24 Şubat 2009 Salı

İdeal küreselleşme: Hrönir Gerçekliği


J.L.B’ye

İdeal küreselleşme: Hrönir Gerçekliği


Kasım sonunda Rotterdam’da, bir gazete binasının çatı katında, küçük bir grup Borges’in dünyaca ünlü Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius adlı öyküsünü okuduk. Geçici olarak bir Borges okuma grubu oluşturmuştuk. Bitiminde kartonlara hazırlanmış Borgestanırlık sertifikalarını bölüştük. Hoş entelektüel bir esinti anı şimdi arkada kalan. Tlön’ü üçüncü kez okumaya hazırlanırken yaptığım bir keşfi (daha sonra araştırınca başkalarının da aynı keşfi yaptığını görerek sevindim) o gece arkadaşlarıma da açtım.

Stanislaw Lem, Solaris adlı ünlü bilimkurgu yapıtına Borges’in bu öyküsünden esinlenmiş olabilir.

Solaris gezegenindeki araştırma gemisine gelen Chris Kelvin’i bekleyen gerçeği düşünün. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya ziyaretine gelmiştir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Ama fena halde o değildir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fizik zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Rheya bir çeşit hrönirdir. Chris’in zihninin ürünüdür. Solaris gezegenindeki zeka taşıyan okyanus ise bir Tlön gerçekliğidir. Bu nedenle insanın düz mantığa şartlanmış aklıyla anlaşılamaz.

1940’larda yazılmış öyküyü okuyanlar Tlön gezegeninin tartışma kışkırtıcı kurgusunun Berkeleyci idealizmin üzerine kurulduğunu biliyorlar. Tlön gezegenine ait bilgiler önce dünyada basılan ansiklopedilerde arzı endam ederler. Yirminci yüzyılın başlarındaki basım şartlarında klişeleri hazırlanmamış, dizilmemiş olmalarına rağmen basılmış bazı ansiklopedilerde yer almışlardır. İki arkadaş bunların peşine düşerler ve sonunda bir tanesini ele geçirirler. Ansiklopedinin sözdizininde Tlön bahsi geçmez ama onlarca sayfa bilgi olarak bazı ciltlerde mevcutturlar. Giderek bu kaçak sayfalara daha sık raslanmaktadır. Tlön gerçekliği kendini bizim bilinen dünya gerçekliğine sinsice eklemlemiştir. İdealist sızıntıdır bir çeşit yani.

Borges’in öykülerinin hemen hepsinde olduğu gibi, Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’un da özetlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle bazı pasajlardan örnek vererek hrönire değinmek istiyorum.


Yüzyıllar ve yüzyıllarca süren idealizm, sonuçta gerçekliği de etkilemekten geri durmamıştır. Tlön’ün en eski yörelerinde, kaybolan eşyaların tıpkısının ortaya çıkması sıkça raslanan bir olaydır. İki kişi bir kurşunkalemi ararlar, birincisi kalemi bulur ve sesini çıkarmaz;ikincisi bundan daha az gerçek olmayan, ama kendi beklentilerine daha uygun olan ikinci bir kalem bulur. Bu ikincil nesnelere hrönir denir ve azıcık biçimsiz olmakla birlikte birincilerden biraz daha uzun olurlar. Son zamanlara kadar, hrönirler dalgınlıkla unutkanlığın raslantısal ürünleriydi. Bunların düzenli bir biçimde üretilmesinin yüzyılı bile bulmayan bir geçmişe dayalı oluşu inanılmaz bir şey gibi görünmektedir, ama XI. Cilt bize bunun böyle olduğunu söylemektedir.İlk girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ne var ki, modus operandi (çalışma yöntemleri) anlatılmaya değer. Devlet hapisanelerinin yöneticilerinden biri, tutuklulara tarih öncesinden kalma bir ırmak yatağında bazı mezarlar bulunduğunu ve önemli bir şeyler bulana özgürlüğünü bağışlayacağını söylemişti. Kazı öncesi aylarda tutuklulara bulacakları şeylerin fotoğrafları gösterilmişti. Bu ilk girişim, beklentiyle gerilimin kişiyi engelleyici olabileceğini kanıtladı.,kazma kürekle yapılan bir haftalık çalışma sonucunda hrön olarak, hemen kazı öncesi devre ait paslı bir tekerlekten başka bir şey çıkmadı topraktan. Ama bu gizli tutuldu ve aynı işlem sonradan dört okulda tekrarlandı. Bunlardan üçünde hemen kesin başarısızlıkla karşılaşıldı; dördüncüsünda (ki bunun yöneticisi ilk kazılar sırasında kaza sonucu öldü) öğrenciler altın bir maske, tarihöncesi bir kılıç, iki üç seramik vazo ve göğsünde bugüne kadar çözülemeyen bir yazı bulunan, belden aşağısı kopuk bir kral bedeni çıkardılar – ya da tıpkısını ürettiler. Böylece kazının deneysel niteliğinden haberli olanlara da güvenilemeyeceği ortaya çıktı. Geniş kitlelerce yapılan araştırmalar. Birbirleriyle çelişen eşyalar da çıkardı ortaya; şimdilerde bireysel ve daha hazırlıksız girişimler yeğleniyor. Hrönirlerin düzenli olarak üretilmesi (diyor XI. Cilt) arkeologlara müthiş yararlar sağladı. Bu, günümüzde gelecekten daha az esnek ve yumuşakbaşlı olmayan geçmişin sorgulanmasını ve hatta dönüştürülmesini mümkün kıldı.
……

Tlön’deki eşyaların tıpkısı ortaya çıkıyor dedik; eşyalar aynı zamanda siliniyor bozulma eğilimi de gösteriyor ve unutulduklarında ayrıntıları kayboluyor. En iyi bilinen örnek, bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğündeyse yokolan kapı eşiğidir. Zaman zaman birkaç kuşun ya da bir atın, açıkhava tiyatrosu kalıntılarını kurtardığı olmuştur.

Uzun öykü ironik ve her kafadan şaşkolozvari itiraz hışırtıları fışırdatan şu cümlelerle sona erer.

İngilizler, Fransızlar ve İspanyolcuklar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak. Ben bütün bunlara hiç aldırış etmeden Adrogue’deki otelde geçen günlerimin tüm sessizliği içinde, Browne’un Urn Burial’ının Quevedo tarzı bir çevirisini yapmakla uğraşıyorum – çeviriye pek güvenim yok, yayımlamayı düşünmüyorum.
Fatih Özgüven’in çevirisiyle:Yolları çatallaşan bahçe,
Can yayınları, 1985

Totalitarizme ürkek bir eleştiri içeren dedektifvari kurgu, edebi kritikler, dil ve dilkökenbilim değinmeleriyle tıka basa yüklü öyküyü henüz basılmamış en yeni Tlön ansiklopedisinde bir eğretileme olarak bırakıp hrönirleri ele alalım.

Dünya Tlönleşirken diller, bilim, sanat ve daha da önemlisi ruh hallerimiz yeniden şekillenecek. Şu anda bizleri tanımlayan ve aramıza sınırlar çeken her şey hızla kağşayıp, değişip yenilenecek. Ve yüz ciltlik muhteşem Tlön ansiklopedisi her kitapçıda, her kütüphanede bulunur hale gelecek. O günlerde hayatımız baştan aşağı bir hrönir gerçekliğiyle yüklü olacak.

Bu değişim yavaş yavaş ivmelenecek, ama sonucun içine nano tepkimeleri bile aşan bir hızla dalacağız. Masallardaki göz açıp kapamayla ulaşılan beldelerde yaşanankilere benzer bir değişme olmayacak bu. O diyarlara gidenler eski bilinçlerini kuşanmış olduklarından gördükleri şeylere şaşıp kalırlar. Tlön gerçekliğine tamamen geçildiğinde şaşkınlığın yerini huşu soslu hafif, ama sürekli bir merak beklentisi alacak.

Hrönirleşme en ütopik ve kurnaz bakışın bile hayal edemediği mükemmelikte bir küreselleşme yaratacak. Şu anlarda can çekiştiği için iyice vahşileşen kapitalizm en ilkel sınırlarına çekilecek ve sonlanacak. Lüks tüketimi duracak. Çünkü en lüks maddelerin anında üretim gerektirmeyen kopyalarıyla dolacak ortalık. Hiçbir nesne, son moda giyim eşyası, hatta sofistike aparatlar bile kimseye züppelik yapma ve ayrıcalık yaşama fırsatı vermeyecek. Sol devrim denemelerinin başaramadığı şeyi hrönirleştirebildiklerimiz başaracak. Lüks tüketimi durunca kapitalizm de duracak.

Hrönirleşme gerçekliğinde seçim yapılmayacak, ama ideal demokrasi altın devrini yaşayacak. Çünkü oylamalar, aday tespitleri, idareciler, bakanlar ve küresel cumhurbaşkanı belli güçlerin bürolarında tespit edilemeyecek artık. Hergün güneş doğarken raslantısal bir piyangonun, zihinler arası etkileşimin fırdöndüsü ya da, etkisiyle idareci kadro yenilenecek. Hiçbir makam, iktidar, mevki, birkaç haftadan uzun süremeyecek. Kimse çocuklarına iktidar ve kapital devredemeyecek. Kraliyetler, cemaatler, esoterik kurumların hepsi dağılıp bu fırdöndüsel piyangonun etkisine tabi olacaklar. Meslekler, uzmanlıklar herkesin malı olacak. Kalifiye olmayan işler herkesin elini öpecek. Bir sabah masanızın üzerinde kendi kendine beliren bir zarfta o gün, bir hafta ya da en fazla iki üç hafta boyunca yaş, cinsiyet ve zihin kalibrenize uygun olarak kasaplık, terzilik, hamallık, çiftçilik, öğrencilik, laborantlık, aylaklık ya da küresel dünyanın cumhurbaşkanlığını yapacaksınız. Bir anda eski işinizin belleğinizdeki kayıtları gevşeyecek ve yeni işinize uyarlanacaksınız.

Süpermarketler yerini mahalle bakkallarına, bakkallar da şahsi üretime bırakacaklar. Giyecekler, makamlar, para ve tahviller gibi yiyecekler de hrönirleşecekler. Mahalle bakkalları birer birer ortadan kalktığında tarım üretimi kendini epey sınırlamak zorunda kalacak, ama tamamen sonlanmayacak. Pırasa ekip pancar biçmek, pancarları eve götürürken bazılarının patlıcana dönüşmesine alışılacak. Hergün beliren yeni bir maydanoz çeşidine ad vermekte direnenler çıkacak. Kapkalın defterlere yazdıkları adlar sayfalardan taşıp sokaklara dökülecekler. İnsanlar yeniden sebze meyve toplayıcı çağlarına geri dönecekler. Çocuklar ve yaşlılar çıtır çıtır taze ekmeği, peyniri, domatesi bakkaldan almaktansa ağaç tepelerinden toplamayı yeğleyecekler. Tüfekle, okla yayla yapılan avcılık bitecek. Geyiğin zihni de hrönir tuttuğundan avcıya kaya parçası gibi görünecek. Son tüfek te değişip başka bir şeye dönüşene kadar avcılar geyik sanıp kayalara, kuş sanıp ağaç dallarında yetişen muz kokulu karpuzlara ateş edip duracaklar. Balıkçılık da bitecek. Oltalar sarmaşıklaşmadan önce teknelere mercan parçaları çekip duracaklar.

Hayvansal protein kaynağı hayvanlar olmaktan çıkacak. Bütün gerekli aminoasitleri kendimiz ağaç dallarında, yastıklarımızn altında, bazı günlerde yarı şaka olarak boş ayakkabılarımızın içinde çeşitli renklerde lezzetli nohutçuklar olarak bulacağız.

Enerji sorunu denen şey kökünden yokolacak. Herkes kendi ışığı ve ısısıyla haşır neşir olacak. Bir zamanlar benzin, gaz yakarak, atomun çekirdeğini parçalayarak enerji elde edildiğini hatırlayan tek bir kişi bile kalmayacak. Zihnimiz şişe, hrönirleşme cin olacak ve istekten türeyen çevre kirletmeyen enerji çeşitlerine gark olacağız.

Psikoanaliz, antidepresan, yoga, meditasyon, alkollu içki tüketimi, eroin, kokain ve esrar kullanımı tarihe karışacak. Hrönir gerçekliğinde kafa sürekli bu aşamalar ve işlem zenginliği üzerine kurulduğundan hep yüksek durumda kalacak. Kimse kendini uzun süreli meyus, depresif, gamlı ve kederli durumda tutamayacak. Bu tür arızalar maziden ekolanmış uyuzluklar olarak kısa süreli ziyaretlerde bulunabilecekler sadece.

Zaman da hröniroidsel bir kıvamda akacak. Takvimler, saatli radyolar falan anlamsızlaşacaklar. Kimse bugün günlerden ne diye sormayacak. Saat taşımak anlamsızlaşacak. Randevu diye bir şey kalmayacak. Görüşmek istediğiniz kimseye inşallah, umarım, yakında kelimelerinden birini kullanmanız yetecek. O kimseyi anı gelip gördüğünüzde bunun rasgele meydana geldiğini, ama ikinizin de hoşunuza giden bir tesadüf olduğunu düşüneceksiniz.

Gelecek tasası tamamen ortadan kalkacak. Yaşlılık bir sürü engellerle kuşatılma hali olmayacak artık. Ölüm baki kalacak. Bir an gelip diğerleri için arkada bıraktığı izlerle hatırlanan biri olacaksınız. Eskiden ölümsüz ruh denen şey bu izlerin direnginliği, aynı şeyi isteyenlerin şevkli bellek desteği olacak. Siz hatırladığınız için varkalan malzeme başkaları tarafından özenle belleklerine kazınacak. Kayıtları tutulacak. Bu kayıtlardan dev arşivler peydahlanacak. Rüyalarda bu arşivleri ziyaret ederek ölülerle sohbet etmek mümkün olacak. Arşiv tozu kıpır kıpırlığı diye bir laf sık sık kullanılacak.

Mükemmelüstü, nirvana ötesi demeli belki, küreselleşmede tek bir gezegen ailesi mevcut olacak. Bu nedenle savaşlar, seri cinayetler, boks maçları, kavgalar ve intiharlar mazinin baskısıyla zar zor hatırlanabilen eski marifetler olarak kalacaklar. Ordu, rütbe, tank, tüfek, biyolojik, kimyasal ve nükleer silah kelimeleri yavaş yavaş unutulacak. En zor çapraz bulmacalarda alın kırıştıran kelimelere dönüşecekler.

Orospuluk ve buna dayalı olarak pezevenklik, randevu evleri, kerhaneler falan tarihe karışacak. Mastürbasyon yapmak da. Çünkü hrönir
gerçekliğinde cinselliğin çağrısı anında en ehven karşılığını bulacak.

İyilikler, yapılmaya fırsat bulunan kabahatler, kötücül şakalar falan hep toplumsal belleğin parçası olarak kalacak. Bu nedenle hrönir hareketililğinin en hızlı etkileşim sürecine tabi olacaklar. Birinin kafasına taş indirmek isteyen biri son saniyede taşın bir demet kurumuş papatyaya dönüştüğünü görerek sevinecek. Bir diğerine takılan çelme onu düşürmek yerine ünlü bir baleden hoş ve kısa bir alıntı yaptırtacak. Seyredenler, eşek şakasını icra eden de dahil alkışlayacaklar.

Restoranlarda mönü kartları bulunmayacak. Aralarındaki fark da bitecek. Önünüze gelen yemek aklın sınır berisiyle güç bela sezilen bir sistematiğin seçimi sonucu zaten ağız tadınıza uygun olacak.

Para, çek, kredi kartı uygulamaları sıfırlanacak. Emek ve takasın doğru orantılı mevcudiyeti bankaları gereksiz kılacak. Ve şehirlerin en iyi yerlerini ele geçirmiş olan banka binaları kütüphanelere dönüştürülecek.

İnsanların önemli bir kısmı evden çıkıp işe falan gitmeyecek. İşler, güçler ve idare evlerden, mahallelerden de yönetilebilecek. Şehirlere doluşmuş nüfus yavaşça kırsala çekilecek. Şehirlerin vaadedebileceği tek bir üstünlük kalmayınca, iletişimin zihinle yapılması nedeniyle mobil telefonların, internetin, uyduların, kablolu telefonun işlevi de bitecek. Televizyon şirketleriyse çoktan tarihe karışmış olacak.

Artık küçük çocuklar için ne kreş, ne de oyun bahçesi inşa etmeye gerek kalmayacak. Oyun beklenmedik belirmelerle her yaşta ve aldığınız her solukta zaten var olacak. Pedagoji denen bilim dalı kendini bu gerçekliğe uyarlayıp iptal edecek.

Bilimler de tümden değişikliğe uğrayacak haliyle. Sosyoloji, felsefe ve psikolojinin yanı sıra en başta tarih bilimi tarihe karışacak. Mazi geleceğe basınç yapamadığında, kayda kuyda da gerek kalmayacağından tarih kitapları tarihe karışacak. Bir zamanlar tarih bilinci denen şey anın yetkin tasavvuru formatına dönüşecek. Fizik manyetik alanlar arası ilişkilerin farfaralı trafiği konularını işleyecek. Matematik denklemleri ilk kez herkese hitap edebilmenin hazzıyla kağıt yüzeylerden, kara tahtalardan sıyrılıp üç küsur boyut kazanacaklar. Kimya deneyleri bil bakalım tüpten bu defa ne çıkacak oyununa dönüşecek. C + O2 = H2S denklemi bazı tişörtlerin ön yüzlerinde zaman zaman belirip yokolacak.

Birbirinden berbat ve kötücül ruhlu filmlerden de kurtulacağız. Ücretli, havalı, afurlu tafurlu aktörlük, yönetmenlik falan bitecek. Bütün videotekler kapanacak. Bazı sinema salonları kalacak, bazıları yok olup gidecek. Kalanlar her an, her dakika başka başka, nabza, isteğe göre filmlere beşik olacaklar. Kar kristallerinin, parmak izlerinin tekinin bile diğeriyle aynı olmadığı gibi, diğeriyle tamamen aynı tek bir film mevcut olmayacak. Film sayısı gezegende yaşayan zihin sayısının onlarca, yüzlerce katına ulaşacak.

Sayısız kulüpler ve cemiyetler kurulup bozulacaklar. Hiçbir üye diğerinden daha kıdemli olmayacak. Herkes potansiyel kurucu üye sıfatıyla doğacak. Birisi herkes, herkes birisi ya da birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için sözleri bu gerçeklikte hiçbir mana ifade etmeyecek.

Daha da ilginci belki, bazı kimseler gökte akıllı yıldızların göz kırptığını, ışığın mana taşıdığını görmenin mahçup şaşkınlığını yaşayacaklar.

Bir dakika... Bunları yazarken masamın üzerinde beyaz bir zarf belirdi. Açıyorum. Yarın sabahtan itibaren hrönir gerçekliğinin yeni cumhurbaşkanı ben olacakmışım. Bugün mahallenin çöplerini toplayan takımdaydım. Dün ne iş yaptığımı ise hatırlamıyorum.
Aralık 2007 Amsterdam
-------------------------------------------

12 Şubat 2009 Perşembe

Akbabanın Bugünleri


Akbabanın Bugünleri



Higgins: Bu basitçe ekonomik bir durum. Bugün petrol tamam. On, on beş yıl sonra yiyecek, Plutonyum. Belki daha önce bile. Sen halkın ne yapacağını düşünüyorsun?
Joe: Onlara sordun mu?
Higgins: Şimdi değil. Sırası geldiğinde. Kaynaklar tükendiğinde. Sor bakalım motorları durduğu zaman. Açlığın ne olduğunu bilmeyenler aç kaldığında sor. Bir şeyi bilmen lazım. Bize onlara sormamızı istemeyecekler. Bize bunları temin edin diyecekler.



Akbabanın üç günü

1975 yapımı, Sydney Pollack’ın yönettiği Akbaba’nın üç günü(three days of the condor) filmini geçenlerde yeniden izledim. Joe Turner(Robert Redford) araştırma uzmanı olarak çalıştığı CIA’ya ait bürodaki herkes bir baskınla öldürülür. Şans eseri kurtulan ve tek başına kalan Turner evine bile gidemez duruma gelir. İronik bir şekilde CIA’nın katilleri peşindedir. Zor kullanarak Kathy (Faye Dunaway) adlı bir genç kadının evine sığınır. Ne olup bittiğini anlamaya çalışır. Bu üç günün hikayesidir film ve otuz küsur yıl sonra dahi hâlâ heyecanla seyredilebilmektedir. Daha da ilginci, filmin konusu inanılmaz günceldir.

Hemen öncesinde de 2007 yılı çıkışlı Son Ültimatom (The Bourne ultimatum) izlemiştim. Serinin yeni bölümünde Jason Bourne, yeni bir gelecek bulabilmek için kendi geçmişindeki izleri yakalamaya devam eder. Gerçek Jason Bourne‘i bulma çabasına devam ederken Moskova‘dan Paris, Londra, Tanca (Fas) ve New York‘a uzanan geniş bir alanda seyahat etmek; sürekli manevralarla her an peşinde olan yüzlerce polisi, federal ajanları ve Interpol ajanlarını safdışı etmek zorunda kalıyordu. Serinin önceki iki filmi olan “The Bourne Identity” (2002) ve “The Bourne Supremacy” (2004) dünya çapında büyük ilgi görmüş, toplam gişe hasılatları yarım milyar doları aşmıştı.


Robert Ludlum’ün okuyucuları bilirler, Bourne’nun ilk kitabı Bourne kimliği başlığıyla 1980’de yayımlandı. Ludlum 2001 yılında öldükten sonra çeşitli yazarlar yarım kalan çalışmalarını tamamlayıp onun adıyla piyasaya çıkardılar. Bunların en ünlüsü filmlerinin çok iyi iş yapması nedeniyle Eric Van Lustbaders’ın yazdığı Bourne dizisi oldu.


Akbabanın üç günü’nde Joe Turner CIA adına sivil bir büroda çalışan bir entelektüeldir. Büro arkadaşlarının neden katledildiğini hemen anlayamaz. Kathy’e durumunu şöyle izah eder.

Joe : Dinle, ben CIA için çalışıyorum. Casus değilim. Ben kitap okurum. Biz dünyada basılmış her şeyi okuruz. Biz bunların konularını bilgisayara işleriz. Bilgisayar bunları kontrol eder ve güncel CIA planları ve operasyonlarına karşı bir şey olup olmadığını saptar. Biz serüvenleri, romanları ve gazeteleri okuruz. Kim böyle bir mesleği icat etmiştir?


Filmde yüksek tempolu gerilimin arasına sıkıştırılmış nefis bir romans mevcuttur. Kathy ve Joe arasındaki konuşmalara kulak verelim biraz.


Kathy: Sen bana şahsi sorular sorabiliyorsun. Bu silah sana bana kaba davranma hakkı veriyor.
Joe: Kabaca. Sana kaba mı davrandım?
Kathy: Evet. Ne yapıyorsun evimde?
Joe: Ben… Ben…
Kathy: Her şeyimi ele geçirdin. Güç kullanarak…
Joe: Tecavüz ettim mi peki?
Kathy: Gece henüz genç.
*
Kathy: Sen… Çeşitli ve çok hoş kalitelere sahipsin.
Joe: Ne gibi kaliteler?
Kathy: İyi bakan gözlerin var. Nazik değil, ama yalan söylemeyen. Onlar çok bakmıyorlar, ama hiçbir şeyi de kaçırmıyorlar. Bu tür gözleri kullanabilirdim.
*
Kathy: Bazen beni sevmeyen fotoğraflar çekerim. Ama onları hoşuma giden şekilde çekerim. Öyle olmalı. Bu fotoğrafları atacağım.
Joe: Bu fotoğraflara bakmak hoşuma gidiyor.
Kathy: Biz birbirimizi iyi tanımıyoruz.
Joe: İyi tanıdığın biri var mı?
Kathy: Seni çok iyi tanımak istediğimi düşünmüyorum. Senin çok yaşayacağını düşünmüyorum.
Joe: Bakarsın seni şaşırtırım.



Joe Turner ve Jason Bourne tip olarak çok farklıdırlar. Joe Turner zekası ve mantığıyla olayı kavramaya çalışırken, belleği yenilenmeye başlayan Bourne ortalığı kırıp dökmeğe başlar. Bourne filmlerinde Akbaba’nın üç günü’nde olan nerd (kamil aydın) atmosferi, romansı ve harika zekice düşünülmüş diyalogları bulmak imkânsızdır. Sevdiği kadın bile intikam duyguları güçlü olsun diye öldürülmek üzere vardır sanki.


Amatör Joe Turner’in içinde bulunduğu hassas durum Joubert (Max von Sydow) adlı kiralık katil tarafından dostça bir uyarı şeklinde şöyle dile getirilir.


Joe: New York’a geri dönmek istiyorum.
Joubert: Orada pek bir geleceğin yok. Şöyle olacak. Yürüyor olacaksın. İlkbaharın ilk güneşli gününde belki. Ve bir araba yanına yaklaşacak ve kapısı açılacak, tanıdığın biri, güvendiğin hatta, arabadan çıkacak. O sana gülümseyecek ve gülümsemeye devam edecek. Sana arabaya binmeni teklif edecek. Ve… (Joe’ya tabancasını geri verir) o gün için.


Joe Turner iyice çaresiz durumdadır. New York Times gazetesine giderek her şeyi anlatmaya karar verdiğini CIA ajanı Higgins’e (Cliff Robertson) açacaktır. Öncesinde şu konuşma cereyan eder.


Higgins: Bu basitçe ekonomik bir durum. Bugün petrol tamam. On, on beş yıl sonra yiyecek, Plutonyum. Belki daha bile önce. Sen halkın ne yapacağını düşünüyorsun?
Joe: Onlara sordun mu?
Higgins: Şimdi değil. Sırası geldiğinde. Kaynaklar tükendiğinde. Sor bakalım motorları durduğu zaman. Açlığın ne olduğunu bilmeyenler aç kaldığında sor. Bir şeyi bilmen lazım. Bize onlara sormamızı istemeyecekler. Bize bunları temin edin diyecekler.
Joe: Siz ne tip bir insansınız yahu? Siz yalan yüzünden foyanızın ortaya çıkmamasını gerçeği anlatmak şeklinde algılıyorsunuz.


Filmin son sahnesinde arka planda gazete binasını görürüz. Kalabalık bir caddedir. Higgins bu son çareye başvuracağını söyleyip ondan ayrılarak kalabalığa karışmak üzere olan Joe Turner’in arkasından şöyle seslenir.

Higgins:Hey, Turner! Onların öykünü basacaklarını nereden biliyorsun? Şimdi yürüyebilirsin. Ama nereye kadar eğer yayınlamazlarsa.
Joe: Yayınlayacaklar.
Higgins: Nereden biliyorsun?



Jason Bourne Kondorun üç günü filmini izleyip ders aldığından olacak kimliğini ve dönen dolapları keşfettikten sonra gazetelere gitmeye kalkışmaz. Kendine Kathy cinsinden biri de bulamayacağını iyi biliyordur sanki. Jason Bourne son filminde Fas’ta evlerin damlarından atlar, zıplar, dövüşür, silah kullanır ve sonunda şahsi zaferini kazanır. Tek kişilik ordudur. Kendi adına hareket eder. Tek başınadır ve bu nedenden öykünün inandırıcılığı sıfırın sağına yapışmış durumdadır. Aksiyon filmi olarak başarılıdır, ama Bourne’u ciddiye almanız mümkün değildir. Özellikle filmde bir çizgi roman kahramanı gibidir.


Birkaç yıl içinde Bourne dizisinin dördüncü kitabı ve filmi de piyasalara arzı endam edebilir. O da kasaları doldurma başarısı kazanabilir, ama öykünün inandırıcılık yanı su aldığı için giderek batan bir sandala benzemeye devam edecektir.


Yeni Joe Turner filmlerini dünya ahalisi sabırsızlıkla bekliyor.