, the Telegraph, benimsenmesi halinde yeni bir terörist saldırıyı engelleyeceğini öne sürdüğü, "Britanya kimliğinin 10 temel değerinin" listesini yayımladı. (6) Bunlar bağrımıza basmayı tercih edeceğimiz değerler değildi, ama "kimliğimizin tartışılmaz bileşenleriydi". Bunların arasında, "kraliyetin parlamentodaki egemenliği" ("Lordlar, Avam ve kraliyet bu topraklardaki en üst yetkeyi oluşturur"), "özel mülkiyet", "aile", "tarih" ("Britanyalı çocuklar ... bir dizi muazzam ulusal başarıyı miras alırlar") ve "İngilizce'nin konuşulduğu dünya" ("11 Eylül 2001'deki acımasız saldırılar yabancı bir ülkeye karşı değil, anglodünyaya karşı düzenlenmiştir") yer alıyordu. Bu tartışılmaz talepler teröristlerinkinden o kadar da farklı değil. Ebedi bir halife yerine ebedi bir monarşi. İslami bir tarih görüşü yerine Eton usulü bir tarih görüşü. Ümmet yerine, anglodünya.
Beni bu ülkeden nefret ettirecek bir şey varsa, o da the Telgraph'la "tartışılmaz bileşenleri". Beni Amerika'dan nefret ettirecek bir şey varsa, o da Cumhuriyetçi Parti kongresi sırasında, Zell Miller'ın kendilerini "bu deniz komandosunu Amerikan birliklerine kurtarıcı yerine işgalci diyen birinden daha fazla kimse çıldırtamaz" (7) diye bilgilendirdiği kalabalığın ayağa kalkıp "ABD, ABD" diye bağırması. Her zamanki gibi, bizden teröristlerin işini yapmamız bekleniyor; bu ülkeyi onların adına çirkinleştirmemiz.
Ben Britanya'dan nefret etmiyorum, uyruğumdan da utanmıyorum, ama bu ülkeyi neden bir başka ülkeden daha çok sevmem gerektiğine dair en ufak bir fikrim yok. Bu ülkenin sevdiğim yanları da, sevmediğim yanları da var; aynı şey gittiğim her yer için de geçerli. Yurtsever olmak, kendinize yalan söylemektir; kendinize, yurtdışında ne görürseniz görün, bunun karşısında kendi ülkenizin diğerlerinden daha iyi olduğunu söylemektir. Bunu gözlerinizin sunduğu kanıtla da, insanlığın eşitliğine olan inançla da bağdaştırmak mümkün değil. Orwell'in 1940'ta talep ettiği yurtseverlik, ancak diğerlerinin yurtseverliğiyle karşı karşıya gelindiği zaman gereklidir: Britanyalıların safları sıklaştırmasını gerektiren 2. Dünya Savaşı, eğer Hitler Almanların ulusal bağlılıklarını sömürmeseydi gerçekleşmeyebilirdi. Kendi ülkelerimizi ilk sıraya koymaktan vazgeçtiğimizde, dünya daha mutlu ve güvenli bir yer haline gelecek.
* George Monbiot'nun the Guardian'da 9 Ağustos'ta yayınlanan yazısını Tolga Korkut Türkçeleştirdi.
1. Eg Richard Littlejohn, 26th July 2005. Patriotism. The Sun.
2. Jonathan Freedland, 3rd August 2005. The Identity Vacuum. The Guardian.
3. Tristram Hunt, 1st August 2005. Why Britain is Great. The New Statesman.
4. Orwell bu ifadeyi hem My Country Left or Right (1940) hem de The Lion and the Unicorn'da (1940) kullandı. İkisi de şu kitapta yer alıyor: George Orwell, 1968. Essays. Penguin, London.
5. George Orwell, 1940. The Lion and the Unicorn. age.
6. Leader, 27th July 2005. Ten core values of the British identity. The Telegraph.
7. Miller'ın konuşmasının tam metnini şu adreste bulabilirsiniz:
http://www.cnn.com/2004/ALLPOLITICS/09/01/gop.miller.transcript
kaynak:www.bianet.org
*



George Monbiot
İnsanlığın Duyarsızlaşmasıyla Medeniyet Sona Eriyor
Tarih: 1 Kasım 2007

Kaynak: Açık Radyo

Yazan: George Monbiot

Çeviren: Nuray Soysal

Birkaç hafta önce, çevre hakkında yazılmış en önemli kitap olduğunua düşündüğüm bir kitap okudum. Sessiz Bahar, Küçük Güzeldir hatta Walden da değil. Kitapta, grafikler, tablolar, rakamlar, öngörüler, kanıtlar yoktu. Ya da onu diğer çevre yazınının çoğundan farklı kılacak iç karartıcı bir cümle bile içermiyordu. Bu bir roman, bir yıl önce yayımlanmış ve dünyaya bakışınızı değiştirecek. Cormac McCarthy'nin kitabı The Road (Yol), dünya biyosferini kaybederse ve yeryüzünde tek canlı olarak, ölü ormanlarda ve külün içinde yiyecek için avlanan insan ırkı kalırsa neler olabileceğinden bahsediyor. Olay başlamadan birkaç yıl önce, kitabın kahramanı, üzerinden uçan son kuşların sesini duyuyor: “yarı sağırlaşmış biçimde kilometrelerce yüksekte dönüp duruşları, bir kasenin kenarında gezen böceklerinki kadar anlamsız” McCarthy bunun olabileceğini yazmıyor, ama olursa sonuçlarının neler olabileceği hakkında fikir veriyor. Önceden var olan tüm sosyal kodlar yok oluyor ve yerini önce organize katliamlar, ardından da kaotik ve kör bir korku alıyor. Geride kalanlar başka ne yapıyor? Tek kaynak insan… McCarthy, insanlık zamanında, nükleer kış nedeniyle bile yeryüzünde bunun olabileceğini düşünmenin zor olduğunu söylüyor. Ancak bu düşünce egzersizi, teknolojik kibrimizin bizi nasıl kör ettiğini korkunç bir şekilde gösteriyor: biyolojik üretime bağımlılığımızın bâki kalışı. Medeniyet, sadece biyosferin tenindeki bir kızarıklık gibi, çevresel değişimin, bir giysinin kolununki gibi, tahriş edici etkisine karşı dirençli değil. Yol’u bitirdikten altı hafta sonra bile etkisinden kurtulamadım. Birleşmiş Milletler’in gezegenin durumu üzerine son raporunu okuduğumda, zihnim haftalarca bazı rakamlara takıldı. Bazı önemli noktalar - hemen her yerde benzin artık kurşunsuz ve sülfür emisyonları zengin ülkelerin çoğunda kısıldı- ve bir dolu can sıkıcı konu var. Ama beni özellikle durduran üretim meselesi oldu. Tahıl üretimi son 20 yılda arttı (1980’lerdeki hektar başına 1,8 tondan bugün 2,5 tona yükseldi), ama yine de nüfus artışıyla aynı oranda değil. “Dünyada kişi başına düşen tahıl üretimi 1980’lerde en üst düzeye ulaştı, o dönemden bu yana da düşüyor.” 2050 yılında dünyada kabaca 9 milyar insan olacak: Onları beslemek ve açlık konusunda milenyumun gelişme hedeflerini tutturmak için dünya yiyecek üretimini iki katına çıkarmak gerekiyor. Atıkları azaltmayıp, aşırı yemekten, biyoyakıtlardan ve et tüketiminden vazgeçmediğimiz sürece, tahıla olan ihtiyacımız bugünkünün üç katına çıkacak. Burada iki sınırlayıcı unsur var. Biri, raporda öylesine söz edilen fosfat meselesi: Gelecekte, rezervlerin nerede olabileceği çok açık değil. Daha acil sorun ise su. “Milenyumun açlığa karşı hedeflerini tutturmak için tahıl üretiminde, 2050 yılında, bugünkünden iki katı fazla su kullanılması gerekiyor.” Nereden gelecek bu su? “Su kıtlığı birçok bölgede şiddetli hale geldi ve tarım yeraltı sularından, akarsulardan gelen sudan aslan payını alıyor.” Dünyanın büyük nehirlerinin yüzde 10’u artık yıl boyunca denize ulaşamıyor. 148. sayfada şu açıklamayı buldum: “Bugünkü eğilimler devam ederse, 1,8 milyar kişi 2025 yılında kurak bölgelerde ve ülkelerde yaşıyor olacak ve dünya nüfusunun üçte ikisi su sıkıntısıyla karşı karşıya kalacak.” Aşırı tüketim ve ormansızlaştırma sebeplerden biri, ama kuraklığın en önemli nedeni iklim değişikliği. Su ihtiyacının çok fazla olduğu yerlerde yağmurlar azalacak. O halde, en azından, karbon emisyonlarında nasıl bir azalma sağlayacağız? Dünyayı besleyebilecek miyiz? Birçok ülkede bu yetersizlik yüzünden çıkacak sosyal kargaşalardan nasıl korunacağız? Göle bir taş düşüyor, ama birkaç saniye sonra herşey yine süt liman. Sayfayı çeviriyor ve hayatınıza devam ediyorsunuz. Geçtiğimiz hafta küresel ısınmanın yeryüzündeki canlıların yarısını yok edebileceğini öğrendik. 25 canlı türü yok olma sınırında; karbon emen biyolojik unsurlar, öngörülenden on yıl daha önce karbon salmaya başladı. Ama yine de herkes bir başkasının harekete geçmesini bekliyor ve seyrediyor. Konuşulmayan evrensel düşünce şu: “Eğer gerçekten çok ciddi bir durum olsaydı, birileri bir şey yapmaz mıydı?” Cumartesi günü, BM raporundan biraz nefes alayım diye (kim demiş çevreciler eğlenmeyi bilmez diye?) Birmingham’daki yol protestocuların toplantısına gittim. Ülkenin her yerinden gelmişlerdi ve 18 yeni şema ortaya çıkarmışlardı. İngiliz hükümetinin planladığı yeni yol projelerinin bir kısmı. Çevre Bakanı Hilary Benn’in dün açıkladığı iklim değişikliğiyle mücadele planı memnuniyetle karşılanmıştı. Ama hükümet, havacılık, inşaat, kömür madenleri, petrol araması, ulaştırma gibi büyük sektörlerde emisyonları artıracak politikaları desteklemeye devam ediyor. Peki, o zaman planlanan yüzde 60 kısıntı nasıl sağlanacak? Kimse bilmiyor, ama muhtemel cevap planın önemli maddelerinden birinde gizli: karbon ticareti. Hükümet, Britanya’da yüzde 60 kısıntıya gidemezse, bunu bizim yerimize yapan ülkelere ödemede bulunacak. Ama ticaret, ancak küresel kısıtlamada tutturulması planlanan hedefler küçükse işe yarar. Küresel ısınmadan korunmak için, dünyadaki emisyonlardan büyük bir miktar kısıtlamalıyız. Britanya’nın karbon ticareti yapacağı ülkelerin çoğu da kendi büyük kısıntılarını yapacak sonra da artanı bize satacaklar. Çok geçmeden karbon kredimizi Mars veya Jüpiter’den satın almak zorunda kalacağız. İklim değişikliğinden korunmanın tek yolu, şimdi ve burada karbon emisyonlarını azaltmaktır. Peki, harekete geçmek için bizi kim ikna edecek? Muhalefet partilerinin politikaları ne kadar güçlü görünse de onları harekete geçirecek seçmenler arkalarında olmadıkça devam edemezler. Medya bizi harekete geçiremez. BBC, tarafsızlığını bozmama korkusuyla ‘Planet Relief’i (Gezegeni Kurtarmak) yayından kaldırıyor –Allah korusun, toplu yok oluşa karşı çıkabilir-, ama her hafta akışına koyduğu yarışma ile, Black and White Minstrel Show’unkine* benzeyen bir ilgiyle karşılanan programı–Top Gear’ı- yayınlamaya devam ediyor. Haftalık program, daha fazla seyahat etmeye, daha hızlı araba kullanmaya, daha büyük evler inşa etmeye, daha fazla satın almaya yönlendiren programlarla tıka basa dolu; hiç biri kuralları bozmuyor, yani gerçekten iş dünyasının çıkarına dokunmayan, üst sınıfın duyarlılıklarını pohpohlayan programlar. Medya, korku ve reklamla yönetilirken, umutsuzca tüketim ekonomisinin yanında ve biyosferin karşısında yer alıyor. Bana öyle geliyor ki, bizden sonraki insanları ‘Yol’dan aşağı itiyoruz. McCarthy, biyosfer gittikçe büzülürken, kitabın kahramanının temel inançlarındaki çöküşü tanımlıyor. Öyle hissediyorum ki, bu her an olabilir: Çıkarlarının zora girmesi ve duyarsızlaşma zengin dünyanın insanları arasında görülüyor . Bu doğruysa, medeniyetin başının dertte olduğuna karar vermek için ormanların yanmasını ya da besin kaynaklarının tükenmesini beklememeliyiz.

-------------------------------------------

9 Ekim 2008 Perşembe

Amsterdam Öyküleri


Amsterdam Öyküleri


İnisiyatif
Amsterdam Öyküleri seçkisi yapmak Oda Edebiyat ve Sanat Vakfının kurmuş olduğu Amsterdam Fikir Yongalama kulübünün toplantılarından birinde geldi aklımıza. İçimizde yazarlar ve yazmak isteyen yetenekli kimseler vardı.

Dijital dergi Oda Edebiyat ve Fikir Yongalama
İki aylık aralarla dijital bir dergi çıkarmaktaydık ve dergimizin metin kalitesi bayağı iyiydi. www.odasanat.org Çeşitli ülkelerden katılım vardı. Hepimiz Amsterdam’ı çok seviyorduk. Oda Edebiyat ve Sanat vakfından bir arkadaşımız Türkiye kökenli yazarların portrelerini sırayla yayımlamaya başlamıştı. Bir Amsterdam öyküleri kitabı fikrine varmaya yarım adım bile kalmamıştı yani. İnisiyatifi alarak süreci başlattım.

İçerik
Amsterdamlı ya da bu şehri seven Türkiye kökenli yazarların konusu Amsterdam’da geçen öykülerini içeren bir kitap oluşturmayı tasarlamaktayız.

Kimler yazacaklar?
Kitaba 20 civarında yazarı davet edeceğiz. Bunların yarıya yakını çeşitli sayıda kitap yayımlamış yazarlardan oluşacak. Bunun yanı sıra son beş yılda yapılmış olan öykü yarışmalarında derece almış genç yeteneklere de özellikle yer vereceğiz.

Amaç
Amacımız tanınmış ve az tanınmış yazarları bir araya getirerek bu mutena şehir hakkında gelecek yıllara miras bırakılacak bir edebiyat eseri yaratmak. Bu tür girişimlere devam etmek ve gençlere model olmak da hedeflerimiz arasındadır.

Kriterler ve editing
Amsterdam Öyküleri 1 çalışma başlığına sahip öykü seçkisinin belli edebiyat düzeyine sahip olmasını arzulamaktayız. Bu nedenle gönderilen eserlerden ortalama edebiyat eseri kalitesi talep edeceğiz. Metinler ciddi bir kontrol ve düzenlemeden geçirilecektir.

Öykü seçkisinin hacmi
İsteyenler seçkimize iki öyküyle de katılabilecekler. Öykülere 3000 kelime sınırı getireceğiz. Ortalama 15 -20 kadar öykü derleneceğini tahmin etmekteyiz. 120-150 A4 sayfalık, tahmini max. 40.000 kelimelik bir hacme ulaşacağımızı düşünmekteyiz.

Yayımlama
Kitabı ilk etapta Hollanda’da yayımlamayı planlıyoruz. Bunun için bazı yayınevleriyle görüşeceğiz. Sonrasında Türkiye’de ilişkide olduğumuz yayınevlerine de başvuracağız. Kitabın ilgi görmesi durumunda diğer dillere de çevrilmesi için girişimlerde bulunacağız.

Çeviri
Yazarlarımızın büyük çoğunluğu Türkçe olarak yazacaklar. Türkçe metinler Hollandacaya, Hollandaca metinler de sonradan Türkiye’den bir yayıneviyle anlaşılabilirse Türkçeye çevrilecek.

Zamanlama
Ekim 2008’de projemizi resmen duyuracak ve yazarlardan katılımlarını rica edeceğiz. 15 Ocak 2009’da elimizde bulunan öykülerle kitabı oluşturma aşamasına geçeceğiz. 15 Nisan 2009’da metinlerden gerekenler Hollandacaya çevrilmiş olacak. Mayıs başı basım için hazır olması planlanıyor.



Sadık Yemni
Oda Edebiyat ve Sanat Vakfı Başkanı

Bilgi ve iletişim için:
http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com
www.odasanat.org
www.sadikyemni.net






Carlos Castaneda ve Yürek Taşıyan Yol


Sevgili Fikir Yongacıları,

18 Ekim cumartesi günü saat 14.30’da Carlos Castaneda ve onun ünlü Yürek Taşıyan Yol temasını işlemek üzere toplanacağız.

NOT: Amsterdam Fikir Yongalama Kulübü hakkında bilgi için:
http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com/

Carlos Castaneda’nın kitaplarıyla 1980 başlarında tanıştım. Yaqui kızılderilisi büyücü Don Juan Matus’ün betimlediği dünya bayağı tanıdık gelmişti. Geçmişteki bir diğer farkındalık diye adlandırdığım deneyimlerimle de uyuşmaktaydı. Bu nedenle Castaneda’nın bütün kitaplarını defalarca okudum. Şu anda bütün kitapları Türkçeye çevrilmiş durumda ve raflarda meraklılarını bekliyor.

Ekim sonuna doğru SineOda etkinliğimiz başlayacak. Film akşamlarımızla ilgili bilgileri size ayrı bültenlerle yollayacağım.

Kasım ayında dünyadaki yeni gelişmeleri merkez alan konuları işleyeceğiz. Yeni Dünya Düzeni konusunda kaldığımız yerden devam edecek ve George Monbiot’un tezlerine kulak vereceğiz. http://www.ekolojistler.org/fosil-yakit-madenciligine-son-verin-george-monbiot-ile-soylesi-cev.-ali-kerem-sa.html


Görüşmek üzere.
Selamlar ve sevgiler

Sadık yemni



Carlos Castaneda konusunu şu noktaları öne çıkartarak işleyeceğiz:

Kalp Taşıyan yol nedir?

Savaşçı terimi üzerine güzellemelerden sıyrılmış soğukkanlı fikir yürütme denemesi.

Don Juan Matus gerçekten var mıydı, yoksa yazarın uydurması mıydı? Bir ben vardır benden öte sözcüğündeki gibi:Don Juan Matus öteki ben midir?

Tonal ve Nagual, doğal alem ve Öte Yer denen doğal üstü alemin tanımlanması. Sözcüklerle betimlenemeyen Nagual’a ulaşım mümkün müdür?

Matrix''teki insanlari pil olarak kullananan makineler konusunun kaynagı Carlos Castaneda''nin "sonsuzlugun etkin yani" kitabı olabilir mi?

Matrix''teki insanları pil olarak kullananan makineler konusunun kaynağı Carlos Castaneda''nin "Sonsuzlugun Etkin Yanı" kitabıdır. Kitapta, kozmozun derinliklerinden gelen organik bedene sahip olmayan canlı varlıkların (Matrix''te de makineler organik bedene sahip olmasalar da algilayabildikleri için canlılardır) insanlığı onbinlerce yıl önce tutsak etmesinden bahsedilir. Bu canlılar insanın ruhsal enerjisi ile beslenen ve bizim beslenmek için tavuk yetiştirdiğimiz gibi insan yetiştiren yaratıklardır. Gözle görünmeseler de her an her yerdelerdir.

Diğer alemlere geçiş için yeterli gücü(erki) nereden temin edeceğiz?

Rüya görmek sanata dönüşebilir mi?

Neden kartal denen büyük evrensel oluşu çıplak gözle görmeye dayanamayız?

Peyote, Jimson otu, humito mantarı algımetremizin ibresini ne yöne kırıyor?

Tolteclerden kalan gizli öğreti hangi tanıdık öğretilere benziyor? Semavi dinlerde karşılığı var mıdır?

Dünyayı durdurmak, Buda’nın Nirvana’sı mıdır?

George Ivanovitch Gurdjieff’e daha sonraki oturumlarda derinliğine işlemek üzere hafiften değinme.

*

Şimdi Carlos Castaneda’yı biraz da kendi ağzından dinleyelim:
"Son yirmi yıldır, Meksikalı Yaqui kızılderilisi büyücü Don Juan Matus'un yanındaki çömezliğimle ilgili bir dizi kitap yazdım. Bu kitaplarda bana büyücülük öğrettiğini anlatmıştım; ancak gündelik yaşantımız bağlamında anladığımız büyücülük değildi; doğaüstü güçlerin başkalarının üzerinde kullanılması ya da doğaüstü etkiler yaratmak amacıyla tılsımlar, büyüler ya da ayinlele ruh çağırmayı kapsamıyordu. Don Juan için büyücülük, çevremizdeki evreni biçimlendirmede algının doğası ve rolü hakkındaki kimi uzmanlaşmış kuramsal ve uygulamaya dönük öncülleri düzenleme edimiydi. Don Juan'ın önerisine uyarak, onun bilgisini sınıflandırmak amacıyla, insanbilime ozgu bir ulam olan şamanizmi kullanmaktan kaçındım. Baştan beri ben de onun yaptığı adlandırmayı kullandım; büyücülük. Ancak inceleyince, buna büyücülük demenin, bana sunduğu öğretilerdeki zaten belirsiz olan olguları daha da belirsizleştirdiğini anladım.

İnsanbilim çalışmalarında şamanizm, belirli yerli Kuzey Amerika kızılderili kabileleri arasında da hüküm süren, kimi Kuzey Asya yerli halklarının bir inanç dizgesi olarak tanımlanır. Bu inanç dizgesi, atalarımızın iyi ya da kötü tinsel güçlerinin görünmeyen dünyasının çevremizi kuşatmış olduğunu ve bu tinsel güçlerin, doğa ve doğaüstü alemlerin arasındaki aracılar olan uygulamacıların edimleri ile cağrılabildiklerini ve denetlenebildiklerini öne sürer.

Don Juan gerçekten gündelik yaşamın doğal dünyası ile, doğaüstü değil de ikinci dikkat olarak adlandırdığı görünmez bir dünya arasında bir aracıydı. Bir öğretmen olarak rolü, bu biçimlenmeyi benim için erişilebilir kılmaktı. Önceki çalışmalarımda en önemlisi rüya görme sanatı olarak adlandırılan bana uygulatmış olduğu büyücülük sanatlarının yanı sıra öğretme yöntemlerini de bu nedenle anlattım.

Don Juan bizim benzersiz ve mutlak olduğuna inandığımız dünyamızın, bir soğanın katmanları gibi düzenlenmiş ardışık dünyalar demeti içinden yalnizca bir tanesi olduğunu iddia ediyordu. Bizim sadece kendi dünyamızı algılamak üzere erksel olarak koşullanmış olmamıza karşın hala kendimizinki kadar gerçek, benzersiz, mutlak ve içine çeken bu başka alemlere girebilme yetimizin bulunduğunu öne sürüyordu.

Don Juan bana, bu başka alemleri algılamak için sadece bunlara göz dikmek değil aynı zamanda bunları yakalamak için yeterli erkeye sahip olmak gerekliliğini açıklamıştı. Bunların varlığı sürekli ve bizim farkındalığımızdan bağımsızdır diyordu; ancak erişilmezlikleri tamamen bizim erkesel koşullanmamızın bir sonucudur. Başka bir deyişle, açıkça ve sadece bu koşullanmadan ötürü, gündelik yaşamımızdakı dünyanın tek olası dünya olduğunu sanmak zorunda kalırız.

Erkesel koşullanmamızın düzeltilebilir olduğuna inanarak, Don Juan, eski zaman büyücülerin erkesel algılama yetilerimizi yeniden koşullanmak üzere tasarlanmış bir dizi uygulama geliştirdiklerini belirtti. Bu uygulamalar dizinine, rüya görme sanatı diyordu. Zamanın sağladığı bakış açısıyla, şimdi Don Juan'ın rüya görme konusunda yapmış olduğu en uygun nitelemenin bunu "sonsuzluğa açılan kapı" olarak adlandırmak olduğunu fark ediyorum."




Carlos Castaneda kimdir?
Castaneda, 25 Aralık 1925’de Peru’da doğdu. 7 yaşında annesi Susanna Castaneda'yı kaybetti ve onu babası büyüttü.
1950'lerin başında Amerika Birleşik Devletleri'ne geldi ve 1957'de vatandaşı oldu.
Kaliforniya Üniversitesi'nde antropoloji okudu. Yüksek lisans tezinin konusu olan halüsinasyona yol açan bitkiler üzerine araştırma yapmak için Meksika'ya gitti. Burada bir Yaqui yerlisi olan Don Juan Matus ile tanıştı. Büyük ve bilge bir büyücü olarak bilinen Don Juan, ona spiritüel alemde ilerlemesi için yol gösterdi ve onu tüm gizli bilgilerini aktaracağı 'seçilen kişi' olarak beş yıl boyunca eğitti. Beş yıl sonra, bir buhran sonrası eğitimini tamamlamadan Amerika'ya geri dönen Castaneda, Don Juan'la geçirdiği deneyimlerini antropoloji dalında doktora tezi olarak yayımladı.
Tez olarak yayımladığı serinin ilk üç kitabı, '' Don Juan Öğretileri, Yaqui Kızılderililerinin Bilgi Yöntemi'', '' Bir Başka Gerçeklik'' ve ''Ixtlan Yolculuğu, Don Juan'ın Yeni Öğretileri'' basılınca büyük yankı uyandırdı ve en çok okunanlar listesinde ilk sıralara yerleşti. '' Yürek Taşıyan Yol'' serisi içinde 12 kitabı yayımlandı.
Buna karşın yazdıkları akademik camiada eleştirildi, hatta çoğu kişiye göre Castaneda'nın yaşadığını iddia ettikleri gerçek değildi ve Don Juan, Castaneda onunla tanıştığını iddia ettiği yıldan (1960) çok önce ölmüştü. En çok eleştirilen noktalardan biri de, yazılarında yüksek bilinçlilik seviyesine ulaşmak için kullanılan halüsinatif bitkilerin kullanımını meşrulaştırmasıydı. ( ilk üç kitabında bir çok kez Don Juan ona, diğer erkelere ulaşmasını sağlamak için peyote denilen halüsinojen bir bitki verir.) Fakat daha sonra Castaneda, bu uyuşturucuları kullandığını reddetmiştir.
Castaneda'nın büyücülük yolculuğunu anlattığı 12 kitabı da büyük ilgi topladı ve mistik ilimlere ilgi duyan çevrelerde popüler oldu.
1997 yılında eski karısı Margaret Runyan Castaneda'yı kendi üzerine yazdığı bir kitap yüzünden dava etti ama Castaneda, 27 Nisan 1998'de karaciğer kanserinden ölünce dava da düştü. Carlos Castaneda'nın külleri Meksika'ya götürüldü.

*


Kitaplarından 3’ü
DON JUAN’IN ÖĞRETİLERİ : Yaqui Kızılderililerinin Bilgi Yöntemi C arlos Castaneda, doğadışı güçlerinden ötürü Güneybatı Amerika halkının korkup çekindiği bir Yaqui Kızılderilisi olan don Juan'la ilk kez 1960'ta tanışmıştır. İlk beş yıl boyunca don Juan'ın gizli bilgisi, Castaneda'yı, batı uygarlığında rastlanmayan kimi kavramlar aracılığıyla, bir güzellikler ve korkunçluklar alemine götürmüştür. Castaneda, sanrılandırıcı bitkileri-peyote, jimson otu ve 'humito' denilen bir mantarı-kullanarak bir takım tinsel varlıklarla, kurt kılığına girmiş şanamlarla ve karga kılığına girmiş 'ölüm'le karşılaştığı deneyimler yaşamıştır. Peyote tanrısı Mescalito'yla üç kez karşılaşmıştır. Ve sonunda, yaşamının, bugüne dek kendisinin de açıklayamadığı güçler tarafından tehdit edildiğini gördüğü dehşetli bir geceden sonra, bir Bilgi Adamı olma çabalarından vazgeçmiştir. Castaneda, bu olağanüstü kitabını, aylar süren bir kararsızlıktan sonra yazmıştır. Çeviri : Nevzat Erkmen

BİR BAŞKA GERÇEKLİK Bambaşka bir düşünce dizgesine yöneltilen çok değişik bir bakış. Don Juan'ın Öğretileri adlı birinci kitabın sonunda, Carlos Castaneda, korkunç bir gecenin sabahında, Bilgi Adamı olma çabalarından nasıl vazgeçtiğini anlatmıştı. Ama üç yıl sonra geri dönüp, Yaqui Brujosu ya da büyücüsü Don Juan'ın kılavuzluğunda çömezliğini sürdürmüştür. Peyote, Jimson otu ve mantarların neden olduğu çok güzel ama ürkünç deneyimleri arasına, don Juan'la yaptığı yer yer eğlenceli, yer yer dokunaklı söyleşileri de serpiştirerek, Castneda yaşamın yüzeysel gerçeklerinin ötesini görebilme uğraşın; istençli çaba göstermeyi, önyargıları bir yana atmayı ve büyük bir yürekliliği gerektiriyor Castaneda'nın uğraşı. İlk kitaptaki serüvenler daha da heyecanlı bir biçimde bu kitapta sürüyor. Çeviri : Nevzat Erkmen



IXTLAN YOLCULUĞU "Benim için dünya esrarengizdir harikulade, ürkütücü, gizlerle dolu, kavranılamazdır o zira; ben senin burada, bu görkemi âlemde, bu görkemli çölde, bu görkemli zamanda olmanın sorumluluğunu üstlenmen gerektiğine inanmanı istedim hep. Her bir eyleminin sonucunu hesaba katmayı öğrenmen gerektiğine inanmanı istedim; zira sen burada kısa aslında, onun tüm görkemlerine tanık olamayacağın denli pek kısa bir süre kalacaksın yalnızca."


*


CARLOS CASTANEDA'NIN TONAL ADASI
Nevzat Erkmen

Yeni yetme bir antropoloji öğrencisi olan Carlos Castaneda'nın bir otobüs durağında Don Juan Matus adıyla bilinen bir Yaqui kızılderiliyse tanışması sonucunda yazdığını iddia ettiği kitaplar; hippi kültürü ve uyuşturucu furyasıyla birlikte giderek ün kazanarak Yeni Çağ gizemciliğinin öncüsü olurken, yazarın kitaplarında bahsettiği Kişisel Geçmişi Silme tekniğini kendi hayatına da uygulaması, ölümünün de yaşamı gibi esrarlı olmasına yol açmıştır. Castaneda'nın geçmişiyle ilgili olarak pek az şey bilinmektedir. Kitapları milyonlarca satan bir yazar olmasına karşın, ölümü de sessiz sedasız gerçekleşmiş, cenaze töreni yapılmamış, cesedinin hemen yakıldığı ve küllerinin Meksika'ya götürüldüğü açıklanmış, doktoru müteveffa hastası hakkında yorum yapmayı reddetmiş, ölüm sertifikasında hatalı bilgiler bulunmuş, bütün bu belirsizlikler de Castaneda'nın kitaplarına inanan kişilerin bir kısmında onun aslında karaciğer kanserinden ölmediği, "içten gelen ateşle" yandığı inancını doğurmuştur.
Bu makalenin amacı Castaneda'nın yazdıklarının gerçek olup olmadığını tartışmak değildir. Bu konu üstüne kitap üstüne kitap yazılmıştır, ancak sunulan bütün kanıtlar İnanmak Zorunda Olma tekniği karşısında işe yaramaz kaldığından, ayrıca Castaneda'nın yansıttığı (veya yarattığı) sistemin inanılırlığı tüm inanç sistemlerindeki gibi tamamen a priori yargılara bağlı olduğundan, kanaatinden emin insanların fikirlerini değiştirebileceklerini sanmıyorum. Yazının amacı Castaneda'nın dokuz kitapta ipuçları halinde verdiği bilgileri son derece kısa (ve yetersiz) bir şekilde düzenleyip özetlemektir.

Toltec Mistisizmi
Don Juan öğrencisi Castaneda'ya yıllarca büyücülüğü öğrettiğini iddia ettikten sonra, aslında bunu sadece ilgisini çekmek için söylediğini, kendisini ve grubunu Seerlar (Gören Kişiler) olarak tanımladığını ve Tolteclerden kalma gizli bir öğretinin uygulayıcısı olduklarını açıklar. Gördükleri şey enerjidir. Sistemin temel ilkesi, evrende enerjinin maddeden önce geldiği ve belirli bir eğitimin ardından saf haliyle görülebileceğidir. Bu inanç Tolteclerin binlerce yıl önce uyuşturucu bitkileri keşfedişine dayanır. Uyuşturucularla birlikte algıları değişen Toltecler, bilim adamlarının titizliği ve filozofların merakıyla gruplar kurarak evrenin ve insanın özüne dair temel soruların yanıtını arar ve somut yanıtlar bulduklarını düşünürler. Vardıkları sonuçlar, evrenin sonsuzca uzanan ve birbirlerini kesen, farkındalık sahibi ipliksi ışınlardan oluştuğudur. Her canlı varlık bu ışınların bir kısmının bir arada toplanmış şeklidir. Bu ışık topluluğuna koza diyen Toltecler, kozanın üstünde parlak bir nokta bulunduğunu fark ederler. Bu noktayı incelediklerinde, dışarıdaki ışınların kozanın içinden geçtiğini ve bu parlak noktadan geçtiği hallerde, dıştaki ışınlarla içteki ışınların aynı olduğu ve temas ettiği durumlarda algının oluştuğunu saptarlar. O parlak nokta bu algı kıvılcımlarını bir araya getirip anlamlı bir dünya oluşturduğu için, ona Birleşme Noktası adını verirler.

Algı Değişimi
Tolteclerin yaptığın en önemli keşiflerden biri, Birleşme Noktası'nın yer değiştirebileceğidir. Birleşme Noktası'nın sayısız algı kıvılcımını birleştirerek, bazılarını eleyip bazılarını vurgulayarak yarattığı dünyalar, canlı varlıkların çocuklarını yetiştirirken onlara öğrettikleri algılayış sisteminin ürünüdür. Bir bebek doğduğunda Birleşme Noktası kaotik bir şekilde kozanın yüzeyinde hareket eder, ancak çevresinde temasa geçtiği her yetişkin onu farkında olmadan Birleşme Noktasını sabitlemeye yöneltir. Her insanın Birleşme Noktası aynı yerde sabitlendiğinden, algılanan dünya da ortaktır. Bir çocuğun Birleşme Noktası kozasının üstünde diğer insanlarınkiyle tam olarak aynı noktaya geldiğinde, çocuk bir tür kulüp üyeliği kazanmış olur ve insanların dünyasında yaşamaya başlar.

İçsel Diyalog
Tolteclerin yaptığı bir başka keşif, insanoğlunun Birleşme Noktası konumunun doğal bir konum olmadığıdır. Bu yüzden türün devamlılığı için insanlık tarihinin bir noktasında mecburen seçildiği sonucuna varırlar. İnsanoğlunun eski Birleşme Noktası konumuna Sessiz Bilgi, yeni konumunaysa Mantık adını veren Toltecler, Birleşme Noktası'nın Mantık konumunda içsel diyalog sayesinde durabildiğine kanaat getirirler. Yaptıkları gözlemlere göre, insanların gördüğü gündelik dünya, aslında onların dünyanın nasıl olduğuna dair fikirlerinin kozanın iç duvarlarından yansıyarak onlara geri dönmesidir. Böylece zincirleme bir tepki sürüp gider. İnsanların dünyaya dair fikirleri dünyalarını şekillendirir ve onlar bu şekillenmiş dünyayı gördükçe aynı fikirleri tekrar düşünerek o bakış açısının sürekliliğini sağlarlar. Bu durumda Tolteclerin doğal olarak vardıkları sonuç, içsel diyaloğun durdurulması halinde Birleşme Noktası'nın sabit konumundan kayarak harekete geçmeye başlayacağı, böylece kozanın diğer kısımlarından geçen ışınlarla temas etmesiyle birlikte yeni dünyaların algılanabileceğidir. Kullandıkları uyuşturucu maddelerin de aslında içsel diyaloğu anlık kesintilere uğratarak Birleşme Noktası'nı harekete geçirdiğini fark ederler. Ancak uyuşturucular vücuda çok zarar verdiğinden, aynı etkiyi yaratacak bir öğreti sistemi kurmaya karar verirler.

Pratikler
Toltecler içsel diyaloğu tamamen kesintiye uğratmak için tek bir yöntem bulunduğuna kanaat getirirler. Doğru Yürüme Tarzı adını verdikleri bu yöntem, gözlerin ufukta bir noktaya dikilmesi ve bakış alanı içindeki her şeyin aynı anda ve odaklanmadan algılanmaya çalışılması, el parmaklarının da her seferinde farklı şekillere sokulması suretiyle yürünmesidir. Böylece algı akımına uğrayan zihnin, içsel diyaloğu sürdüremez hale geleceğine ve duracağına inanırlar. İçsel diyaloğun durduğu bu ana "Dünyayı Durdurmak" adını verirler. Doğru Yürüme Tarzı'nın etkisini çabuklaştırmak için bir dizi egzersiz geliştirirler. Bunlar "Rüya Görme Sanatı" adını taşıyan ve gündelik farkındalığı rüyalara taşımayı amaçlayan bir pratikle birlikte, Kişisel Geçmişi Silmek, Eylemlerin Sorumluluğunu Üstlenmek, Ölümden Tavsiye Almak, Rutinleri Kırmak, Kendini Önemsemekten Kurtulmak, İnanmadan Eyleme Geçmek gibi uygulamalardır. Nihayet bilgi yolunda ilerleyecek kişiyi olabildiğince güçlü kılmak için, Savaşçının Yolu adını verdikleri bir yaşam tarzı geliştirirler.

Kartal
Tolteclerin bunca zahmete girmesinin ardında oldukça pratik bir sebep yatmaktadır: Ölüm. Toltecler evreni enerji haliyle gördüklerinde, tüm bilinç taşıyan ışınların tek bir yerden yayıldığını fark ederler. Bu muazzam varlık bir kartala benzediğinden, ona Kartal adını verirler. Kartal'ı çıplak gözle izleyen pratisyenlerin ölmesi, onları Rüya Görme Sanatı'nı geliştirmeye zorlar. Çünkü rüya gören insanların Birleşme Noktalarının kendiliğinden yer değiştirdiğini gözlemlemişlerdir. Çift adını verdikleri rüya bedenleriyle yaptıkları gözlem, onlara Kartal'ın ölen varlıkların Birleşme Noktalarıyla beslendiğini gösterir. Bir canlı öldüğünde, kozasındaki Birleşme Noktası, o canlının tüm hayat tecrübeleriyle birlikte Kartal tarafından yenmektedir. Tolteclerin vardıkları sonuç, Kartal'ın tüm canlıları hayat tecrübelerinden beslenmek için yarattığıdır. Daha sonra yaptıkları muazzam bir keşif, Kartal'ın tüm anılarını tekrar hatırlamayı başarmış, yani onların birer kopyasını çıkarmış kişileri serbest bıraktığı ve kopyalarla beslenmeyi kabul ettiğidir.

İçten Gelen Ateş
İnsan kozası üstünde Birleşme Noktası'nın sabitlenebileceği sayısız nokta bulunduğuna ve her noktanın bir başka dünyayı yaratabileceğine (birleştirebileceğine) inanan Toltecler, Birleşme Noktası'nın yerinin değiştirilmesine Rüya Görme Sanatı, herhangi bir noktada sabit tutulmasınaysa "İz Sürme Sanatı" adını verirler. Böylece bu iki sistem Toltec gizemciliğinin temelini oluşturur. Birleşme Noktası'nın gittiği her yeni konum, oradaki kullanılmamış enerjileri açığa çıkarmaktadır. Toltecler ölüme alternatif olarak geliştirdikleri bir yöntemle, Birleşme Noktası'nın kozanın etrafında büyük bir hızla döndürülmesi suretiyle ortaya çıkan enerjiyle tamamen enerjiden oluşan bir varlığa dönüşme gibi bir seçeneğin var olduğuna inanmış ve bu şekilde saf enerjiye dönüşen insanların dünya var oldukça yaşayacağını düşünmüşlerdir.

Sonsöz
Castaneda'nın kitapları önce bir antropoloji öğrencisinin tezi olarak başlar, ardından giderek konu üstünde yoğunlaşır ve yazarın konuya artık bir bilim adamı olarak yaklaşmaktan çıktığı itirafıyla birlikte tamamen fantastik bir boyut kazanır. Çoğu kişi tarafından kurgu olarak kabul edilen bu eserler, ister gerçek ister Castaneda'nın hayal gücünün ürünü olsunlar, okunmaya değer bir estetik ve derinlik taşımaktadırlar.

*
Kitapları:
Don Juan Öğretileri, Yaqui Kızılderililerinin Bilgi Yöntemi
Bir Başka Gerçeklik
Ixtlan Yolculuğu, Don Juan'ın Yeni Öğretileri
Erk Öyküleri
İkinci Erk Çemberi
Kartalın Armağanı
İçten Gelen Ateş
Sessizliğin Erki
Rüya Görme Sanatı
Sihirli Geçişler
Zamanın Çarkı
Sonsuzluğun Etkin Yanı

-------------------------------