25 Aralık 2008 Perşembe

Neo-Liberalist Küreselleşmenin sonu ve Bumerang pabuçları













Neo-Liberal Küreselleşmenin sonu ve Bumerang pabuçları.

Iraklı gazeteci Muntasar El Zeydi'nin ABD Cumhurbaşkanı W. Bush’a ayakkabı fırlatması bir devrin sona ermesinin mizah yüklü bir simgesi.
Immanuel Wallerstein aşağıdakı yazısında Neo-Liberal Küreselleşmenin muhtemel sonundan söz etmekte.

NOT:

1 - Ayakkabılarıma uzun don lastikleri takarak bumeranglı ayakkabılar imal ettim.

2 - Hepinizin yeni yılını Neo-L. Küreselleşmesiz olarak kutluyorum.






Immanuel Wallerstein
2008: Neo-liberal Küreselleşmenin Sonu
1 Şubat 2008
Çeviren: Açalya Temel

Neo-liberal küreselleşme ideolojisi 1980’lerin başından beri yükselişteydi. Aksi iddia edilse de, bu ideoloji modern dünya-sistemin tarihinde aslında yeni bir düşünce değildir. Dünyadaki hükümetlerin, dünya pazarında başarılı olma çabasındaki büyük, etkin işletmelerin yolundan çekilmesi gerektiği düşüncesi kadar eskidir. Bunun ilk politik sonucu, bu işletmelerin mal ve sermayeleri ile tüm sınırları serbestçe aşmalarına tüm hükümetlerin izin vermesi gerekliliğiydi. İkincisi, tüm hükümetlerin, üretken işletmelerin mülk sahibi olma rolünden sıyrılması ve ellerinde ne varsa özelleştirmesiydi. Üçüncüsü ise, yine tüm hükümetlerin toplumsal refaha yönelik transfer harcamalarını tamamen kaldırmasa da en aza indirmesiydi. Bu eski düşünce her zaman dönemsel olarak moda olagelmiştir.



1980’lerde bu düşünceler, tüm dünyada birçok ülkede üstün gelmekte olan ve bir o kadar eski Keynesyen ve/veya sosyalist görüşlere karşı görüş olarak önerildi. Bunlar [Keynesyen ve/veya sosyalist görüşler] ekonomilerin karma olması gerektiği (devlet artı özel girişim), hükümetlerin vatandaşlarını yabancı tekelvâri şirketlerin soygunculuğundan koruması gerektiği, hükümetlerin hali vakti yerinde olmayan sakinlerine yarar aktarımında bulunmasıyla (özellikle eğitim, sağlık ve gelir düzeylerinin yaşanabilir düzeyde tutulması) yaşam şansını eşitlemeye çalışması gerektiği yolundaydı. Bu da elbette daha iyi durumdakilerin ve şirketlerin vergilendirilmesini gerektiriyordu.



Neo-liberal küreselleşme programı, 1945 sonrasında başlayıp 1970’lerin başına dek devam eden ve Keynesyen ve/veya Sosyalist görüşlerin hakimiyetini destekleyen, küresel ölçekteki benzersiz büyümenin ardından tüm dünyada baş gösteren durgunluktan faydalandı. Kârlardaki bu durgunluk özellikle de Küresel Güney’de ve Sosyalist Blok denen ülkelerde olmak üzere çok sayıda ülkede ödemeler dengesi sorunlarına yol açtı. Neo-liberal karşı taarruzun başını çekenlerse Birleşik Devletler ve Büyük Britanya’nın sağcı hükümetleri (Reagan ve Thatcher) ve iki ana hükümetlerarası finans kurumu, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası idi. Bunların birleşimi, Washington Konsensüsü’nü yarattı ve güçlendirdi. Bu ortaklaşa politikanın sloganı Bayan Thatcher’ın icadıydı: TINA (“There is No alternative”; yani “Başka Alternatif Yok”) Bu slogan, tüm hükümetlere politika önerilerine uymaları gerektiği, aksi takdirde yavaş büyümeyle ve karşı karşıya gelebilecekleri herhangi bir güçlükte uluslararası yardım isteklerinin reddedilmesi ile cezalandırılabilecekleri mesajını vermek için tasarlanmıştı.
Washington Konsensüsü herkese yeniden ekonomik büyüme ve küresel durgunluktan çıkış yolu vaat ediyordu. Neo-liberal küreselleşmenin taraftarları politik olarak oldukça başarılıydı. Küresel Güney’de, Sosyalist Blok’ta ve güçlü Batı ülkelerinde hükümetler değiştikçe, özelleşen endüstriler sınırlarını ticarete ve malî işlemlere açtılar ve refah devletini küçülttüler. Sosyalist fikirler, hatta Keynesyen fikirler kamuoyunda itibar kaybetti ve politik elitler tarafından terk edildi. Bunun en dramatik sonuçları ise, eski Sovyetler Birliği ve Doğu ve Orta Avrupa’da Komünist rejimlerin çöküşü ve buna ilaveten halâ ismen Sosyalist olan Çin’de piyasa dostu politikaların benimsenmesi oldu.



Bu büyük politik başarının tek sorunu ekonomik başarıyla perçinlenememesiydi. Tüm dünyada endüstriyel işletmelerde yaşanan durgunluk devam etti. Hisse senedi piyasalarında yükselen dalga üretimden sağlanan kârlardan değil, spekülatif finansal manipülasyondan kaynaklanıyordu. Dünyada ve ülkeler dahilinde gelir dağılımı oldukça çarpıklaştı. Dünya nüfusunun en tepedeki yüzde 10’unun ve özellikle yüzde 1’inin gelirinde muazzam artış olurken geri kalanın reel gelirlerinde düşüş yaşandı.



Serbest “piyasa”nın zaferlerine ilişkin rüyadan 1990’ların ortalarına gelindiğinde uyanılmaya başlandı. Bunu çeşitli gelişmelerde görmek mümkün: birçok ülkede nispeten daha toplumsal refah odaklı hükümetlerin iktidara gelmesi, hükümetlerin korumacı politikalara geri dönmesinin yeniden talep edilmesi, özellikle emek hareketleri ve tarım işçileri örgütlerinin “başka bir dünya mümkün” sloganıyla alternatif küreselleşme hareketini tüm dünyada geliştirmesi gibi.
Bu politik tepki yavaş ama sağlam büyüdü. Bu sırada neo-liberal küreselleşmenin savunucuları bunda ısrar etmeye devam etmekle kalmadı, Bush rejimi vasıtasıyla baskılarını arttırdı. Bush hükümeti bunun yanında (üst gelir grubuna hitabeden vergi indirimleriyle) daha çarpık bir gelir dağılımını ve (Irak işgali ile) tek taraflı maçomilitarist bir dış politikayı teşvik etti. Bunu, ABD hazine bonolarını, dünya enerji arzını ve ucuz üretim tesislerini kontrol edenlere satmak yoluyla giriştiği fantastik bir borçlanma ile finanse etti.



Sadece borsa göstergelerine bakılacak olursa, kağıt üzerinde her şey iyi görünebilir. Ne var ki, patlamak zorunda olan bir süper-kredi balonu var. Irak işgali (artı Afganistan, artı Pakistan) büyük bir askeri ve politik fiyaskonun kanıtları. Birleşik Devletler’in ekonomik sağlamlığına duyulan güven doların radikal düşüşüyle sarsıldı. Dünya hisse senedi piyasaları da, balon patlamaya yaklaştıkça korkudan titriyor.



Öyleyse hükümetlerin ve halkların içine çekildiği politik sonuçlar nelerdir? Ufukta dört sonuç görünüyor. İlki, Dolar’ın dünyanın rezerv parası olma rolünün sona ermesidir ki, bu hem Birleşik Devletler hükümetinin hem de tüketicilerinin süper-borçlanma politikasının devamını olanaksız kılacaktır. İkincisi hem Küresel Kuzey hem de Küresel Güney’de yüksek dozda korumacılığa geri dönülmesidir. Üçüncüsü, batmakta olan işletmelere devletin el koyması ve Keynesyen önlemlerin uygulanmasıdır. Sonuncusu, toplumsal-refaha yönelik yeniden bölüşüm politikalarının geri dönüşüdür.



Politik denge geriye doğru bir salınım yapıyor. Bundan yaklaşık on yıl sonra neo-liberal küreselleşme, dünya-ekonominin tarihininde bir çevrimsel salınım olarak kaydedilecek. Asıl soru bu aşamanın sona erip ermediği değil, geriye doğru salınımın geçmişteki gibi, dünya-sistemde göreli bir denge durumunu tesis edip edemeyeceğidir. Yoksa çok fazla hasar mı oluştu? Yoksa bugün, dünya-ekonomide ve dolayısıyla bütün olarak dünya-sistemde daha vahşi bir kaosun mu ortasındayız?

*

Commentary No. 226, Feb. 1, 2008
"2008: The Demise of Neoliberal Globalization"
by Immanuel Wallerstein
The ideology of neoliberal globalization has been on a roll since the early 1980s. It was not in fact a new idea in the history of the modern world-system, although it claimed to be one. It was rather the very old idea that the governments of the world should get out of the way of large, efficient enterprises in their efforts to prevail in the world market. The first policy implication was that governments, all governments, should permit these corporations freely to cross every frontier with their goods and their capital. The second policy implication was that the governments, all governments, should renounce any role as owners themselves of these productive enterprises, privatizing whatever they own. And the third policy implication was that governments, all governments, should minimize, if not eliminate, any and all kinds of social welfare transfer payments to their populations. This old idea had always been cyclically in fashion.

In the 1980s, these ideas were proposed as a counterview to the equally old Keynesian and/or socialist views that had been prevailing in most countries around the world: that economies should be mixed (state plus private enterprises); that governments should protect their citizens from the depredations of foreign-owned quasi-monopolist corporations; and that governments should try to equalize life chances by transferring benefits to their less well-off residents (especially education, health, and lifetime guarantees of income levels), which required of course taxation of better-off residents and corporate enterprises.

The program of neoliberal globalization took advantage of the worldwide profit stagnation that began after a long period of unprecedented global expansion in the post-1945 period up to the beginning of the 1970s, which had encouraged the Keynesian and/or socialist views to dominate policy. The profit stagnation created balance-of-payments problems for a very large number of the world's governments, especially in the global South and the so-called socialist bloc of nations. The neoliberal counteroffensive was led by the right-wing governments of the United States and Great Britain (Reagan and Thatcher) plus the two main intergovernmental financial agencies - the International Monetary Fund and the World Bank, and these jointly created and enforced what came to be called the Washington Consensus. The slogan of this global joint policy was coined by Mrs. Thatcher: TINA, or There is No Alternative. The slogan was intended to convey to all governments that they had to fall in line with the policy recommendations, or they would be punished by slow growth and the refusal of international assistance in any difficulties they might face.

The Washington Consensus promised renewed economic growth to everyone and a way out of the global profit stagnation. Politically, the proponents of neoliberal globalization were highly successful. Government after government - in the global South, in the socialist bloc, and in the strong Western countries - privatized industries, opened their frontiers to trade and financial transactions, and cut back on the welfare state. Socialist ideas, even Keynesian ideas, were largely discredited in public opinion and renounced by political elites. The most dramatic visible consequence was the fall of the Communist regimes in east-central Europe and the former Soviet Union plus the adoption of a market-friendly policy by still-nominally socialist China.

The only problem with this great political success was that it was not matched by economic success. The profit stagnation in industrial enterprises worldwide continued. The surge upward of the stock markets everywhere was based not on productive profits but largely on speculative financial manipulations. The distribution of income worldwide and within countries became very skewed - a massive increase in the income of the top 10% and especially of the top 1% of the world's populations, but a decline in real income of much of the rest of the world's populations.

Disillusionment with the glories of an unrestrained "market" began to set in by the mid-1990s. This could be seen in many developments: the return to power of more social-welfare-oriented governments in many countries; the turn back to calling for government protectionist policies, especially by labor movements and organizations of rural workers; the worldwide growth of an alterglobalization movement whose slogan was "another world is possible."

This political reaction grew slowly but steadily. Meanwhile, the proponents of neoliberal globalization not only persisted but increased their pressure with the regime of George W. Bush. Bush's government pushed simultaneously more distorted income distribution (via very large tax cuts for the very well-off) and a foreign policy of unilateral macho militarism (the Iraq invasion). It financed this by a fantastic expansion of borrowing (indebtedness) via the sale of U.S. treasury bonds to the controllers of world energy supplies and low-cost production facilities.

It looked good on paper, if all one read were the figures on the stock markets. But it was a super-credit bubble that was bound to burst, and is now bursting. The Iraq invasion (plus Afghanistan plus Pakistan) are proving a great military and political fiasco. The economic solidity of the United States has been discredited, causing a radical fall in the dollar. And the stock markets of the world are trembling as they face the pricking of the bubble.

So what are the policy conclusions that governments and populations are drawing? There seem to be four in the offing. The first is the end of the role of the U.S. dollar as the reserve currency of the world, which renders impossible the continuance of the policy of super-indebtedness of both the government of the United States and its consumers. The second is the return to a high degree of protectionism, both in the global North and the global South. The third is the return of state acquisition of failing enterprises and the implementation of Keynesian measures. The last is the return of more social-welfare redistributive policies.

The political balance is swinging back. Neoliberal globalization will be written about ten years from now as a cyclical swing in the history of the capitalist world-economy. The real question is not whether this phase is over but whether the swing back will be able, as in the past, to restore a state of relative equilibrium in the world-system. Or has too much damage been done? And are we now in for more violent chaos in the world-economy and therefore in the world-system as a whole?

11 Aralık 2008 Perşembe

Yeni bir Marx mümkün mü?


Yeni bir Marx mümkün mü?


LUCIEN SEVE

Türkçesi: Pınar Mansur


Le Monde diplomatique Türkiye ilk Türkçe sayısında Marx'ı kapak yapıyor. Avrupalı sosyalist partilerin hor gördüğü ve üniversitelerin tedavülden kaldırdığı Marx şimdi yeniden ilgi görüyor.



(LMD Türkiye Ocak 2009 No. 1 Marx Geri Dönüyor yazısından bir bölüm)


Günümüzdeki krizin boyutları nereden kaynaklanıyor? Bu konuda yazılanların büyük bir kısmı sofistike finansal araçlardaki belirsizlik, para piyasalarının kendilerini düzenlemedeki güçsüzlükleri, zenginlerin fazla ahlaklı olmaması gibi nedenler öne sürüyor. Kısacası, “reel ekonomi” ile karşılaştırılarak “sanal ekonomi” adı verilen yürürlükteki tek sistemin zayıflıkları – önceleri sanal’ın da reel olduğunu iddiasını desteklemek için ölçümler yapılmıyormuş gibi – neden olarak gösteriliyor. Hatırlayalım, ilk risk sermayesi kredileri krizi milyonlarca Amerikalı ailenin mülk sahibi olmak için borçlanmaları sonucunda giderek yoksullaşmalarından doğmuştu. Her şeyden önce “sanal”ın dramının köklerinin “reel”de olduğunu kabul etmek gerekir. “Reel” ise dünya halklarının satın alma güçlerinin toplamından oluşmaktadır. Finansın şişirilmesinden oluşmuş spekülasyon balonu patlayınca, sermaye, çalışarak yaratılmış zenginliği küresel çapta gasp etti. Ücretlere on puandan fazla korkunç bir düşüş olarak yansıyan bu dengesizlik, çalışanların çeyrek asırdır kemer sıkarak edindikleri birikimlerinin neo-liberal dogmalar uğruna ciddi bir oranda erimesine neden oldu. Finansal düzenlemelerin yetersizliği, idari sorumluluk eksikliği ve borsa ahlakından yoksunluk tabii ki krizin nedenlerindendir, fakat tabuları zorlayabilirsek daha derine inebiliriz. Kıskançlıkla korunan, kendi içinde şüphe götürmez bir sistem dogmasını sorgulayabilir, Marx’ın “kapitalist birikimin genel kanunu” olarak adlandırdığı genel nedenler üzerine düşünebiliriz. Marx, üretimin sosyal şartları kapitalist sınıfın özel mülkiyetinde olduğu zaman “üretimi geliştirmeyi amaçlayan tüm araçların üreticinin üzerinde hâkimiyet kurma ve sömürme araçlarına dönüştüklerini” iddia etmişti.
Mülkiyet sahiplerinin zenginliği gasp etmesi, kendisiyle beslenen ve giderek çığırından çıkan bir sermaye birikimi döngüsü sonucunu doğurdu. “Bir kutupta zenginliğin birikimi” karşı kutupta “oransal bir sefaletin birikimi”ne neden oldu. Şiddetli ticari krizler ve banka krizleri bu karşıtlıktan doğdu.(4) Bugün yaşadıklarımız da bunun bir örneğidir. Kriz kredi piyasalarından doğmuş olabilir, ama yıkıcı gücünü üretim üzerine etkisinden almaktadır. İşgücü ve sermaye arasında katma değerin eşitsiz paylaşımı devam etmiş, tatlısu sendikalizmi bu büyük kargaşayı engelleyememiş ve Marx’a ölü muamelesi yapan sosyal demokrat sol bütün bunlara seyirci kalmıştır. Bütün bunlar göz önüne alındığında, daha dün liberalizmin geçerliliğine yönelik en ufak bir şüpheyi kınamayla karşılayan siyasetçilerin, yöneticilerin ve ideologların kriz için önerdikleri sermayenin “ahlaklılaştırılması”, finansın “düzenlenmesi” gibi çözümlerin ne denli değer taşıdıkları tahmin edilebilir.
Sermayenin “ahlaklılaştırılması” kara mizah ödülünü hak eden bir slogandır. Eğer kerameti kendinden menkul tüm liberal rejimleri ortadan kaldıracak önlemler sıralansaydı ahlak gerçekten ilk sırayı alırdı. Ahlaksız bir verimlilik anlayışı ile “kötü para iyi parayı kovar” düsturu da peşinden sıralanırdı. “Etik” çekince sadece reklam amaçlıdır. Marx, Kapital’in önsözünde tam da bu sorunun analizine girmektedir. Kârın tek kriter olduğu bir sistemi “yeniden kurmak” için sağa sola birkaç tokat atmanın kesinlikle yetmeyeceğini Marx “Kapitalist ve arazi sahibi karakterlerini toz pembe çizmiyorum.” ama “Benim bakış açıma göre toplumun gelişimi kadar ekonomik yapılanma da doğal tarihin bir sürecidir ve birey toplumsal bir sonucu olduğu ilişkilerden sorumlu tutulamaz.” sözleriyle belirtmişti.
Ahlaki konulara duyarsız kalmak gerektiği için değil, tam tersine, ciddiye alındığı taktirde bu problem serseri patronların suç işlemelerinden, uçuk tüccarların tutarsızlıklarından ya da altın paraşütlerin uygunsuzluğundan çok daha farklı bir düzeydedir. Bu bağlamda, kapitalizmin savunulamazlığı tekil insan davranışlarının çok üzerinde bir nedene, kendi prensiplerine dayanır. Zenginlikleri yaratan insan etkinliği mal statüsündedir ve dolayısıyla kendi içinde bir amaç olarak değil sadece bir araç olarak değerlendirilir. Sistemin ahlakdışılığının daimi kaynağını burada görmek için Kant’ı okumuş olmak gerekmez.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Önemsizlik Insignificance


Insignificance
Kaydadeğmezlik, Manasızlık, Önemsizlik

Sevgili SineOdacılar ve Fikir yongalamacılar,

Yıl 1953.

Farzedin Albert Einstein, Marilyn Monroe, Joe DiMaggio ve Senatör Joe McCarthy New York’da bir otel odasında buluşuyorlar.

Ne olurdu?

Ünlü yönetmen Nicolas Roeg’un unutulmaz filmi Insignificance’dan(1985) söz ediyorum.

http://www.dvdbeaver.com/film/DVDReviews24/insignificance.htm

5 Aralık Cuma günü herzamanki yerimizde saat 20.30’da. (19.30’dan itibaren gelinebilir)

Bu film SineOda ve Fikir Yongalama Kulübü’nün 2008 yılındaki son etkinliği olacak.

Hepinizin Kurban bayramını ve yeni yılını candan kutluyorum. Her şey gönlünüzün kalıbıyla şekillensin.

Görüşmek üzere.

Sadık Yemni