29 Eylül 2008 Pazartesi

Kâinat Nedir?


Sevgili Fikir Yongacıları,

Önce bütün arkadaşların bayramını kutluyorum. Seri sevinçlere vesile olsun.

4 Ekim Cumartesi günü saat 14.30’da CERN deneyleri ile bütün dünya çapında yeniden önem kazanan bir konuyu, Kâinat nedir?’i işleyeceğiz.


Geçen toplantımızda bilindiği gibi Yeni Dünya Düzeni konusuna giriş yapmıştık. Bütün dünyada vahşi kapitalizmin sürdürücülerine karşı tepki büyümekte ve yayılmakta. Önümüzdeki toplantılarda meydana gelen ekonomik krizlerin ve bu tepkilerin nasıl bir geçiş yaratacağını ve neye gebe olduğunu hep birlikte irdeleyeceğiz. Bilinç açıcı entelektüel çabalar insansever bir küreselleşmenin tesisine bizim koyacağımız minik bir tuğlacık olacak.

SineOda bildiğiniz gibi ekim ayının ortasından itibaren başlayacak. Sizlere en kısa zamanda üç aylık programı bildireceğiz.

Görüşmek üzere,

Selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni


KÂİNAT NEDİR konusu ile ilgili konuşma başlıkları

Kâinat nasıl oluştu?

Big Bang’e bilimsel bakış.

Mistik yorumlarla yanaşma. http://kutuphane.uludag.edu.tr/Univder/PDF/ilh/2000-9(9)/htmpdf/M-41.pdf

Zaman nedir?

Düz bir çizgi olarak zaman.

Çember ya da helezon yaklaşımı.

Zamanda yolculuk mümkün müdür?

Paralel evrenler? Bilimkurgu ya da gerçek?

Eski evren modeli.

Herkesin bir yıldızı var mı?

Sonlu ama sınırsız kâinat modelhttp://www.pbs.org/wnet/hawking/universes/html/bound.htmli

Fizikte ve biyolojide en yeni gelişmelerin ışığında varoluş.

CERN’in daha on fırın ekmek yemesi gerekli mi?



NOT: Zaman’a özel bir ilgi göstereceğiz. Aşağıda küçük bir zihin alıştırması bulunmakta.



ZAMAN KAVRAMI

Zaman, iki hareket arasındaki süredir. Hareket ve maddenin nesnel hali zamanla belirir. Zamanın olmadığı yerde , nesnellikte yoktur! Bu nedenle zaman cismin kesinlikle belirleyici faktörüdür. Hareketin hızı zamanın da hızıdır. Görelilik ve kuantum varsayımlarına göre zaman ile uzay birbirleriyle doğrudan ilişkili ve bağlantılıdır. Zaten zaman ile uzay birlikte anlamlıdır. Biri olmadan diğerinin olması mümkün değildir. Bunu şöyle özetleyelim : elektrik yükünün çevresindeki elektrik alanı , o elektrik yükünün bir bağlantısıdır. Tıpkı bunun gibi geometri ile kinamatik 'den oluşan eğri yada düz uzay-zaman metrik alanı damaddenin bir bağlantısıdır. Elektrik yükü olmadıkca, elektrik alanı nasıl olmaz ise ; maddesiz bir '' metrik alan'', eş anlamıyla '' uzay-zaman '' da varolamaz. uzayla zaman, düşünsel tasarımlar değil , maddesel nesnenin içinde bulunan nesnel zaman-uzay madde somutluğundan oluşmuş bir bütündür. Böylece uzayın boyutları kadar zaman boyutunun kendiside uzay boyutlarının bir devamı niteliğinde bir nesnel uzam boyutu olarak varolmaktadır. Madde özünde ışıma kuatlarından oluşma bir yapıdır. Bu ışıma kuantları kendilerini özde zamansal bir varoluş olarak, bir frekans olarak bir zaman yapısı olarak ortaya koyarlar.

Zaten Birleşik Alanlar Teoreminin özündeki ana fikir 'de ışık kuantları düzeyinde elektrik alanı - manyetik alanı ve gravitasyon alanlarını tek bir alan yapısı altında formüllemekten başka bir şey değildir. Bu ise elektro-gravitasyon alanı denebilecek yeni bir alan anlayışını öngörecektir. Eğer elektrik- manyetik ve gravitik alanlar içerisinden zaman kayması -boyut değişimi hadiselerini açıklayabilirsek bir Birleşik Alan Kuramı anlayışına sahibiz demektir.

Zaman mekanı (uzayda bir noktayı) temsil eden enerji dalgasının dördüncü boyut çizğisi boyunca yer alan önceki ve sonraki salınım değerlerinin bir toplamıdır.Geçmiş - gelecek ve şimdi olmak üzere üç zaman dalgası vardır.

Bir dördüncü boyutta üst-üste binen ya da yanyana gelen iki ayrı zaman dilimindeki- iki ayrı olayı -üç boyutlu zihnimizle hayal edebilmek oldukça güçtür. Zaman'ı fiziksel bir uzunluk olarak görebilmeyi başardığımızda onu eğip-bükerek geçmişin ve geleceğin fiziksel noktalarıyla bitiştirebileceğimiz gerçeği ortaya çıkar.

Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır, bir boyuttur ya da bir uzamdır derken 'zaman fenomeninin' enerji alanlarına bağlı bir titreşimsel ritmin yansıması olduğunu bilmeliyiz.Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının birbirine devreden zaman titreşimlerinin- uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle senkron hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini ifade etmek istiyorum.Dev elektromanyetik düzeneklerce 'uzay-zamanın enerji vakumu' içerisinde yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizgilerince zamanda ya da mekânda kaymalara uğrayabilirler.

Aslında zaman boyutlarının dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda, katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız herşey tüm binalar, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan-içine alan 'Geçmiş-Şimdi-Gelecek' dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.Bu
bilgi bize kendi zaman boyutumuzu nasıl etkileyerek değiştirebileceğimize dair derin bir öngörü sunar! Sonuçta basit bir anlamda zamanmakinesi modeli yüksek güç ve frekanslarda elektromanyetik alanlar üreten bir araç olarak karşımıza çıkar. Bu araç kendi alansalenerjisiyle ''bir alan frekansı yapısında olan zaman'a'' doğrudan etki ederek bir tür frekans bandı yapısında olan zaman dalgaları(boyutu) içerisinde ileri ve geri yer değiştirebilir. Zaman'ın, maddeyi oluşturan enerjinin titreşimsel bir ritmi oluşu, zaman'ın maddeden ayrılmaz olması anlamına gelir.

Zaman burada, maddesel oluşumun yapısına karışan bir öğe durumundadır. Öyleyse enerji denetimi ile zaman'ın akışı da(ritmi) denetlenebilir. Ayrıca konuya şöyle bir yaklaşımda da bulunabiliriz; Evren, doğa, insan ve zamanı ayrı ayrı düşünmek yerine, hepsini içiçe düşünmek ve bir bütünün parçaları gibi algılamak gerekir. Öncesiz ve sonrasız zamanı, evrenin yaratılışına paralel olarak düşündüğümüzde ortaya evrensel zaman çıkmaktadır.Bu zaman kavramı, herşeyi içine alan bir karekterdedir. Zaman deyince, insan aklının sınırlarını zorlayan zaman kavramı budur.

Aslında tüm evren tek bir evrensel zaman dalgası kalıbı içerisnde kendini gösterir.Fakat zaman o kadar plastiksi bir yapıdadır kievrendeki madde ve enerji dağılımına bağlı olarak farklı yerlerde farklı hızlarda akarak zaman/uzay çerçevesini delmeyecek şekilde esneklikler gösterebilmektedir.Yani temel zaman dalgası harmonik sapmalar ve esnemeler yapmaktadır.Ama hiç bir madde ve enerji olağan koşullar zorlamadıkça temel zaman alanının dışına çıkmaz. Her varlığın yapı ve konumları itibariyle, izafi zamanları vardır.Zaman, evren boyunca ne kadar esneyip kasılsa da ''zaman'ı'' heryerde geçerli olmak üzere genel bir an olarak nitelemek yerinde olur.Buradan hareketle, doğası açısından zamanın tekliği ve sabitliği söylenebilir.Zaman boyutlar içinde farklılıklar gösterir.Bizim için çok önemli olan zaman olgusu, farklı bir boyutta belki hiç önemli olmayacaktır.

An,evrenin heryerinde şimdi değildir.Her yerin, her sistemin kendine özgü bir zamanı vardır.Bu nedenle, bir olayla ilgili, her sistemin yaşamakta olduğu zamanı, bu sistemin diğer sistemlere olan relatif, yani izafi durumunu belirlemezsek,o olayın şimdi ve bu anda olduğunu söylememiz
imkansız olur. Bizim için şimdi ve sonra kavramları, başka bir boyutta, farklı bir şimdi ve sonra kavramı haline dönüşür. O halde bizim için “an” şimdi olmakla birlikte,başka bir boyutta şimdi değildir.Acaba evren insanın bildiği üç boyuttanmı oluşmuştur?Başka boyutlar var mıdır?Ancak zaman, mekan içinde bir dördüncü boyuttur.Evet başka zaman/uzay süreklilikleride vardır.Zaten boyut farkına neden olan şey farklı zaman akış hızları yada farklı zaman fazları denen şeydir.

Aslında ne ilginçtir ki, kendi zaman ve mekanlarına sahip farklı boyutlar burda bizim zamanımızda kesişiyorlar. Yani iç-içe farklı boyutsal realiteler vardır.Ve her boyut bir temel titreşim düzeyini(temel zaman alanını) ifade eder.Buna göre bu boyutlardan birine ait bir maddenin titreşim frekansının bir şekilde diğer boyutlardan etkilenerek bir anda diğerine atlaması anlaşılmaz birşey değil! Cisimler bir anda başka bir boyuta geçiyor ve sonra yeniden kendi boyutunun frekansına dönüyor.Zaman frekansları bizim şu anımızdan geçmiş ve geleceğe doğru açılan bir zaman çizgisini oluşturmakla birlikte, Şu AN'ın zaman frekası dalgasını genişletecek olursak bizim geçmiş ve geleceğimizde yer almayan farklı bir uzay/zaman sürekliliği içerisine doğru kendimizi kaydırmış oluruz. Bu zamanda yolculuk değildir. Sadece farklı bir paralel evrene geçiştir.Oranın kendine göre farklı bir zaman akış hızı vardır. O boyut bizim zaman/uzay sürekliliğimizden ayrı bir maddesel realitedir.

----------------------------------------------

16 Eylül 2008 Salı

Yeni Dünya Düzeni


Sevgili Fikir Yongacıları,

Samanyolu gökadasının biraz kenarında kalan bir yerdeki güneş sistemimizin üçüncü gezegenindeki hızlı değişim baş döndürmekte. 20 Eylül Cumartesi günü Yeni Dünya Düzeni konulu toplantı için 14.30’da her zamanki yerimizde buluşacağız.

Bu konu çok geniş, çetrefilli ve big bang’li olduğu için birinci toplantı dememiz daha doğru olacak. Zaman zaman aynı temayı farklı açılardan ve en yeni gelişmelerin ışığında işlemeye devam edeceğiz.

Bu arada CineOda çalışmaları devam ediyor. 500 filmlik bir arşiv var elimizin altında. Ekim ayında başlamayı planlıyoruz.

Cumartesi günü görüşmek üzere.

Selamlar ve sevgiler

Sadık Yemni

Not: Bizden mail almak istemeyenler lütfen bildirsinler.


*


GELECEK KÜRESEL SAHNE
KENICHI OHMAE
www.ozetkitap.com
ÖNSÖZ
Bay Strateji olarak anılan Kenichi Ohmae dünyanın en önde gelen yönetim gurularından biridir. 2005 yılında basılan bu kitap, yazarın diğer ünlü kitaplarından Sınırsız Dünya (The Borderless World-1990) ve Görünmeyen Kıta (The Invisible Continent-2000) adlı kitaplarının devamı mahiyetindedir.
Yazara göre küreselleşme artık bir teori değil, gücünü gittikçe artıran bir gerçektir. Yakınmanın veya yok olmasını istemenin bir faydası yoktur. İnsanlar bu gerçekle yaşamayı, yeni dünyanın nasıl biçimlendiğini anlamak zorundadır.
Üç kısımdan oluşan kitabın Sahne başlıklı I. kısmında yazar, küresel ekonominin temel özelliklerini incelemekte; küreselleşme öncesi ekonomik gerçeklerin, bu gerçeklere uygun bir ekonomi bilimi yarattığını, günümüz koşullarında bu klasik öğretinin geçerli olamayacağını iddia etmektedir. Sahne Yönleri başlıklı II. kısımda Ohmae, küresel sahnede ortaya çıkan ana eğilimleri ortaya koymaktadır. Ulus devletin gelişiminden hareketle, yerini niçin bölgesel devlete bırakacağını açıklamakta; küresel iletişim ve ticaret için uygun bir zemin yaratan İngilizce gibi bazı küresel platformlara işaret etmekte; iş süreçlerinin dışarıda yapılması ve küresel lojistik (business process outsourcing and global logistics) gibi oluşumları benimsemeye hazır olan kuruluşların küresel sahnede rol alabileceğini belirtmektedir. Oyun Metni başlıklı III. Kısımda Ohmae, bu değişikliklerin hükümetleri, şirketleri ve kişileri nasıl etkileyeceğini incelemekte; gelecekte başarı sağlamak bakımından iyi konumda olan bölgeleri belirtmekte ve küresel sahneye nasıl çıkabileceğimize ilişkin düşüncelerini ortaya koymaktadır.

Huntington’ın Uygarlıklar Çatışması kadar önemli, Friedman’ın Lexus ve Zeytin Ağacı kadar büyüleyici olan bu kitap sadece geçmişte ne olduğunu açıklamamakta, gelecekte ne olacağı konusunda da hazırlıklı olmanıza olanak sağlamaktadır.

*

Karl Polanyi İlk kez 1944`te `vahşi kapitalizm`in kalesi Amerika`da yayımlanan Büyük Dönüşüm şu cümleyle başlar: `Ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü.` Karl Polanyi`nin çöktüğünü ilan ettiği ondokuzuncu yüzyıl uygarlığının can damarı ve temel biçimlendiricisi, kendi kurallarına göre işleyen piyasaydı; emek, toprak ve parayı metalar haline getiren ve insan toplumlarını uluslararası düzeyde eşi görülmemiş bir kurumsal tekdüzeleşme içinde kendine kayıtsız şartsız bağımlı kılan piyasa sistemi… Polanyi`ye göre çöküş kaçınılmazdı, çünkü kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemi insan toplumuyla bağdaşması imkânsız bir şeydi. Büyük Dönüşüm, bu bağdaşmazlığın ve kaçınılmaz çöküşün hikâyesi. Yani hem ekonomik liberalizmin hem de ona karşı kaçınılmaz alternatifler olarak ortaya çıkan faşizm ve sosyalizmin hikayesi… Büyük Dönüşüm`ün 80`lerde, yani Polanyi`nin `insan doğasına aykırı` dediği piyasa toplumunun, insanlık tarihinin son aşaması olarak bütün dünyaya dayatıldığı, ekonomik liberalizmi eleştirmeye kalkanların geri kafalı cahiller ile korumacılık önlemlerinin sağladığı rantları elden kaçırmamaya çalışan çıkar gruplarıyla onlara hizmet eden popülist politikacılar olarak görüldüğü, sosyalizmden ise neredeyse bütünüyle ümit kesildiği bir dönemde sosyalizme yönelmiştir.

Polanyi günümüzde ekonomiye kültürel bir yaklaşım olan ve ekonominin toplum ve kültürün içine yerleşmişliğini (embeddedness) açıklayan özselcilik (substantivism)'ın yaratıcısı olarak tanınmaktadır. Bu görüş geleneksel iktisata aykırıdır fakat antropoloji ve siyaset bilimi nde popülerdir. Büyük Dönüşüm kitabı aynı zaman da tarisel sosyoloji için bir model oluşturmuştur.



*

Büyük çöküş: ABD için kıyamet kapıda!
16 Eylül 2008 Ibrahim Karagül


Yeni dünya düzenini kurmaya çalışanlar, işe önce kendilerinden başlamak zorunda kalacaklar. Öngördükleri düzen başlamadan çöktü!

Amerikan ekonomisi üzerindeki tartışmalar artık tartışma boyutunu aşıp dramatik bir "çöküş hikayesi"ne dönüştü. Tabii bu "durgunluk", "gerileme", "çöküş" ya da "Armageddon", sadece ekonomik değil, dünyanın en büyük gücünün günden göne erimesi, çaresizleşmesi anlamına da geliyor. Böyle olunca da, ekonomik sonuçları kadar siyasi ve toplumsal sonuçlarını da dikkatle izlemek gerekiyor.

Olayın başka anlamları da var: İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyayı yöneten ABD, ilk kez bu kadar büyük bir kriz yaşıyor. Bugünkü durumu 2. Dünya Savaşı öncesi şatlara benzetenler yeni bir dünya savaşı korkularını da açıkça ifade ediyor. Bence bu dünya savaşı şu an zaten yaşanıyor.
Hemen not edelim: Olayı sadece ekonomik verilerle görenlerin öngörüleri hiç de gerçekçi olmayacaktır. Nitekim olmuyor da. Sadece ekonomik çerçeveden bakanların, "kesin kabuller"in dışına çıkmaları mümkün olmuyor. Onlar; istatistiki verilerin ötesine geçip dünyanın nasıl bir geçiş süreci içinde bulunduğunun resmini iyi çizmiyorlar.

Pazar günü, ABD'nin en güçlü finans kuruluşlarından Lehman Brothers iflasını istedi. Yani battı. Ülkelerin ekonomisini yönetenlerin aslında kendilerine bile yönetemediğini görüyoruz şimdi.

158 yıllık bir şirket, 25 bin çalışanı var, yüz milyarlarca dolar paraya hükmediyor, 2008'yılı için "en iyi yönetilen 50 şirket" arasında sayılan Lehman Brthers batarken, bir başka benzer kuruluş olan Merill Linch ise 50 milyar dolara satıldı. Yani batmaktan kurtarıldı. Tabii şimdilik…
Bunlar, dünya ekonomilerine yön veren, özellikle gelişmekte olan ülkeleri ip üzerinde oynatan şirketlerdi. Ama kendilerini bile yönetemediklerini nasıl da görüyoruz şimdi, değil mi? O zaman, dünya ekonomisinin nasıl da zayıf göstergelere göre şekillendiğini, finans kuruluşlarının bütün insanlığı nasıl da rehin aldıklarını bir daha görmek zorundayız.

Lehman Brothers ve Merill Linch gibi kuruluşların batmak üzere olduğu daha Mart ayında ortaya çıkmıştı. Biz de bu köşede iddialara yer vermiştik. Mart 2008 itibariyle Lehman Borethers, JP(Pierpont) Morgan Case, Morgan Stanley hatta Citigoup'un batma ihtimaline ilişkin tartışmaları aktarmıştık.
Bankalara el oyma, iflas, batışlar… Bunlar ABD yönetiminin kaldıramayacağı bir büyüklüğe ulaşacaktır. Mortgage krizinden bu yana olanları hatırlayalım. ABD, Avrupa ve G-7 ülkeleri merkez bankaları, çöküşü engellemek için bankalara yüz milyarlarca dolar aktardı. Ama yetmedi, yetmeyecek. Buna rağmen iflaslar ardı ardına gelecek. Çok sayıda banka batağı gibi, dev finans kuruluşların batışı ülkeleri de batıracak tehlikeler içerebilecek.

Mesele bu ayrıntıları, teknik bilgileri aktarmak değil. Mesele, olayın niteliğini, dünyanın nasıl bir çatışmanın içinde bulunduğunu, ne tür bir geçiş dönemi yaşandığını, finans sisteminin neden tıkandığını, bundan sonra nasıl bir dünya ekonomisinin şekilleneceğini algılamakla ilgili.
Bütçe açığını kapatmak için yüz milyarlarca dolara, ekonomisini ayağa kaldırmak için trilyonlarca dolara ihtiyaç duyan, bu yüzden kaynak ve fonlar için savaşlar, işgaller planlayan bir ülkeden söz ediyoruz. Ekonomisini dengede tutmak için yıllardır dünyadan çektiği devasa fonlar artık başka adreslere gidiyor. Asya ve petrol bölgelerinden akan dolarlar iç piyasayı dengeliyordu. Artık yete-rince gelmiyor. Gelmezse ABD'nin devasa dış borcunu finanse etme şansı bile kalmayacak.

Yani; büyü bozuldu. Mekanizma işlemiyor, tezgah çöktü. Dünyanın kaynaklarına el koyarak, yeryüzünün bütün imkanlarını ele geçirerek güvenceye aldıkları refah artık çöküyor. ABD'de başlayıp Avrupa kıyılarına gelen bu çöküş, bazıları tarafından küçümsense, yok gibi algılansa, yalanlarla üstü örtülmeye çalışılsa da bir gerçek. Hem de dünyayı çok korkutan bir gerçek.

Merill Linch'i 50 milyar dolara satın alan Bank of America bile tehlikede. Dolayısıyla bu alış verişler kimseyi kandırmasın. Şu anki duruma Küresel Titanik diyorlar! Düşünün; sadece Bush yönetiminin yanlış uygulamalarının ABD'ye maliyeti 3 trilyon dolar! Ekonomi otoriteleri, ABD ekonomisinin artık sürekli düşüş eğilimine girdiğini söylüyor. Daha net ifadeyle çöküşe geçtiğini.

Hatırlıyorum; Aralık 2004'te bu köşede yayınlanan yazının başlığı şöyleydi: "Büyük çöküş: Amerika için kıyamet kapıda" Bu, ideolojik bir karşıtlık değildi. ABD ekonomisi hakkında yayınlanan bir raporuydu söz konusu olan. Şöyle diyordu: "Amerika'nın topyekün ekonomik çöküşten kurtulma şansı sadece onda bir. Bu çöküşten sonra kendini vuracak ekonomik gerilemeden kurtulma şansı onda üç. Ardından (üçüncü aşama) gelecek karmaşadan sonra nihai anlamda ekonomik kıyametten (Armageddon) kurtulma şansı ise onda altı." O günden sonra bu köşede yayınladığım çok sayıda yazı, altı ay ya da bir yıl sonra doğrulandı.
Sadece 8.2 trilyon dolarlık emlak piyasasındaki krizin ardından gelen krizin ABD'ye ve dünyaya maliyeti 8 trilyon doları çoktan aştı. Hiçbir ülke bugünkü sistemde, finans kuruluşlarını merkez bankalarından para aktararak kurtaramaz. Bu, banka iflası değil, sistem iflasıdır. Borsanın ve paranın zayıfladığı, kaynakların güç kazandığı bir noktaya doğru ilerliyoruz.

Dahası krizin dünyayı hızla savaşlara sürükleyebileceği, devletleri hırçınlaştıracağı, otoriter rejimlerin ve faşizmin güç kazanacağını söyleyenler var.

Yeni dünya düzenini kurmaya çalışanlar, işe önce kendilerinden başlamak zorunda kalacaklar. Öngördükleri düzen başlamadan çöktü!
-------------------

Kapitalizm Üzerine 9 Soru -Georg Fülberth & Michael R. Krätke
11 Mayıs 2006 -
Berlin’de 3 – 4 Mart 2006 tarihleri arasında düzenlenen “Uluslararası Rosa Lüksemburg Konferansı” seviyesi yüksek entelektüel tebliğlerin yanı sıra, ilginç tartışmalara da sahne oldu. Rosa Lüksemburg Vakfı tarafından düzenlenen ve “Rosa Lüksemburg ve Çağımız Solunun Tartışmaları” başlığını taşıyan konferansın en çok ilgi çeken bölümlerinden bir tanesi şüphesiz günümüzün Marksist bilim insanlarından Georg Fülberth ile Michael R. Krätke’nin katıldığı sohbet oldu. Fülberth ve Krätke sohbetlerinde kapitalizm üzerine dokuz soruya yanıt verdiler. Aşağıda bu yanıtlarla, Rosa Lüksemburg’un konulara yönelik söylediklerinin Türkçe çevirisini yayımlıyoruz. Düşünmeye teşvik etmesi ve zevkle okunması dileğiyle. Murat Çakır Rosa Lüksemburg Vakfı Basın Sözcüsü SORULAR 1.) Kapitalizm aslında nedir? 2.) Kapitalizm ne zaman ve nerede başlamıştır? 3.) Kâr ve kâr artırımı: nereden ve nereye kadar? 4.) Rosa Lüksemburg: Kapitalizm ile ilgili en büyük düşüncesi neydi? Ve geriye ne kaldı? 5.) “Küresel” kapitalizm ne demektir? Jeopolitika ve jeoekonomi: “Akümülasyon alanı” [Raum] tanımı, yeni kapitalizmin yeni anahtar tanımı mı? 6.) “Yeni” emperyalizm var mı? 7.) Neoliberal kapitalizm nedir? 8.) Kim milyarder olur? Ve kim köstebek? 9.) Ve tarihin sonu: Ne zaman büyük “kargaşa” [Kladderadatsch] meydana gelecek ve kapitalizm sona erecek? ...

-----------------

2 Eylül 2008 Salı

Panopticon



Sevgili Fikir Yongacıları,

6 Eylül Cumartesi günü 14.30’da dünyada hapishane kurumunun evrildiği son nokta olarak Panopticon’u incelemek için toplanacağız.

Lost in Amsterdam kafesinin solundaki merdivenlerden yukarı çıkılacak.

Yaz sonrası programımız G. Monbiot, S. Jijek, David Graeber, Andrej Grubacic vb. gibi yazar ve düşünürler, Psikolojik savaş, GDO felaketi, Çevre sorunları, yakın geleceğe komplo teorileri gözlüğüyle bakmak, Yeni Dünya Düzeni, İkinci Aydınlanma vb. gibi konularla devam edecek.

*

SineODA çalışmalarımız Ekim başından itibaren haftada birlik periyotlarla film gösterimine başlayacak. Aylık programlar önceden kulübümüzün üyelerine yollanacaktır. Birlikte şu ana kadar yapılmış en iyi filmleri izleyecek ve bitiminde (bazen yemekli olarak) üzerine tartışacağız.

Görüşmek üzere.

Sevgiler ve selamlar

Sadık Yemni

Mahbesten Dijital bir Panopticon’a

Panopticon
Michel Foucault'nun hapishanenin doğuşu adlı kitabında kullandığı bir kavramdır. Foucault'dan önce de bu kavram kullanılmıştır. Panopticon esasen 18. yüzyıl sonu düşünürlerinden Jeremy Bentham'ın kendi hapishane projesine verdiği isimdir. Fakat bu proje uygulamaya konmamıştır. Bentham'ın bu projesine göre hapishane hücreleri bir daire etrafında dizilmişlerdir ve hücrenin ortasındaki kulede gardiyan tarafından tek yönlü olarak gözetlenmektedirler. ama mahkumlar bu gözetleme kulesinde gardiyanın bulunup bulunmadığını bilmezler. Bu sebeple de gözetlenme ihtimaline karşı kendi kendilerini kontrol altında tutarlar. Foucault ise bu kavramın modern dönemde iktidarın bir nevi kontrol mekanizması olduğunu söyler. Panopticon bir nevi görünmez iktidardır ve -toplumun en küçük birimlerine kadar- her yerdedir. hastanelerde, hapishanelerde, okullarda hatta kendimizi özgür sandığımız evlerimizin içinde bile... bu görünmez gardiyan sistemle uyumlu organizmalar haline
getirir insanları.


KÖLELER VE TARİH
Ali Şeriati


Hapishane tamamen modern bir kurumdur. 1700’lerin sonuna dek ne dünyanın hiçbir yerinde hapishane var, ne de Osmanlı’da. Çünkü “mahbes” ile “hapishane” farklı şeyler. Mahbes, hapis fiilinin mekanıdır ve herhangi bir yer olabilir. Bir kule, bir kale, bir kuyu, bir zindan. Yani müstahkem, adamı zaptedeceğin herhangi bir yer. Ayrıca, hapis cezası gerek İslam hukukunda, gerek Batı hukukunda 18. yüzyılın sonuna kadar çok marjinal bir ceza. Genel olarak hapis, ceza değil; insanın asıl cezayı alana kadar tutulması işlemi. Bu yer de hapishane olmuyor. Bizde tersanedir, kaledir, zindandır mesela. İngiltere’de, Almanya’da da aynı şekilde.

Peki hapis yoksa, ne tür cezalar var?

Ağırlıklı olarak bedene yönelik cezalar. Bu sadece bizde, İslam hukukunda var biliniyor, oysa 18. yy sonuna kadar İngiltere’de uçurumdan aşağı atma, kolunu bacağını kesme, kırbaçlama, boyunduruğa koyma, ata ters bindirme…

Ata ters bindirme mi?

Teşhir amaçlı…Katrana bulayıp tüy dökme gibi mi?Evet. Filmlerde de gördüğümüz şeyler. Çünkü cezanın teşhir edilmesi lazım. İbret için. Aslında ceza mantığı, o dönemin Weltanschaung’uyla doğrudan alakalı. Yani dünya tasavvuruyla, siyasi felsefesiyle, sosyo-ekonomik yapısıyla… Tarih yazılırken hep bugünün kavramlarıyla geçmişe baktığımızdan, hapishane sanki tarihin başından beri var gibi geliyor bize. Roma’daki de hapishane, Osmanlı’daki de hapishane… Bu tamamen tevatür.
Peki hapishane ne zaman çıkıyor? Mucidi var mı?
Var. Çok ilginçtir, hapishanenin ilk çıktığı yer Amerika Birleşik Devletleri. 1774’de Hürriyet diye beyanname ilan ediliyor, devlet kuruluyor, kısa bir süre sonra meşhur Pensilvanya’da hapishaneler açılıyor. İki model var. Açıldıkları yerlere nispetle biri Auburn denilen model, öbürü Philedelphia modeli. Bunu kuranlar kim? Bir, burjuva hayır cemiyetleri. İki, Quakerlar denilen meşhur Protestan Hıristiyan grup. Tabii daha önce hümanist filozof Beccaria’nın Suç ve Ceza gibi yazıları var; bedene karşı cezaların gayri insani olduğunu ileri sürüp, cezayı insanileştirip rasyonalize edelim diyor bu. Tamamıyla bir aydınlanma projesi. Amerika’da Pensilvanya bölgesi de zaten aynı zamanda Amerikan aydınlanmacılığının merkezidir. Hümanizm, rasyonalizm, insan hakları… insani bir ceza oluşturalım deniyor.

İnsan hakları ve hapishane birlikte doğuyor, öyle mi?

Evet. Aslında hapishanenin İngilizcesi “penitentiary”dir, kökeni “penitence”dır, bu da tövbe demektir. Hatta Redhouse İngilizce-Türkçe lügatinde bunu “nedamete mahsus hapishane” diye çevirmiş. Bunun kökeni ne? Manastır. Aslında modernitenin birçok kurumu, Hıristyan Katolik kurumlarının sekülerleştirilmiş halidir.

Bu kurumlara başka örnekler var?

Filozof Gilles Deleuze bunlara kapatma ve kuşatma kurumları diyor. Ne bunlar? Kışla, fabrika, hapishane, hastane, tımarhane, daha sonra da huzurevleri, darülacezeler filan. İnsanlar bu kurumlara kapatılıyor ve dönüştürülüyor. Katolik Hıristiyan felsefesi: Dünya, baştan çıkarıcıdır, günaha sevk eder, dolayısıyla bizim tekemmül etmemiz için vicdanımızla baş başa kalacağımız bir tecride ihtiyacımız vardır, diyor. Böyle bir tecrit fikri, İslam düşüncesinde yok. İslam, tabiata baştan çıkarıcı bir yer olarak bakmıyor. Tabiata, dışarıdaki hayata meşru bakıyor. Katoliklik ise buna meşru bakmıyor. Modernliğin, aydınlanmanın iki şeyi ikame ettiğini söyleyebiliriz: İsa Mesih’i ve kiliseyi. Kilisenin yerine devlet, İsa’nın yerine insan konuyor. Bu, Nietzsche’nin üst-insanına kadar gidecek bir hikaye. İnsanın bir nevi tanrılaşması. O nedenle ben Karl Schimdt’in tezine istinaden diyorum ki aslında aydınlanma düşüncesi bir seküler teolojidir. O buna siyasi teoloji diyordu.

İki modelden söz ettiniz. Bunları açıklar mısınız biraz?
Hapishanenin mucitleri Protestan ve şöyle bir fikirleri var: Biz eğer suçluları alıp tek başına hapsedersek, suçlu vicdanıyla baş başa kalır ve bu süreç sonunda buradan normal bir vatandaş olarak çıkar. Bunun için de iki model var. Birinde, Philedelphia modelinde, gece gündüz tecrit var. Auburn modelinde ise mahkumlar gündüz beraber çalışıyorlar ama sessizlik esas, hiç konuşma yok; gece hücrelerine gidiyorlar yine. Şapel’e, ibadethaneye gittiklerinde bile, tek tek kabinlere kafalarını sokup dinliyorlar.

Aydınlanma, Protestanlık, sekülerleşme… Hapis cezasının mimarları bunlar, öyle mi?

Hapis cezası aslında aydınlanma iktidarının kendisinin bir şekilde terbiye edici mevkiye yerleştirmesi; kendisini önce kilisenin, sonra Tanrının yerine koyup insanları dönüştürme misyonunu üstlenmesinin ifadesi. Bu dönüşme de artık dünyevi amaçlar içindir. Yani itaat, uyum, sadakat yaratmak amaçlı. Ama başlangıçta Hıristiyan motifli bir seküler proje olarak ortaya çıkıyor. 18. yy sonunda mahbesleri düzenlemek için, Şerif Howard’ın öncülüğünde kanunlar çıkıyor. İngiltere’de ve Pentonvile denilen bir hapishane yapılıyor. Bu hapishane de tıpkı ABD’dekiler gibi. İngiltere’de o zaman kadar bedene ceza var, gemilerde hapis var ya da Avustralya’ya gönderme var. Avustralya hikayesi de 19. yy sonlarına kadar kullanılacak. Avustralya bir hapishane adası. Kadim kültürlerde esas ceza sürgün ya da bedene ceza. Aslında insanların dünyayı mutlak mahbes olarak gördükleri bir yerde, bir de dünya üzerinde hapishane yapmak gibi bir fikirleri yok. İnsanın dünyaya gelişi zaten bir ceza, menfa, dünya bir sürgün yeri. Dolayısıyla iktidarda bulunanlar ceza olarak sürgünü veriyor. Veya Osmanlı gibi kalebentliği veriyor. Bir kaleye gidiyorsun, kale içinde yaşıyorsun. Ama bu sıkı bir tecrit değil; bir tür nezaret gibi.

Hapishane Osmanlı’ya nasıl ve ne zaman geldi?

Batı’nın önerisi, dayatmasıyla. 1839’daki Tanzimat Fermanında Osmanlı devleti şu sözü verdi: Ceza infaz sistemimizi eşitlikçi hale getireceğiz, herkes kanun önünde eşit olacak, gayrimüslimler de. Daha sonra 1856’daki Islahat fermanında bu, yazılı madde olarak yer aldı. Ben, diyor devlet, mahbeslerimi (daha hapishane kelimesi yok) ıslah edeceğim. Bunun arkasındaki adam da, İngiltere’nin Osmanlı’daki güçlü Büyükelçisi Sir Stanford Canning. Canning bu işi bizzat takip ediyor. Londra’daki arşivde belgesi var: 1850’nin Kasım ayında Osmanlı’daki tüm mahbesleri konsoloslara gezdirmiş, yapılması gereken düzenlemelerin listesini çıkarmış. Gayrimüslimlerin durumu çok kötü, bu böyle gitmez diyor… Mesela kaloriferli bir hapishaneden söz ediyor. Ama daha henüz hücre tipi hapishaneler gündemde değil Osmanlı için önerisinde, çünkü bu bir akçe işi. Hücreli hapishane pahalı. Bugün bile öyle. İşte, F-tipi meselesi. Aslında bizimkilerin bugün F-tipi dediği, reform dediği şey tamamıyla yine -her konuda olduğu gibi- uluslararası kavramı mahallileştirilip ortaya sürmek. Kimse penitentiary demiyor buna, ama bal gibi o. Bizde bugün F-tipi diye ortaya sürülen, 18. yy sonunda Amerika’da, İngiltere’de yapılan şey. Ve bu model 1880’lere gelindiğinde Avrupa’da terk ediliyor. Niçin? Çünkü bakıyorlar ki bu şekilde hücreye alınan insanlar sonunda ya akıl hastası oluyorlar, ya da çıkınca yine suç işliyorlar.
Osmanlı halkı, aydını hapishaneye nasıl bakıyor?

Bizde, Cumhuriyetin başlangıcına kadar hapishanenin nazari yanına ilişkin yazılmış tek bir şey bulamadım. Muhalif olarak da yok, lehine de yok. Hapishane nedir, diye sorulmamış. Çünkü Osmanlı Batı karşısında fiilen böyle tavizler verip, değişikliklere gitse de, -şeri hukukun önemli bir yer tuttuğu- dünyaya bakışını değiştirmiyor. Bir sıra savma oluyor yaptıkları. Osmanlı hapishane meselesi tamamıyla bir inşaat faaliyeti.

Osmanlı’da ne kadar hapishane yapılıyor?

Reformun ilk başlangıcından 1878’e kadar hemen hemen imparatorluğun her yerinde hapishaneler yapılıyor. Bunlar, görseniz gülünecek yerler. İki katlı, genelde kargir, taş binalar. Ama ne ciddi bir ısınma, ne de iaşe sistemi var. Ne de temizliklerine çok dikkat ediliyor. İçi de, sen ceza kanuna abuk sabuk her suça hapis cezası koyduğun için, birden mahpus sayısı artınca, dolup taşıyor. Binalar yeterli olmuyor. Zaten sıra savmak için yapılıyor. Ama 1878’den, Berlin Kongresinden sonra Osmanlı’da siyasi suçlu sayısı artıyor. Bunlar artık Namık Kemal gibi kalem ehli değil, özellikle Ermeniler. 1878’den 1902’ye kadar daha ziyade Ermeniler, çünkü Doğu Anadolu’da Ermeni hareketleri başlıyor; sonra Makedonlar, Bulgarlar vs. İşte o zaman, hapishane Osmanlı’nın işine yaramaya başlıyor! Bunları idam da edemiyorsun artık. Özellikle Abdülhamid döneminde idam yok gibidir. Ya iki, ya üç tane idam vakası vardır. O da küçük çocuğu iğfal falan gibi suçlara. Dolayısıyla Osmanlı Avrupa’ya diyor ki, işte ben hapis cezası veriyorum. Ama bu defa da, o güne kadar hapishane yapın diyen Batılılar, hapishanenin kullanılmasına yönelik eleştirilere başlıyor. Durumu kötü, çok adamı hapsediyorsunuz filan. Aslında bu bir siyasi oyun.

Hapis cezası bedeni cezadan daha insani bir ceza mıdır?

Bence değildir. Bedene verilen ceza, insanın zihnini ele geçirmeye çalışan bir ceza değil. ...
Hapishane, okul, fabrika…

Michel Foucault, Nietzscheci ve Heideggerci bir anti-hümanist olarak, hapishanenin tarihini yazan, arkeolojisini yapan bir düşünür olarak şunu tespit ediyor: Eğer biz bir kurumun kuruluş efsanesini, kuruluş mitini hatırlamazsak, bir süre sonra bu kurum sanki ezeli-ebedi gibi gelmeye başlar bize ve tartışılmaz hale gelir. Bugün Türkiye’de hapis cezasının meşruiyetini tartışan kimse yok, F-tipinin meşruiyetini tartışan bile çok az. Aynı şey okul, fabrika, yani diğer modern kurumlar için de geçerli. Türkiye’de bugün maarifin okul açmasını çok az kişi tartışıyor. Ama sonuçta bizim şu soruyu sormamız lazım: 1840’dan önce zorunlu eğitim, askerlik, hapishane yok. Bu toplum, 150 yıl önce bu kurumları tanımıyordu. Bunların alternatiflerini talep etmek, bu toplumun en doğal hakkıdır.

Osmanlı, örfi hukuku en fazla genişleten İslam devletidir.

Osmanlı hukukunu ikiye ayırmak lazım: Şeri hukuk ve örfi hukuk. Şeri hukuka göre birini cezalandırmak çok zordur, çünkü çok ciddi deliller gerekir. Berat-ı zimmet esastır. Suçu ispatlanana kadar masumdur. Oysa örfi kanunda tersi geçerlidir. Suçsuz olduğunu ispat edene kadar, suçlusundur. Hele sabıkalıysan veya iyi tanınmıyorsan! İslam’da devlet hukuku yok, amme hukuku var. Mesela yol kesenlere ne ceza verilecek belli, ama çok genel birkaç şey dışında devlet hukuku yok. Devlete, kendi güvenliğini sağlama alanı bırakılmamış. Osmanlı, bu boşluğu doldurmak için örfi hukuku, sultani hukuku en fazla genişleten İslam devleti. Zaten daha önce verilen mahbes, kalebentlik cezaları da bu tür suçlara veriliyor. Osmanlı Hapishanesi insanilikten kurtulamadı!

Osmanlı’da 1840’lardan itibaren hapishaneler yapılıyor, ama İstanbul’daki ilk numune hapishane, 1870’de inşa ediliyor. Sultan Ahmet’te. Namık Kemal hapishanenin camından baktığında, Sultan Ahmet camiinden çıkan padişahı görebiliyor. 1870’de bugünkü Sultan Ahmet meydanı yeniden tertip ediliyor ve adına Millet Meydanı deniyor. Arka tarafında da millet hapsediliyor! Bu hapishane 3 gün boyunca yabancı sefirlerin ve halkın ziyaretine açılıyor. 2001’de F-tipilerin gezdirilmesi gibi. Osmanlı vakanüvisi Ahmet Lütfi Efendi, kendisi ulemadandı ve bürokrat mantığını tam anlamıyordu, diyor ki “İstanbul’un göbeğine hapishane yaptılar, bir de ne kadar güzel bir yer diye gezdiriyorlar!” Milleti iyice suça teşvik eder gibi… Numune hapishanenin ağırladıklarından biri de Namık Kemal ama burası bir süre sonra avam hapishanesine dönüyor. Bizde suç ağırlıklı olarak adama karşı, cana karşı fiilerdir; mal suçları çok azdır. Mala karşı fiiler kapitalist toplumlarda çoktur. Aynı tarihlerde Avrupa’da ağırlıklı suç cinsi, “tehlikeli sınıflar” denilen aşağı sınıfların depoları, fabrikaları yağmalamaları… Bizim gibi zirai toplumlarda ise adam öldürme, yaralama ağırlıkta. Şunu biliyoruz. 6 ay içinde bu numune hapishanesi hem doluyor, hem de insanların içinde cirit attığı bir yer oluyor. Mahkumlar kapının önüne nargile atıyor, atölyelerinde çalışma filan da hak getire. Osmanlı ile Batı’nın farkı şu: Görünüşte Batı hapishanesi, hücre tipiyle, mükemmeldir. Oysa, Osmanlı’dan çok daha sert ve gayri insanidirler. Bizim bu çabucak dönüşen hapishane daha insani. Gelin görün ki Batı sürekli olarak Osmanlı hapishanelerinin durumu kötü, deyip duruyor.

Türkler tefekküre dayalı hayat ister.

Okullarda teneffüs deriz biz, Avrupalının break (ara) veya pause’si (durak) yerine. Bu da aslında Türklerin, o kapalı yerden ne kadar sıkıldığını gösteriyor; çıkıp bir nefes alıyoruz.Deutsche Bank’ın burada bir temsilcisi var, Osmanlı’nın İktisadi Zenginlikleri diye bir de kitap yazmıştır, 1900lerin başında şöyle diyor: “Müslümanlar fabrikalarda (o da orta ölçekli atölyeler aslında) çalışmak istemiyor, genelde gayri Müslimleri kullanıyorlar; Türkler ara sıra gökyüzüne bakmak, seyretmek istiyorlar; çünkü tefekküre dayalı bir hayatı tercih ediyorlar.” Bu aslında şu demek: Osmanlı hapishaneleri hiçbir zaman adam gibi hapishane olmadı, çünkü hapishanenin dışında da tam bir esaret hayatı yoktu. Çünkü hapishane bir simulakra, bir kaime’dir. Bir şeyi ikame eder. Neyi? Dışarıda hürriyet olmadığını gizlemek için bir hapishane yaparsın ve dışarıdakiler oraya bakarak derler ki “Biz hürüz”.

Hapishane reformu, dışarıyı da esir yapmak demek!
1840’larda buraya meşhur bir İngiliz iktisatçısı, Nassau Wiilam Senior (1790-1864) geliyor. Tersane zindanına götürüyorlar bunu. Bir bakıyor ki adamlar güneşin altında sere serpe yatıyorlar. Diyor ki “Aslına bakarsanız Osmanlı hapishanesindeki, zindanındaki insanlar çok daha hürler.” Çünkü İngiltere’deki hapishanelerde köle gibi çalışmak zorundasın, boş duramazsın. Halbuki burası tabii, hür bir yer. Osmanlı’da hapishane reformu yapmak, dışarıyı da esir hale getiren bir sistemi kurmak demek.

Mahpushane mi, hapishane mi?

Bizim hayatımızda mahalle vardı, o nedenle gerek Osmanlı, gerek Cumhuriyet hapishanelerinde koğuş ve ağa sistemi oldu. Hapishanenin açılmasından kısa süre sonra İstanbul’da, 1871’de içerdekilerin verdiği bir dilekçe var. Altında “mahpushane-i umumi içinde bulunanlar” deniliyor. Normal tabir “hapishane-i umumi”dir ama içerden bakıldığını gösteriyor bu. İçerden bakanlara göre, o bir mahpushane. Kendilerini merkeze koyuyorlar.

Hürriyet dediler, hapishaneleri doldurdular.

İttihatçılar Hürriyet diye geliyorlar ama hapishaneler doluyor. Bekirağa bölüğünden, Sinop hapishanesine kadar… Abdülhamid’in 33 sene iktidarından daha çok kimse hapsediliyor. İttihatçılar, hızlarını alamıyorlar, İstanbul’daki köpekleri de toplayıp Hayırsız Ada’ya gönderiyorlar. Bu bir şekilde sterilizasyon gayreti tabii. Ne kadar Batılı, ne kadar modern olursa kafa, Türkiye’deki insanların hayatı o kadar zorlaşıyor yani.

Önce hapishane yaptırdılar, sonra niye kullanıyorsun dediler.

Önce bize hapishane yaptırdılar, hapishaneyi kendi amaçlarımız için kullanmaya başlayınca da içine karışmaya başladılar. Fakat hapishanede kime karıştıkları anlamlı. 19 yy’da Ermenilere, 20. yy başında Bulgarlara, Makedonlara karıştılar, şimdi de daha ziyade ekrada karışıyorlar. Sıradan suçluyla ilgili değiller.

F-tipi hayatın, F-tipi hapishanesi olur.
F-tipi gibi hücre tipi bir hapishanenin bu toplumda bugüne kadar karşılığı yoktu. Fakat şu an biz artık apartmanlarda, infiradi bir hayat yaşıyoruz, sınıfsal farklılık arttı. Dolayısıyla biz artık sokaktaki adamın, gaspçının, gasıbın, hücrede hapsedilmesine hazırlandık. Televizyon ve gazete vasıtasıyla da. Şu an Hürriyet’in üçüncü sayfa, hatta iki haftadır birinci sayfasında sürekli, tipik bir orta sınıf gazetesi olarak, gasp haberleri var. 2001’deki F-tipi hapishane açma meselesi devletin kafasında 1893’te ve 1902’de vardı; belki parasızlıktan, belki de şartlar oluşmadığı için yapılmamıştı. Şu an yapılmasının nedeni ise, Türkiye’de dışarıda da gözetlemenin, panopticon’un (“tümü görme”), kredi kartlarıyla, cep telefonuyla, kameralarla daha fazla kuruluyor olması. İkincisi, şehirleşmenin ve bireyleşmenin artması. Üçüncüsü, neo-merkantilist bir ekonominin hakim olması ve sınıf probleminin ciddi biçimde büyümüş olması. Batıda hapishane içinde her zaman iki şey olmuştur: Atölye ve kilise. İki ıslah aracı. Bunlar şimdi Türkiye’de de yaygınlaşıyor. Türkiye kapitalistleştikçe, sekülerleşiyor ve biraz da anakronik olarak, zamanını şaşırmış olarak, bazı kurumları benimsiyor. Ama bu sadece hapishanenin içinde değil, aynı zamanda dışında da oluyor.

Hapishane, şehrin aynasıdır.

Tek kişilik hücre yapmak, zaten, şehirli olmayan toplumda mümkün değil. Hapishane hiçbir zaman hapishanenin dışından bağımsız bir yer değildir. Dışarıda bir kapitalist ekonomi varsa, ferdiyetçi bir hayat varsa, o zaman cezayı da hücre olarak verebilirsin. Ama insanlar dışarıda hala cemaat hayatı yaşıyorsa, bu adamı hücreye koydun mu ,kestirmeden kafayı yer. Nitekim, Avrupa’da bile yiyorlar.

Eğitim ve Ceza modern devletin temel araçları.

Hapishane tarihine bakınca, ben şöyle bir formül çıkartıyorum: Ne zaman devlet mali ve siyasi bir krize girse, üç alanda iş yapıyor. Önce askeri alanda bir reform, bir eğitim, bir ceza reformu. Eğitim ve ceza hukuku (hapishane) toplumu muti kılmak için modern devletin temel araçları. Osmanlı da hem krize girdiğinde Batıdan borç para almak için, hem de bir şekilde o kriz döneminde kitleyi denetim altında tutmak için bu iki alanda reform yapıyor.Amerika, hapishane şampiyonu!Amerika’da nüfusun %1’i hapishanelerde. Amerika hem hürriyetin şampiyonu, hem hapishane şampiyonu. Türkiye’de mahpus sayısı son aftan önce 70.000’di (%,0,1). Türkiye’de hep bu düzeydedir, Osmanlı döneminde de.

Hapishane, işçiye ikazdır.

Hapishane iş gücü açısından Amerika’da ve İngiltere’de özellikle, sokaktaki işçiye bir ikazdır. Çünkü buralarda her zaman ciddi manada imalat yapılır ve bu hep dışarıdakinden daha ucuza mal edilir. Hapishane bir tür fabrika olur. Mahpuslar özel şirketlere kiralanır.

Türkiye, Avrupa’nın menfi aynasıdır.

17. yy sonuna kadar Batı Osmanlı’yı idealize ediyor. Mahkemeleri çok hızlı, merkezi bir devlet var, kurumları çok güzel işliyor. Osmanlı, olumlu bir “öteki”. Ama Voltaire’le birlikte bu durum değişiyor, menfi bir öteki haline geliyor Osmanlı. Bugün AB’nin sorunu da o: Türkiye’yi içine alırsa, menfi öteki ortadan kalkacak, 200 yıllık aynası kırılacak. Buranın menfi bir ayna olarak kalması, sorun.

Türk siyasetinin “Mehmet Ali Paşa sendromu”

Osmanlı’da bir Mehmet Ali Paşa sendromu vardı. Eğer taşra kuvvetlerini güçlendirirsem, yarın öbür gün bunlar benim siyasi iktidarıma ortak olurlar. Bu, Cumhuriyet döneminde de devam etti. Dolayısıyla sivil alan, tüccar alan, burjuva alan gelişmiyor. O yüzden de devlet ne yapıyor? İçerideki unsurlarla paylaşmadığı iktidarı, dışarıdakilerle paylaşıyor. AB projesi de şu an buna doğru gidiyor. Hapishaneler, esaretimizi gizliyor.

Batı hapishanesi bir hürriyet simulakrı, Osmanlı hapishanesi ise bir reform simulakrıdır. Reformun gerçek manada olmadığını gizlemek için yapılmış kaimelerdir. Bina var, ama içi öbürlerinin istediği gibi değil.

Hapishane, medeniyet sembolüydü.

19. yy.’da hapishane, Avrupa dışındaki toplumlar için bir medeniyet sembolüdür. Medeni olmak için hapishaneniz olmalı, diyorlar. Medeni olmak niye önemli? Medeni değilseniz, işgal edilirsiniz!

Giyotin ve Aydınlanma

Giyotin, tipik bir rasyonel cezadır. Öyle bir öldürme yöntemi bulalım ki, acı çektirmesin. Aydınlanmanın insaniliği bu: Giyotin ve hücre tipi hapishane.

Dünya, elektronik hapishane oluyor

İngiliz aydınlamacı, pragmacı filozofu Jeremy Bentham, Panopticon (“tümü gören”) kavramını ortaya attı. Dairesel, ortada bir gözetleyenin olduğu, etrafında da gözetlenecek hücrelerin olduğu bir yapı. Temel hedef şu: Mahpusu hücresindeyken de izleyeyim. Öyle bir ışıklandırma sistemi yapalım ki, mahpus bizi göremesin, biz mahpusu görelim. Bugünün cam giydirme binalarının mantığı bu. Dışardan gözükmeyen ama dışarıyı gören. Aslında bu; mutlak, aşkın bir gözetleyen olarak Tanrı’nın yeryüzünde canlandırılışıdır. İkame ettikleri şey budur. Bu, mahremiyeti kaldıran sistem, sadece Batı hapishanesinin değil, iktidarının da modeli oldu. Foucault da bunun üzerinde durur. Bugün aslında hapishaneyle, dar alanda başlayan gözetleme işi sokağa taşmış durumda. Dünya bir hapishane oluyor. Eskiden mutlak mahbes olarak görülen, yani insanın hudutlarının olduğu bir alan olan dünya, şu anda insanın insanıhapsettiği bir yere doğru gidiyor. Teknolojik bir hapishane oluyor dünya, dijitalbir panopticon. Bugün Singapur’da kamerasız sokak yok. ABD’nin, İngiltere’nin belli yerlerinde durum aynı. Türkiye’de de yavaş yavaş başlıyor. Big Brother tipi TV dizileri de buna hizmet ediyor. İnsanları önce başkalarının hayatını gözetlemeye alıştırıyorlar, bu bir zevk yapılıyor. Reaya şu an çaresiz durumda. Ya manken, ya şarkıcı olacağım, ya da piyangodan parayı bulacağım diyor. Önce insanların tabii yolda maişetlerini kazanması engelleniyor. Arkadan insanlar, buna doğru itiliyorlar. Bir yandan zevkle, insanın içindeki röntgenci azdırılarak; öbür yandan korkuyla, yani bak işte benzinciyi soydular, kamera koyalım yakalayalım, yoksa bir gün gelir o suçlular seni de bulur hissi veriliyor. Hiçbir sistem yoktur ki reayanın zımnen de olsa tasvibi olmadan uzun süre yaşasın. Tehlike bu. Türk ailesini bozması filan değil. İnsanların, başka mahremlere saygı duymaması ve bir süre sonra da hegemonik güç tarafından gözetlenecek olmasıdır. Aslında, Türkiye’deki tesettür meselesi de temelde budur. İktidarın, mahremiyete karşı savaşıdır. Tesettür, kadına verilmiş bir mahremiyet hakkıdır. Oysa bugünkü kadın ne yapmak zorunda? Mahremiyetini ne kadar açarsa, o kadar yükselebiliyor. Kadın olsam, göbeğimi açmak zorundayım. Erkek olarak da zihnimi açıyorum. Onun için erkek öğrenci üniversiteye alınıyor. Kadın mahremiyeti, özellikle Türkiye’de, mahremiyetin son noktasıdır. Bunu kırdığın noktada, bu toplumun artık savunacak bir mahremiyet mevzii kalmaz.

Mutlak mahpuslar olacağız

Kredi kartıyla, Mernis projesiyle, cep telefonuyla, internetle gelen demokrasiyle birlikte, kırmayacağımız, aşkın, anonim bir iktidar da oluşuyor.

Panopticon’a hoşgeldiniz…


------------------------------------------------

Matrix ve Felsefe


Sevgili Fikir Yongalamacıları,

28 haziran cumartesi günü 14.30’da yaz öncesi son kez toplanacağız.

Yaz sonrası programının ve yeni gelişmelerin de ele alınacağı toplantının konusu Günümüzde Matrix. William Irwin’in Matrix ve Felsefe adlı kitabı merkez alınacak.

Matrix ve Felsefe
Orjinal isim: The Matrix And Philosophy
William Irwin
Güncel Yayıncılık / Açık Felsefe Dizisi
Çeviri : Murat Sağlam

Sizin de kafanız Keanu Revees gibi Matrix'ten sonra karıştıysa bu kitap kesinlikle sizin için yazılmış. Eğer film kafanızı karıştırmadıysa, hemen bir doktora görünün. Matrix'i henüz seyretmediyseniz, o zaman bu kitabı mutlaka okumalısınız. Böylece bu filmin insanlar için neden o kadar önemli olduğunu bulursunuz.Seçim sizin, hayatınızın sonuna kadar onun sonuçlarıyla yaşayacaksınız. Mavi hapı seçip bu kitabı tekrar rafa koyarak kendinize Matrix sadece bir film mi diyeceksiniz? Yoksa, kırmızı hapı seçip bu kitabı okuyararak, beyaz tavşanın peşinden mi gideceksiniz?"Matrix ve Felsefe, filmdeki felsefi temaların neler olduğunu belirleyişi ve ele alışıyla, felsefi zenginlik açısından filmden daha üstün. Sizce akılcılar, deneyciler, gerçekçiler, gerçeküstücüler, maddeciler, bütüncüler, varoluşçular ve yapıbozumcuları Matrix hakkında ne düşünür? İşte bu sorunun cevabı Matrix ve Felsefe kitabında."-Lou Marinoff, Felsefeci-yazar-William Irwin, Pennsiylvania King's Üniversitesi'nde Profesördür. Birçok felsefi esere editör olarak imza atmıştır. Hermeutik, Sartre, Platon, hukuk felsefesi ve felsefi pedagoji hakkında sayısız makalesi vardır.(Arka Kapak)
312 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 21 cm ISBN : 9789758621347
*

ODA Sanat ve Edebiyat vakfının kurduğu Amsterdam Filokafe(Felsefe Kulübü)namı diğer, Amsterdam Fikir Yongalama Kulübümüz 5 Kasım 2008 tarihinde 2. yılını kutlamaya hazırlanıyor malum. Toplantılarımıza sürekli olarak katılan üyelerimiz John Gray’in Matrix’te İnanç adlı ilginç makalesini hatırlayacaklar. O makaleden seçilen önemli noktalara da yeniden bir göz atmakta yarar var.

*
Geloof in de Matrix. Sayfa 54 – 61
Matrix’(t)e inanç.

Ana noktalar

1-Matrix filminden iyi tanıdığımız ajan Smith bir sahnede şöyle der: “Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun? Sonuç bir felaket oldu.” Matrix sonuçta insanların bir koza içinde yaşadığı, hayalinde işe gittiğini, sokaklarda yürüdüğünü, aşık olduğunu, savaştığını düşündüğü sanal bir dünya. Bunu yapanlar da bilgisayarlar. Kimbilir kaçıncı kez insanlığın mükemmel bir dünya arayışı hüsranla sonuçlanmakta.

2- İnsanın kozaların içindeki enerji kaynağı olarak kullanılması, çalıştırılması yani, matrix programının
hedefi değildi. Hedef mükemmel bir dünya yaratmaktı.

3-Matrix üzerine çeşitli yorumlar vardır. Filozoflar dış dünya gerçekliğini sorgulamaktalar, din bilginleri mitolojik terimleri hıristiyanlığın, budizmin ve hıristiyanlığın başlangıcındaki sırları bilen mezheplere gönderme olarak yorumladılar. Bu filmlerin kaçınılmaz olarak iğneleyici, batıcı, alaycı, rahatsız edici ve nüktedan şekilde verilen politik yankıları da mevcuttur. Dünyanın nasıl yönetildiğini açımlamaktadırlar.

4-Şu sıralar politikaya inanç önemli ölçüde yokolmuş ve teknoloji dönüştürülmüş dünya rüyasını tek başına ifade eder hale gelmiştir. Çok az kimse refahın daha adil bölüştürülmesiyle açlık ve fakirliğin bertaraf edileceğine inanmaktadır. Politikayla ne Irak’ın işgalini engelleyebildik, ne de açlık sorununu.

5-Anenevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için yerine video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak. Çevreye kafayı takmamak için de walkman.

6-Matrix insanın daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzularının en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı bir rotadır.

7- Ünlü Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem meslekdaşlarından birkaç on yıl önce 1964’te yayımlanan summa techonologiae adlı kitabında Phantomat(düşomat/hayalmatik) adlı sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Phantomat’ın içinde yeni bir hayat seçmek mümkündü. Phantomat bize sufistlerin daima aradıkları
şeyi vermekteydi. Materyal dünyadan ve ölümlülükten sıyrılma. Sonsuza dek sanal bir âlemde varolmak.

8-Cypher davranışı/vakası. Lem insanların rüyalar âlemini kargaşa ve kavgalarla dolu gerçek dünyaya tercih edeceklerinden korkmaktaydı. Şu anda Batı dünyasında kitlesel medya tarafından oluşturulmuş illüzyon içinde yaşamayı seçenler vardır.

Cahillik bir nimettir.

Bilinç ve bellek sorunu.

9- Matrix kendini sonsuza kadar yenileyebilecek şekilde inşa edilmemiştir. Er ya da geç kader ya da zaman nedeniyle yokolup gidecektir.

10- Matrix üzerine yapılan yorumlardan birinde sistem içinde arıza yaratacak bir kaynağa değinilir. Bu insani serbest iradedir. Koza içinde yaşayanlar bir sanrı içinde yaşarlar. Ama bir kez bunun sanrı olduğunu keşfederlerse karşı çıkabilirler.

Serbest iradenin metafizik yorumunun yeri neresidir?

11-Gerçekliğin problemlerimizin aslında çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur.

12-Matrix filmleri teknolojik sihirin harika bir sanat ürünüdür. Eğer bir mesajları varsa, bu teknolojinin sihir olmadığıdır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez.

*
Ünlü kültür eleştirmeni Slavoj Jijek ne diyor? ‘Matrix filmi felsefecilerin mürekkep lekesi testidir. Felsefeciler orada kendi gözde felsefelerini görüyorlar.’ Toplantımızda Jijek’in görüşleri de yonga malzememiz olacak.

*
Benim de bu konu ile çeşitli yerlerde yayımlanmış bir denemem var. Üç başlığı var. Burada Kahverengi Hap ve Cypher Hapı
yerine sonuncusunu kullanmayı yeğledim.

İhanet Hapı

Hapı yutma diye argo bir deyim vardır. Olumsuz anlamda kullanılır. İnsan hastalanınca iyileşmek için hapı yutmaz mı? O halde hapı yuttuk denince neden bir şeylerin ters gittiğini düşünürüz? Bizi hap yutacak hale getirecek bir rahatsızlıktır sözü edilen mecaz olarak. Ya da yıllar öncesinden ünlü Matrix filmindeki kırmızı ve mavi haplara bilinci örtülü bir göndermedir. Olur ya!

Matrix filmini hepiniz görmüşsünüzdür. Wachowski kardeşlerin 1999’da yeni milenyum öncesi dünyayı sarstıkları film. Konusu filmi görmeyenlerin kulağına bile çalınmıştır bir yerlerde. Tek bir film yeterdi, ama para hırsıyla üç ayrı film yapıldı. Diğer iki bölüm ilkinin tadını veremedi. Çünkü bütün felsefe cephanesi birinci filmde patlatılmış ve tüketilmişti.

Matrix üzerine çeşitli yorumlar yapıldı. Filozoflar dış dünya gerçekliğini sorguladılar. Din bilginleri mitolojik terimleri hıristiyanlığın, budizmin ve hıristiyanlığın başlangıcındaki sırları bilen mezheplere gönderme olarak yorumladılar. Bu filmlerin kaçınılmaz olarak iğneleyici, batıcı, alaycı, rahatsız edici ve nüktedan şekilde verilen politik yankıları da mevcuttur. Dünyanın nasıl yönetildiğini açımlamaktadırlar.

Filmin konusu özetle şöyledir: Bilgisayar hackerı Thomas Anderson dünyada sıradan bir yaşam sürmekte ve 1999 yılında yaşadığını sanmaktadır. Gizemli Morpheus’la tanışınca gerçeğin farklı olduğunu fikrine toslar. Aslında 200 yıl ötededirler ve akıllı makineler dünyada kontrolu ele geçirmişlerdir. Bilgisayarlar 20. yüzyılın sahte bir kopyasını oluşturmuşlardır. Aslında insanlar küçük hücrelerde hapistirler. Bütün bu sahte hayat ve makineler varlıklarını onların ürettiği biyo enerji vasıtasıyla sürdürülebilmektedir. Anderson, Neo yani Yeni lakabıyla makinelerin ürettiği insan kılıklı ajan Smithlerle mücadele etmeye başlar. Dünyayı yeniden insanların idaresine kavuşturmaktır amacı.

Bu mega bütçeyle üç bölüm halinde gösterilen film çok ilgi gördü. İnsanlar Matrix’in ana öyküsünde ve Anderson’un mücadelesinde neyi ilginç bulmuşlardı? Film tekniği gerçekten harikaydı. Bu tek başına yetmezdi. Bu öyküde bizi çeken neydi? Kırk yıl kadar geriye gidelim.


Ünlü Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem meslekdaşlarından birkaç on yıl önce 1964’te yayımlanan summa techonologiae adlı kitabında Phantomat(benim serbest çevirimle düşomat ya da hayalmatik) adlı sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Phantomat’ın içinde yeni bir hayat seçmek mümkündü.


İnsan böyle bir şeyi arzu eder mi? İster. Tanrım beni baştan yarat arzusunun şarkılara, romanlara ve operalara konu olmuş çok güçlü ve yaygın bir duygu olduğu unutulmasın.

Düş otomatı bize sufistlerin daima aradıkları şeyi vermekteydi. Materyal dünyadan ve ölümlülükten sıyrılma. Sonsuza dek sanal bir âlemde varolmak. Uyusam uyanmasam derler sıkıntıda olan kimseler. Bunla ölüp gitmekten çok rüyalara dalıp, hayalmatiğe kapılıp eskisinden çok daha olumlu bir gerçekliğe, daha keyifli, katlanılır bir hayata ulaşma özlemini kastederler.

Matrix filminde Anderson böyle bir imkânı kırmızı ve mavi haplar yardımıyla elde edecektir. Uyku tanrısı Morpheus kendisine hapları uzatır. Maviyi alırsa eski mutlu sorunsuz, ama sanal olan hayatına dönecektir. Kırmızı hapı yutarsa gerçekliği adım adım tanıyacak ve insanların yeniden normal hayata kavuşmaları için mücadele edecektir. Tabii ki kırmızı hapı seçer.

Neo bir seçilmiştir. Bir tür Mesihtir. Kurtarıcıdır. Yani nafile bir karakterdir. Mesih beklentisi insan aklının ve sezgilerinin iflasından başka bir şey değildir. Dünyada iyi olarak yapılan her şey sabrın ve kolektif çalışmanın sonucudur. En üstün vasıflı liderler, dahi dediğimiz bilim adamları ve sanatçılar, çevrelerinde onlara hazırlanmış bir ortamın çocuklarıdır. Dağ başından düzlüğe inmiş mitolojik yarı tanrılar değillerdir.

Matrix yapılmadan önce de bu konuları işleyen bazı filmler vardı.
Matrix’in yapılabilmesinde etkin olmuşlardır. Bunlardan biri Matrix’ten sadece bir yıl önce gösterime giren The Dark City’dir. Karanlık Şehir adlı öykü Matrix’i izleyicilere hazırlayan en önemli filmdir desek sanırım abartma olmaz. Öyküsü kısaca şöyledir: Filmin kahramanı John Murdock vahşice işlenmiş cinayetlerin katili olarak aranmaktadır, ama hafızasını kaybettiği için hiçbir şey hatırlamamaktadır. Kim olduğunu öğrenmek ve hafızasını yeniden kazanmak için verdiği uğraşlar sonucunda, insanın düşünce yapısının ne olduğunu inceleyip beynine hákim olmak üzere gizli deneyler yürüten yaratıklarla karşılaşır. Bütün şehir, yaşamı sandığı her şey bir simülasyondan ibarettir.

Bir diğer film de 13 kat, The Thirteenth Floor’dur. Matrix’le neredeyse aynı zamanda (1999) gösterime girdi. İki bin küsurlu yıllardaki bir bilişim uzmanı 1930’larda geçen bir simülasyon yaratır. Zaman zaman oraya yolculuk yaparak gönül eğler. Yarattığı sanal gerçeklik öyle güçlüdür ki, can verdiği sanal kahramanlar da zekaları sayesinde simülasyonlar yaratırlar.

Simülasyonlar niçin büyük bir titizlilikle planlanır? Bu mükemmellik arzusu neyi amaçlamaktadır. Kusursuz bir dünya mümkün müdür?

Matrix filminden iyi tanıdığımız ajan Smith bir sahnede şöyle der: “Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun? Sonuç bir felaket oldu.”

İnsanın kozaların içindeki enerji kaynağı olarak kullanılması, çalıştırılması yani, Matrix programının hedefi değildi. Hedef mükemmel bir dünya yaratmaktı. Kimbilir kaçıncı kez insanlığın mükemmel bir dünya arayışı hüsranla sonuçlanmakta.

Şimdi zamanımıza hepimizin ittifakla kırmızı hap kürü yaptığını düşündüğü anlara bir bakalım. İngiliz felesefecisi John Gray Matrix filminin çağrıştırdığı durumlar üzerine çok güzel bir deneme yazmıştır. Zamanımızı çok iyi gören bu denemeden önemli bulduğum birkaç önermeye bir göz atalım.

Şu sıralar politikaya inanç önemli ölçüde yokolmuş ve teknoloji dönüştürülmüş dünya rüyasını tek başına ifade eder hale gelmiştir. Çok az kimse refahın daha adil bölüştürülmesiyle açlık ve fakirliğin bertaraf edileceğine inanmaktadır. Politikayla ne Irak’ın işgalini engelleyebildik, ne de açlık sorununu.

Anenevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için yerine video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak. Çevreye kafayı takmamak için de walkman ya da MP3.

Matrix insanın daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzularının en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı bir rotadır.

Matrix kendini sonsuza kadar yenileyebilecek şekilde inşa edilmemiştir. Er ya da geç kader ya da zaman nedeniyle yokolup gidecektir.

Matrix üzerine yapılan yorumlardan birinde sistem içinde arıza yaratacak bir kaynağa değinilir. Bu insani serbest iradedir. Kozada yaşayanlar bir sanrı içinde yaşarlar. Ama bir kez bunun sanrı olduğunu keşfederlerse karşı çıkabilirler.

Aslında gerçekliğin, problemlerimizin çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur.

Matrix filmleri teknolojik sihirin harika bir sanat ürünüdür. Eğer bir mesajları varsa, bu teknolojinin sihir olmadığıdır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez.

Matrix filminde Morpheus’un hovercraftındaki asilerden birinin adı Cypher’dır. Zamanla insan ve makine arasıhdaki bitmez tükenmez savaştan yorulmuştur. Bu gerçeği hiç bilmediği, kozasında mutlu hayatını sürdürdüğü anları özlemektedir. Sonunda aşırı yorulur ve ajan Smith’le bir anlaşma yapar. Neo’nun yerini ele verecek, bunun karşılığında sorunsuz eski durumuna, mavi hap yuttuğu zamanlara dönebilecektir. Arkadaşlarına ihanet eder. Çok kayıplar verdirir ve kendi de telef olur gider.

Cypher filimde İsa’yı eleveren Yahuda gibi canlandırılır. Bu Neo’ya kutsal bir aura kazandırmak için düşünülmüş kasıtlı bir yanıltmadır. Bence esas ihanet uydurma bir mesih olan Neo’yu elevermek değildir.

Az önce sözünü ettiğim yazar Lem insanların rüyalar âlemini kargaşa ve kavgalarla dolu gerçek dünyaya tercih edeceklerinden korkmaktaydı.
Bu korkuyu simgeleyen Cypher ihaneti karşılığında sadece eski konumuna dönmeyi isterken, bildiği gerçekliği de tümden unutmak ister.

Bu mümkün müdür?

Şu anda dünyanın her yerinde kitlesel medya tarafından oluşturulmuş illüzyon içinde yaşamayı seçenler vardır. Bunlar sanıldığı gibi tümden mavi hap yutanlar değildirler.

Zamanımızda mavi hap konumunda kalmak iyice zorlaşmıştır. Kitle iletişim araçları bizi yamulmuş, anlamı dönmüş de olsa gerçeklikle bombalarlar. Bu nedenle kursaklarımızdan geçen artık kahverengi bir haptır. Yaşanan illüzyonun gerçek olmadığını, sonsuza kadar devam etmeyeceğini biliriz, ama mış gibi yaparız. Bir sabah mış gibi gerçekliğine uyanacağımızı hayal eder dururuz. Cypherlık yaparak gerçekliği görmezden gelmeye çabalarız. Markalı giysiler, yeni arabalar, hızlı bir bilgisayarla kaçış yolunda tutunmaya çabalarız.

Sonra bir an gelir, illüzyon çöker ve kaba gerçeklik acımasızca üzerimize abanır.

Başta çevre felaketleri olmak üzere bir çok acil sorun bize renk renk haplar sunmak üzere sırasını beklemektedir.

Kısacası: Neo’lar ve kırmızı haplar mevcut değil. Mavi hap uyuşturucu ve boş bir umut. Mesihin geleceği falan da yok. Önemli olan bütün haplardan uzak durarak külyutmazlık formatı edinebilmektir.
Sadık Yemni- 2007

-----------------------------------------------

*
Yaz sonrası programımız G. Monbiot, S. Jijek, David Graeber, Andrej Grubacic vb. gibi yazar ve düşünürler, Panopticon, Psikolojik savaş, GDO felaketi, Çevre sorunları, yakın geleceğe komplo teorileri gözlüğüyle bakmak vb. gibi konularla devam edecek.

*
SineODA çalışmalarımız eylül ortasından itibaren haftada birlik periyotlarla film gösterimine başlayacak. Aylık programlar önceden kulübümüzün üyelerine yollanacaktır. Birlikte şu ana kadar yapılmış en iyi filmleri izleyecek ve bitiminde (bazen yemekli olarak) üzerine tartışacağız.

*
Geçen altı ayda işlenen konuların bazılarına görsel bir bakış:

*
Yazı Atölyesi çalışmalarımızın hazırlıkları tamam. Çok yakında sürekli işlik şeklinde çalışmaya başlayacağız.

*
Oda Edebiyat ve Fikir Yonga dergimizin 8. sayısı şu anda sanal uzayda salınmakta. 9. sayı 1 ağustosta dalından düşecek. Dergimizin genç yazarları Türkiye’deki basılı ve dijital dergilerde boy göstermeye başladılar. Yakın gelecekte kitap kapaklarının üstünde de adlarını göreceğimizi umuyorum.

www.odasanat.org

*
Başka gelişmeler de var, ama şimdilik sürpriz kalsın.

Hepinize şimdiden hoş senaryolu, kazasız belasız, sıhhatlı, bol dinlenmeli, az stresli bir yaz tatili diliyorum.

Selamlar ve sevgiler

Hayal Tozu Gölgecisi


---------------------------------

Slavoj Žižek


Sevgili Fikir Yongacıları,

14 haziran Cumartesi günü 14.30’da Slavoj Zizek’in görüşlerini incelemek üzere toplanacağız.

Slavoj Žižek’in çok yönlü çalışmaları var malum. 14 haziran cumartesi günü Ödünç alınan Irak çaydanlığı kitabını merkez alacağız. Bir sonraki Zizek toplantısında onun film analizlerine(David Lynch ve Alfred Hitchcock) eğileceğiz. Kısacası Žižek fikir yonga kulübümüzün gözde bir düşünürü kalmaya devam edecek.

Görüşmek üzere

Sadık Yemni

*
Slavoj Žižek (Slavoy Jijek) (d. 21 Mart 1949 Ljubljana, Slovenya) Sloven Marksist sosyolog, psikanalist, filozof ve kültür eleştirmeni.Ljubljana, Slovenya’da(o tarihte Yugoslavya’nın bir bölümüydü) doğdu ve felsefe doktorasını Ljubljana’da aldı ve Paris Üniversitesi’nde Psikanaliz eğitimi gördü.1990 yılında Slovenya Cumhuriyeti Başkanlığı için Slovenya Liberal Demokrat Partisi’nin adayıydı.Žižek popüler kültürün yeniden okunmasında Jacques Lacan’ın çalışmalarını kullanmasıyla ünlüdür.Şu konuları da içeren sayısız konuda yazmaktadır; köktendincilik, hoşgörü, politik doğruluk, küreselleşme, öznellik, insan hakları, Lenin, mit, internet, postmodernizm, çok kültürlülük, post-marksizm, David Lynch ve Alfred HitchcockHayatıŽižek Sosyoloji Enstitüsü, Ljubljana Üniversitesi, Slovenya’da uzman araştırmacı olarak görev yapmaktadır. Aynı zamanda, burada sıralanan üniversitelerin yanısıra başka üniversitelerde de misafir profesör olarak ders vermektedir:the University of Chicago, Columbia, London Consortium, Princeton, The New School, the European Graduate School, the University of Minnesota, the University of California, Irvine and the University of Michigan. Bugünlerde Birkbeck Institute for the Humanities Birkbeck, University of London’da Uluslararası Yönetici olarak çalışmaktadır.Žižek 2004 yılında 26 yaşındaki Arjantinli model Analia Hounie ile ikinci evliliğini yaptı; daha önce Renata Salecl ile evliydi.Žižek mesleğinin başlangıcında 1970′lerin Yugoslavya’sının politik ortamında engellendi. 1975′de master tezinin siyasi açıdan şüpheli görülmesinden sonra Ljubljana Üniversitesi’nde bir yer sahibi olması önlendi. Takip eden yıllarda Yugoslav Ordusu’nda görev aldı ve sonunda Jacques Lacan’ın psikonalitik teorisine dönük kuramsal odaklanmaları olan bir grup Slovenyalı bilgin ile yakınlaştı.Žižek’in büyük bir sosyal kuramcı olarak uluslararası tanınması 1989′da İngilizce basılan ilk kitabı The Sublime Object of Ideology’ye kadar sürdü. Žižek’in en dünya çapında en çok tartışılan kitabı The Ticklish Subject (1999), O’nu açıkça dekonstrüksiyonizmcilerin, Heideggercilerin, Habermascıların, bilişsel işlemlerle uğraşan bilimadamlarının, feministler in ve Žižek’in New Age “obskürantizmciler” olarak tanımladıklarının karşısına koyar.Žižek’in çalışma ve düşünceleri belirlemedeki sorunlardan birisi O’nun kuramsal konumunu çok sık olarak kitapları arasında hatta bazen aynı kitabın farklı sayfalarında değiştirmesidir (mesela, Lacan’ın yapısalcı mı yoksa post-yapısalcı mı olduğu konusunda).Bu nedenden dolayı O’nu eleştiren bazı kişiler O’nu tutarsızlık ve entellektüel düzey eksikliği ile suçlamaktadır. Ne var ki, Ian Parker herhangi bir “Zizekyan” felsefe sistemi bulunmadığını öne sürmektedir çünkü Žižek, bütün tutarsızlığıyla beraber, bize, bizim bir tek yazardan neyi almak ve onda neye inanmak istediğimiz konusunda daha derinlemesine düşünmemiz konusunda yardımcı olmaya çalışıyor.(Parker, 2004) Aslında,Žižek’in kendisi, bir felsefecinin tavrının, bizim kendi ideolojik ön kabullerimizi sorgulamak yerine bize dünyayı anlatan Büyük Öteki gibi davranmak olmaması gerektiğini tartışarak, Jacques Lacan’ın kendi kuramlarını sürekli yenilemesini savunmaktadır.Žižek için felsefeci,soruları yanıtlamaya çalışan birisinden daha çok ,eleştiren birisidir.En son olarak Žižek Abercrombie & Fitch için hazırlanan bir katalogda yer alan Bruce Weber’in fotoğraflarına eşlik edecek bir metin yazdı.Büyük bir entellektüelin reklam metni yazmasının uygun olup olmadığı sorulduğunda, Žižek Boston Globe’a şunları söyledi: “Eğer para kazanmak için bu tür işler yapmak veya tam zamanlı çalışan Amerikalı bir akademisyen olarak imtiyazlı bir yer kapmak için kıç öpmek zorunda kalmak arasında bir seçim yapmam istenseydi böyle yerlerde yazı yazmayı seçmekten zevk alırdım!”Kendisine dönük ters ifadelerden utanmayan ateşli ve renkli bir öğretim üyesi olarak kabul edilmektedir. Üç bölümden oluşan ‘The Pervert’s Guide to Cinema’ belgeseli İngiliz televizyonu More4 televizyonunda Temmuz 2006′da yayınlandı.
*

Zizek, Irak ve "Liberal Ütopya Çağında Şiddet ve İdeoloji"
Türkiye'nin Kuzey Irak operasyonu öncesi, vaktiyle sapmayı unuttuğu, şimdi çıkmaza dönüşen açılarını düşündürmesi açısından Žižek'in Avrupa merkezci eleştirileri tartışmaya değer.
Slavoj Žižek, İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin konuğu olarak 5-6 Kasım tarihlerinde İstanbul'daydı. İki gün süren konferansın ilk gününde Žižek "Liberal Ütopya Çağında Şiddet ve İdeoloji" başlıklı bir konuşma yaptı.
Žižek, ABD emperyalizmine ve Avrupa merkeziyetçiliğine de çeşitli eleştiriler getirdi. Daha önceki yazılarında da Amerikanın komünist rejimlere olan sert tavrını ve totaliter diktatörlerle işbirliği yapma özelliğini sıkça eleştiren Žižek, ABD'nin Irak'ı işgali sonrası Irak'ta ortaya çıkan uzlaşmaz köktenci politik-ideolojik bir takım yıldızlardan da bahsetmişti ayrıca.
ABD'nin, bu sömürgecilik dönemlerinden kalan tavrını; "İran yanlısı politik güçlerin Irak'ta üstünlüğüne neden oldu" diyerek açıklayan ve "eğer Bush savaş suçlarıyla ilgili Stalinist bir yargıç tarafından yargılansa bir 'İran ajanı' olarak suçlanırdı" diyen Žižek; Bush politikalarını "şiddet içeren taşkınlıklara, güce dayanan uygulamalar değil" aksine, "paniğin yol açtığı eylemlerdir" diyerek açıklamıştı.
Bilgi Üniversitesi'nde yaptığı konuşmalarda da liberalizmi ve Aydınlanmacı batı dünyasının iki yüzlü tavrını eleştiren Žižek'in konuşmaları; Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti kurulması isteklerinin bulunduğu ve Türkiye'nin Kuzey Irak'a askeri operasyonun tartışıldığı şu günlerde, ABD'nin Irak'ı işgaliyle sonuçlanan Orta Doğu operasyonlarını hatırlatması açısından anlamlıydı.
Herşey planlandığı gibi işleyecek sandı birileri
2003'te ABD kuvvetleri, Saddam Hüseyin'i devirmek ve Irak halkına demokrasi götürmek adına Irak'a girdiğinde her şey tipik kolonyal ve emperyalist süreç içinde planlandığı gibi işleyecek gibi görünüyordu birileri için. Egemen gücün iktidarı sınırsız, mutlak ve bağışlayıcıydı. Kendi "uygar" dünyasının düzenini, dünyanın diğer ucundaki bir Orta Doğu ülkesine götürürken her şey çok uyum içinde ve tek sesli ilerliyordu.
Bütün dünyadaki, bir avuç karşıt sesin tüm tepkisine rağmen Amerikan askerleri Irak'a girdi, Saddam devrildi ve Irak'taki dikta rejimi son buldu. Bir süre sonra, Irak'ta gelmesi beklenilen barış ve sükûnetin yerini; Ebu Gharib hapishanesinden gelen tuhaf ve tüyler ürpertici haberler aldı.
"Evet suçluyuz"
ABD'lilerden sonra bölgeye giren İngiliz askerleri, isyancı olarak nitelenerek gözaltına aldıkları Irak halkına envai çeşit işkence uygulamaya başlamıştı. Bir süre sonra artan benzer haberler ve gelen fotoğraflar durumun vahametini gösterdi.
İnsanlık adına girişildiği savunulan bir operasyon, kurtarılması vaat edilen insanların çektiği acılarla son bulduğunda yine bir avuç azınlık sesini çıkarabilmişti bu işkence görüntülerine. Ve İngiliz askerleri nihayet yargılanmaya başlandığında, inkâr süreçleri sonrası ağızlarından patır patır dökülen ilk cümleler "Evet suçluyuz, sanırım ama biz neyin içine düştüğümüzü anladığımızda tek yaptığımız şey işkenceydi" türündendi.
Kendilerini, bilmedikleri bir coğrafyada, dillerini bilmedikleri ve "medeni" bulmadıkları insanların içinde bulan Batılı egemenin askerleri; yaptıkları tüm işgal ve işkencelere rağmen bir durumu da itiraf etmiş oluyorlardı: "Yabancıyı", "öteki'yi" ve "gerçek'i" bilmeme hali karşısında ters yüz olan "medeni" görüntülerinin ardında yatan karanlığın, dehşetengiz gerçeğinin yadsınamaz halini.
Jeannette Winterson ise, "Vişnenin Cinsiyeti" isimli kitabında "her yolculuk, kendi içinde bir yolculuk saklar; sapılmayan dönemeç, unutulan açı" der. Her gerçek yolculuğun insanı sonunda, kendi içine yapacağı "gerçek" bir içsel yolculuğa götüreceğini anlatan bu benzersiz cümleyi, tüm edebi romantikliğinden arındırarak başka bir romancının –Joseph Conrad'ın muhteşem romanının ismine bağlamak istiyorum.
İçimizde saklı, her yolculuk; kendi içimizdeki gizil bir dönemeci bulduğunda, o yolculuk sonunda "karanlığın yüreği" ne yapılan bir çıkmazla son bulur. Konuşmanın ve insanın anlamını yitirdiği anda ve yerde karşımıza çıkan "karanlık öteki" hiç bulmak istediğimiz ve iç dönemeçlerimizde saklanana saklana firar eden kendi ötekimizden başkası değildir. Batı merkezli bir bakıştan, belirsiz ve kuraldışı bir dilin bir durumu ifade biçimidir.
Kuzey Irak'a asker gönderme tartışmalarının yapıldığı bu günlerde Türkiye'nin ciddi olarak bölgenin geçmişine derinlemesine bakması ve ABD'nin Irak'ı işgaliyle sonuçlanan Orta Doğu politikalarını, popülist bir "emperyalizme, AB'ye ve batıya hayır bakışının dışında" eleştirel bir gözle değerlendirmesi gerekiyor.
Kuzey Irak'ta kurulacak olası bir Kürt Devleti'nin en fazla yarar sağlayacağı güç tabii ki ABD ve tabii ki sömürgeci bir iktidar mantığıyla hareket ediyor. Her paniklediğinde de belki de kendine yeni bir "İran ajanı" bulma ihtiyacı hissediyor ve belki de bu defa kendi "ajanlığını" Türkiye'nin üstüne yıkmaya çalışıyor.
Bu açıdan, ötekine yapılan her olası yolculuğun kilometrelerce yol kat etmek olmadığını da göz önüne alırsak; Türkiye'nin Kuzey Irak operasyonu öncesi, vaktiyle sapmayı unuttuğu, şimdi çıkmaza dönüşen açılarını düşündürmesi açısından Žižek'in Avrupa merkezci eleştirileri tartışmaya değerdir.
BİA Haber Merkezi – İstanbul 10 Kasım 2007, Cumartesi
Yeliz KIZILARSLAN

*
'Türkiye, Hıristiyan Batı'nın kibrini kırabilirse sevinirim'
Yer Santralistanbul... İnsanlar, ellerinde şemsiyelerle yağmur çamur demeden bir yere yetişmeye çalışıyorlar.

17.00'de başlayacak konferans için salonun önünde birkaç gün öncesinden rezervasyon yaptıran dinleyiciler bekleşiyor. Kalabalığın arasında kısa kollu siyah tişörtüyle, salona girmeyi bekleyen biri dikkat çekiyor. Herkesin üşüdüğü bir sırada bu haliyle bakışları kendine çeken kişi, sıra dışı yorumlara sahip ünlü Sloven düşünür, felsefeci ve eleştirmen Slavoj Zizek'ten başkası değil.
Pazartesi akşamı, Santralistanbul'da tam manasıyla bir Zizek fırtınası yaşandı. 'Liberal Ütopya Çağında Şiddet ve İdeoloji' adlı konferans için İstanbul'daydı ünlü felsefeci. Gördüğü ilgi onu da şaşırttı. Zizek de tam günündeydi, esti gürledi. Dinleyicilerden sabır göstermelerini istemesi boşuna değildi; çünkü konferans dur durak bilmeden yaklaşık 2 saat sürdü. İlginç yorumlarıyla dinleyenlere neşeli anlar yaşatan Zizek'in bizi en çok ilgilendiren yönü, Türkiye üzerine yorumlarıydı. Avrupa Birliği, örtünme, Kürt meselesi, Kemalizm gibi konuları çok iyi bilmediğini söylese de dokundurmalar yapmadan geçemedi. Salondakileri, "Pek hoşunuza gitmeyecek belki ama..." diye uyaran Zizek,
"Türkiye'yi Batı'nın konumundan savunup, Doğu'nun konumundan eleştiriyorum." dedi. Avrupa'nın ikiyüzlülüğünün 'iğrenç' olduğuna değinen düşünür, "Türkiye'de insan hakları sorunu var, tamam, ben de yüksek insan hakları standardı taraftarıyım; ama Baltık ülkeleri, Polonya ve İtalya'yı da aynı kriterlere göre değerlendirmek gerekli. Türkiye'de Kürtlere yapılanları eleştirecekseniz, İtalya'ya da bakın, diğer Baltık ülkelerine de. Benim çözümüm, 'birbirimize karşı anlayış gösterelim' değil, aynı zalimliği bütün ülkelere uygulayalım." dedi.
'Demokrasiye inanmıyoruz'
Marksizm, psikanaliz ve felsefe ile popüler kültür arasında köprüler kurarak 'derin' konuları anlaşılabilir kılan Zizek, kültürel incelemelerin Elvis'i olarak da anılıyor. Sinemaseverler, bu isme pek yabancı değil. İstanbul Film Festivali'nde gösterilen 'Zizek!' (2006) ve 'Sapığın Sinema Rehberi' (2007) adlı belgesellerden tanıyorlar onu. Konferansa naif bir soruyla başladı Slavoj Zizek: "Felsefe bugün halka ne anlatabilir?" Cevabını da kendi verdi: "Hepimiz bugün ekolojiyle, dinsel tartışmalarla iç içeyiz. Felsefenin görevi yanıt bulmak değil, algılayış biçiminin sorunun bir parçası olduğunu görebilmektir. Yanlış yanıt yoktur, yanlış soru vardır."
Konuşmasında sık sık espiriler yapan Zizek, 'kendini darı zanneden deli' fıkrasındaki iyileşerek hastaneden çıkan adamın 'Ben darı olmadığımı biliyorum, ama tavuklar bunu biliyor mu?' demesinin, liberalleri anlamak için iyi bir ders olduğunu söyledi: "Liberaller de özgür olduklarını biliyorlar; ama bunu bilmeyen bir tavuk vardır karşılarında. Bir tavuk yüzünden koca ülke göçebiliyor." Herkesin birer tavuğu olduğunu, felsefecilerin görevinin ise bu tavukları öldürmek olduğunu söyleyen Zizek, bir arkadaşının, kuantum fizikçisi Niels Bohr'e kapısı üzerinde asılı duran nalı gördükten sonra "Sen de mi bunun uğurlu olduğuna inanıyorsun?" demesini de anlattı: "Bohr, 'Ben bilim adamıyım, tabii ki inanmıyorum' demiş. Arkadaşı sormuş: 'Niye astın peki?'. 'İnanmıyorsam bile bir işe yarıyor' demiş. Demokrasiye, insan haklarına vs. inanmıyoruz, ama bir şekilde işlemeye devam ediyor."
Türkiye'de bir tarafta ılımlı İslamcı Avrupa taraftarı kesimlerin, diğer tarafta ulus merkezli Kemalistlerin olduğunu söyleyen Zizek, her ikisine de karşı çıkıyor: "Çözüm evrenselci konumdadır. Peki, küresel kapitalizme evrensel düzeyde nasıl karşı çıkacağız? Bu kültürel mekanizmalardan çıkıp politikayı yeniden politize etmekten geçiyor çözüm. İspanya eski Başbakanı Zapetero 'Medeniyetler Paktı' önerdi. Buna karşı çıkıyorum. Benim uygarlığımda ön plana çıkanlarla, senin uygarlığında öne çıkanlar bir araya gelsin. Birbirimize karşı hoşgörüyle yaklaşım değil formülüm. Gelin, hoşgörüsüzlüklerimizi paylaşalım." Zizek'e göre Türkiye'nin bu konuda büyük bir şansı var: "Türkiye, Hıristiyan Batı'nın kibirli tavrını ortadan kaldırabilirse, çok mutlu olurum. İslam'ın da bu oluşumda yer alabileceğini kabul ettirecek bu sayede."
'Başörtüsü takmak Çin restoranına gitmekten farklı değil'
"Örtünme, ilerici de olabilir. Benim açımdan sorun teşkil etmeyen bir kullanım alanı. Fransa bu konuda hata yaptı. Başörtüsü gibi kişisel kimlikler eski geleneğe dönüş gibi gözükse de şekil olarak evrenselcidir. Başörtüsü takmak, Çin restoranına gitmekten farklı değil. Bu bir seçenek. Mesela Fransa'daki Müslüman kadınlar, 'Başörtüsünü seçiyoruz' derlerse harika derim. Çünkü kendilerine empoze edilmiyor, seçiyorlar. Önemli olan gerçek evrenselciliğin zor olduğunu anlamak. Küresel kapitalizme eleştirim, fazla evrensel olduğu değil, yeterince evrensel olmadığı için."

Musa İğrek

07 Kasım 2007, Çarşamba

-------------------------------------------------------

2012 Marduk'la Randevu


Sevgili Fikir Yongacıları,

31 Mayıs Cumartesi günü 14.30’da 2012 Marduk – Bir felaketin eşiğinde miyiz? Konusunu görüşmek toplanacağız.

Marduk konusunu Burak Eldem’im kitabına endeksli işleyeceğiz, ama diğer kaynaklar da şüphesiz elimizin altında ve dilimizin ucunda olacak.

Orta Amerika'nın gizemli antik uygarlığı Mayalar, şaşırtıcı astronomi bilgileri ve "zamanı izleme gelenekleri"yle, bugün hâlâ bilim adamlarını büyülemeye devam eden, son derece gelişmiş bir takvim sistemini miras bıraktılar bize. Dünyanın ve evrenin tarihini, yinelenen döngülere bağlayan bu ünlü takvime göre, insanlık her biri 5125 yıl dolayında süren dört çağı geride bırakmıştı. İçinde bulunduğumuz, "Beşinci Güneş" olarak adlandırdıkları çağ da, bizim takvimimize göre İ.Ö 3113 yılında başlamıştı ve 2012 sonlarında da büyük depremler ve volkanik patlamalarla sona erecekti. Astronomi bilgisiyle öne çıkan bir başka eskiçağ uygarlığının, Babil'in yıldız gözlemcileriyse, güneş sistemimizde uzun aralıklarla ortaya çıkan ve dünyaya her yakın geçişinde büyük doğal afetlere yol açan "tanrısal" bir gezegenden söz ediyorlardı kayıtlarında. Bu gezegene Sümerler Nİ.Bİ.RU, Babilliler Marduk, Mısırlılarsa "Milyonlarca Yılın Gezegeni" adını vermişlerdi. Söz konusu gizemli dev gök cismi, bilim adamlarının 1930'lardan beri bulmaya çalıştıkları ünlü "Gezegen X" olabilir miydi? "2012: Marduk'la Randevu", Eski Mısır, Sümer, Babil, İbrani ve Maya metinleriyle modern bulguları yan yana getirerek, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan antik uygarlıkların, aynı astronomik olguya işaret ettiklerini ortaya koyuyor: Yörüngesini 3661 yılda tamamlayıp, çok yakında yine ortaya çıkması beklenen "Onuncu Gezegen", yani Babil'de bilinen adıyla, Marduk. Kitapta, "Yeni Dünya Düzeni"nin küresel egemenlerince son yıllarda hızlandırılan büyük çaplı askeri ve siyasi operasyonların, bu "göksel karşılaşma"nın yaratacağı "kaos ortamı"na hazırlıktan başka bir şey olmadığı, altı çizilerek vurgulanıyor.


*
Basın bülteni

Hassas ölçümlere dayanan derin astronomi bilgisiyle günümüz bilim dünyasını şaşırtan antik Maya uygarlığının geliştirdiği mükemmel takvim; kısa dönemde günlük kullanımı içeren bileşenlerinin yanı sıra, uzun süreçleri ele alan "Dünya Çağları" kavramıyla dikkat çeker. Maya "Uzun Hesap" (Long Count) sistemine göre dünyamız, "Beşinci Güneş" olarak adlandırılan çağı yaşamaktadır ve İ.Ö 3113'te başlayan bu çağ, önümüzdeki 2012 yılında büyük doğal afetler ve kaos eşliğinde sona erecek, ardından yeni bir çağ başlayacaktır. Bir başka astronomi uzmanı eski toplumun, Babil'in kozmolojisine göreyse, güneş sistemimizde henüz bizim farkına varamadığımız bir "Onuncu Gezegen" vardır; son derece yoğun ve büyük kütleye sahip bu gezegene Sümerler "Nibiru" (Geçiş Gezegeni) demiş;Babil astronomlarıysa en büyük tanrıları Marduk'un adını vermişlerdir. Söz konusu gezegen, kuyrukluyıldızlara benzeyen eliptik yörüngesini 3600 yıl dolayında tamamlamaktadır ki bu rakam, Mezopotamya altmışlı matematiğinin de temelini oluşturmuştur. Babil Destanı Enuma Eliş'te "yaratılışın kahramanı" olarak karşımıza çıkan Marduk, dünyaya her yakın geçişinde, iri kütlesinin yarattığı çekim etkisi yüzünden büyük doğal afetlere ve bunları izleyen dönemde siyasal/sosyal karmaşaya neden olmaktadır. İ.Ö 5310 tarihindeki yakın geçişinde Venüs'ün yörüngesinden çıkmasına yol açarak güneş sistemimizde uzun süreli bir kaos yaratmış ve William Ryan ve Walter Pitman gibi araştırmacıların bugün izini bulduğu, "Karadeniz çukurunun suyla dolması" başta olmak üzere, Tufan efsanelerine esin oluşturan bir dizi doğal afeti tetiklemiştir. Bir sonraki yakın geçişi olan İ.Ö 1649'daysa, Thera yanardağının patlamasını da içeren büyük jeolojik etkinlikleri harekete geçirmiş; küresel düzeyde felaketlere neden olmuş; Minos, Mısır, Babil, Harappa ve Çin başta olmak
üzere çoğu eski uygarlığı temelinden sarsarken, aralarında "Mısır'dan Çıkış"ın da (Exodus) bulunduğu mitlere esin kaynağı yaratmıştır.


*

"2012: Marduk'la Randevu"
adlı kitabında Burak Eldem, dünyada ilk kez, Maya "bitiş tarihi" olan 2012 ile, Babil efsanelerinde sözü edilen "Onuncu Gezegen"in, aynı astronomik olguya işaret ettiğini ortaya koyar ve gezegenin gerçek yörünge süresinin 3661 yıl olduğunu vurgular. Eldem'e göre, bu rakamın Babil altmışlı sistemi içinde basamaklı çivi yazısıyla ifadesi olan "üç dikey çizgi", İncil'in en eski metni olan "Yuhanna'nın Vahyi"nde yanlış deşifre edilmiş ve "Düşman Babil'in Kötü Tanrısı Marduk"u simgeleyen sayı, "Şeytanın Numarası 666" olarak yorumlanmıştır. Kitap, Eski Mısır, Maya, Aztek, İnka, Babil, Hint ve Çin metinlerinden ve Eski Ahit'ten deşifre ettiği bulgularla, uygarlık tarihindeki inanç kültlerinin tümüyle gökyüzünde gerçekleşen ve dünyayı da şiddetle etkileyen katastroflar üzerine kurulu olduğunun altını çizer. Eldem çalışmasında ayrıca, Zecharia Sitchin, Immanuel Velikovsky ve Alan Alford gibi son yılların ilgi çeken araştırmacılarının tezlerinin de analitik birer eleştirilerini sunar.
"2012: Marduk'la Randevu", çok yakın gelecekte dünyamızın karşı karşıya kalacağı bir katastrofa dikkat çekerken, "Yeni Dünya Düzeni" egemenlerince uygulanan son askeri ve siyasi manevraların, bu döneme hazırlık olduğunu vurgular.

Cumartesi görüşmek üzere selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni

Emmanuel Todd - İmparatorluktan Sonra


Sevgili Fikir Yongacıları,

17 Mayıs Cumartesi günü Emmanuel Todd’un İmparatorluktan Sonra adlı kitabını işlemek üzere 14.30’da toplanacağız.

Önermeler:

1 – 11 Eylül saldırısı sonrasında Amerika’nin (Amerikalıların) kafa yapısı belli oldu. Joseph Nye’nin Soft Power adlı yapıtında yazdığı şeyin gerçek olduğunu kavradık. Amerika sadece silahının gücüyle yönetmiyor, değerleri, kurumları ve kültürüyle dünyaya egemen oluyordu. Kısacası bizim Amerika’nın gönüllü köleleri olduğumuz ortaya çıkmıştır.

Soft Power - Fighting terror and extremism is not just a question of military action and law enforcement. Culture, ideas and non-military policies — often referred to as soft power — are just as important. And it is in this area that other countries — especially in Europe — can complement U.S. strengths. Joseph Nye, author of "Soft Power," outlines how in this excerpt.


2 – Amerikan dış siyasetini yönlendiren gizemli etken onun sahip olduğu aşırı güç değil, içine düştüğü zafiyettir. Amerika’nın baştan aşağı yanlışlarla dolu, saldırganlık üzerine kurulmuş stratejisi, tek güç şımarık tavırları ancak bu yetersizlik korkusuyla açıklanabilir.

3 – Eğitim düzeyini artırıp nüfusunun gelişimini sağlamış ve demokrasisini kurmuş ülkeler, Amerika olmadan da yaşayabileceklerini görmeye başlamışken ABD diğer ülkeler olmadan yaşayamayacağını anlamıştı.

4 - Demokrasi zayıf olduğu ülkelerde giderek güçlenmekte, güçlü olduğu ülkelerde ise zayıflamaktadır.

NOT: G: Monbiot yaz sonrası listemizde duruyor. Burada kısaca değiniyorum:
İki hafta önce, the Telegraph, benimsenmesi halinde yeni bir terörist saldırıyı engelleyeceğini öne sürdüğü, "Britanya kimliğinin 10 temel değerinin" listesini yayımladı. (6) Bunlar bağrımıza basmayı tercih edeceğimiz değerler değildi, ama "kimliğimizin tartışılmaz bileşenleriydi". Bunların arasında, "kraliyetin parlamentodaki egemenliği" ("Lordlar, Avam ve kraliyet bu topraklardaki en üst yetkeyi oluşturur"), "özel mülkiyet", "aile", "tarih" ("Britanyalı çocuklar ... bir dizi muazzam ulusal başarıyı miras alırlar") ve "İngilizce'nin konuşulduğu dünya" ("11 Eylül 2001'deki acımasız saldırılar yabancı bir ülkeye karşı değil, anglodünyaya karşı düzenlenmiştir") yer alıyordu. Bu tartışılmaz talepler teröristlerinkinden o kadar da farklı değil. Ebedi bir halife yerine ebedi bir monarşi. İslami bir tarih görüşü yerine Eton usulü bir tarih görüşü. Ümmet yerine, anglodünya.


5 – Evrensel terörizim kavramı sadece, sürekli savaş halinde olacak bir Eski Dünya’ya gereksinimi olan Amerika Birleşik Devletleri’nin işine yaramaktadır.

6 – Toplumların belli bir modernleşme sürecinden sonra barışı sağladığı ve erktekelci olmayan, çoğunluğun kabullendiği bir yönetim şekli oturtmayı başardıkları görülmektedir.

7 – ABD’den, yeniden diğer ülkelerden farksız liberal ve demokratik bir ülke olması, askeri kadrolarını azaltması ve dünyada barışın sağlanmasına katkılarından dolayı kendisine minnettar olan dış dünyanın takdirini toplayarak hak ettiği emekliliği alması istenecektir.

8 - İmparatorluk Boyutu: ABD İmparatorluğu! Atina’ya mı, Roma’ya mı benziyor?

9 – Hiç kuşkusuz ABD ilk zamanlarda dünyanın büyük bir bölümüne barış ve refah getirme iddiasında tamamen haklıydı.

10- Rakamlar (Sayfa.74) bize büyük ya da küçük servetlerin üretimle değil, dış dünya üzerinde kurulan siyasi egemenliğin sonucunda elde edildiğini anlatmaktadır.

11- Evrensellikten uzaklaşma: Amerikalılar, bazı yabancıları kendilerinin benzeri ve eşiti, bazılarını da kendilerinden farklı ve aşağı görüyorlar. Avrupa ne kadar evrensel?

------------------------------------


*

Emmanuel Todd: Kouchner's "Military-Without-Borders" Marianne2 Interview
Monday 17 September 2007

Emmanuel Todd, along with Youssef Courbage, has just published a book, "Le rendez-vous des civilisations"(1), which debunks the thesis of the clash of civilizations. For these two demographers, the rise in radical Islam is only one among many signs of the modernization of the Muslim world, the demographic aspect of which, moreover, is the most striking. The societies of the Muslim world have entered a demographic transition that sees men's literacy progress, then women's, before the number of children per woman approaches the level in the West. According to the authors, all that evokes a rise in individualism in societies. Demographic analysis consequently leads them to reject the idea of a difference in nature between formerly Christian and Muslim societies.
Marianne2: What is one to think of Bernard Kouchner's jackbooted statement about Iran?


Emmanuel Todd: His intervention reanimates a personal question that dates back to the war in Iraq when he already pronounced himself in favor of the American intervention: What can the psychology of a doctor who demonstrates a stable preference for war be? We go too quickly from Doctors-of-the-World to "Military-Without-Borders."
More seriously, Bernard Kouchner has only rather clumsily expressed the Sarkozy position, which, in fact, is the Washington position. Before the presidential election, I had suggested that the Americans would wait for Nicolas Sarkozy's election to attack Iran.
The Quai d'Orsay proposes another reading of that statement: It's not, in fact, about threatening Iran, but about showing its present leaders the economic cost of their refusal to obey the international community's recommendations.
They can say what they want, but the word war has been pronounced and the Quai d'Orsay will teach other news through the press.
Iran worries some observers more than Iraq did before the American intervention.
The question of Iran presents itself in the form of a stream of images and facts difficult to interpret as seen from France. There are the absurd statements of President Ahmadinejad, images of women covered in black and the ambient Islamophobia. All that masks the deep reality of Iran: a society in the midst of rapid cultural development, in which there are more women than men enrolled in university, a country in which the demographic revolution has reduced the number of children per woman to two, as in France or the United States. Iran is in the process of giving birth to a pluralistic democracy. It's a country where, certainly, not everyone can stand for election, but where people vote regularly and where swings in opinion and majority are frequent. Like France, England and the United States, Iran has lived through a revolution that is stabilizing itself and where a democratic temperament is blossoming.
All that must be related to a religious matrix in which the Shiite variation of Islam values interpretation, debate and, ultimately, revolt.
For a simple Western observer, the similarity between Shiism and Protestantism is not particularly obvious.
It would be ridiculous to push this comparison to the extreme. But it is clear that - just as Protestantism was an accelerator of progress in European history and Catholicism was a break - Shiism today brings a positive contribution to development, notably in the domain of birth control: Azerbaijan, certainly post-Communist, but also Shiite, has a 1.7 fertility rate, while the Shiite Alawite regions of Syria have completed their demographic transition, unlike the majority-Sunni regions. In Lebanon, the Shiite community, Hezbollah's social base, was behind on the educational and social levels, but is in the process of catching up with the other communities, as one sees in the development of fertility rates.
Iran is also a very big nation that demonstrates a realistic awareness of its strategic interest in a region where most of its neighbors possess the nuclear weapon: Pakistan, (and, via the presence of the American Army) Iraq and Afghanistan, Israel. In that context, the reasonable European attitude would be to accompany Iran in its liberal and democratic transition and to understand its security preoccupations.
In your book, you make the altogether surprising hypothesis of a possible secularization of Muslim societies.
To the extent that within the Catholic, Protestant, Orthodox and Buddhist worlds, the drop in fertility has always been preceded by a weakening of religious practice, one must wonder whether the Muslim countries in which the number of children per woman is equal to or less than two are not also in the process of experiencing, unknown to us - and perhaps also unknown to their leaders - a process of secularization. That's the case of Iran.
Why have the Americans and Sarkozy adopted this strategy of confrontation with Iran?
The American diplomatic services are perfectly up-to-date with respect to the Iranian reality, the rise in democracy and the country's modernization. But they want to destroy a regional power that threatens their control of the oil region. It's pure cynicism exploiting the present lack of understanding of the Muslim world. In the case of Sarkozy, I would lean more towards the idea of incompetence or sincere ignorance that nonetheless leads him to initiate a foreign policy contrary to France's moral values and interests. Possible French economic sanctions against Iran will make the Americans - who no longer have interests in that country - laugh and make the Germans - who, like us, have many interests, but seem more realistic for the moment - smile.
(1) "Le rendez-vous des civilisations," Emmanuel Todd and Youssef Courbage, Le Seuil, 2007.


For Todd, No "Clash," but a "Rendezvous of Civilizations" By Le Yéti Rue89
Wednesday 19 September 2007
In 1976, when he was 25 years old, he predicted the dissolution of the Soviet Union ("La Chute finale" ["The Final Fall: An Essay on the Decomposition of the Soviet Sphere"]). Before he demurred, the paternity for the discovery of the "social fracture" in 1994 was attributed to him, following a study conducted for the Fondation Saint-Simon.
In 2002, he settled the fate of the United States ("Après l'empire" ["After the Empire: The Breakdown of the American Order"]) and in 2006, he waged war against the "empty candidates" he considered Nicolas Sarkozy and Ségolène Royal to be. For this season, demographer/anthropologist Emmanuel Todd, grandson of the writer Paul Nizan, authors with sidekick Youssef Courbage, also a demographer, an essay that debunks the so-frequently-heralded "clash of civilizations." And demonstrates that we could be on our way to a convergence of the same. With a few punishing ignition failures, it is true.
The authors establish a correlation between two essential factors of human development that very frequently precede revolutions.
First of all, literacy, almost infallibly accompanied by an ebb of religious believers. Men's literacy generally precedes that of women, with a time lapse that differs between communities. Second, the reduction in fertility rates that arises almost naturally from the phenomenon of literacy and precipitates the decline of fundamentally natalist religions. These factors are obviously not the only ones at work.
A number of other parameters must be considered: the type of familial organization, the stranglehold of the religious order, demographic pressure.... As for economic takeoff, eternally advanced by Western societies to explain humanity's progress, it is much more a consequence of literacy than its main cause.
The phenomenon affects all human societies at different eras. In France, the 1789 Revolution punctuated the Enlightenment, but the fertility rate began to drop twenty years before those "events." In Russia, the literacy rate for men crossed the 50 percent threshold around 1900, or seventeen years before the Revolution. It took until 1942 for China to achieve the same level (victory of the Maoist People's Liberation Army in 1949). In Iran, adult male literacy (for at least 50 percent) occurred in 1964, that of women in 1981, with a fall in fertility as of 1985 (Khomeini arrived in power in 1979).
We note that revolutions are not solely liberating! The phenomena of transition induced by the modernization that the increase in literacy represents often entail reactions of rejection by a social body sandbagged by its traditions.
The history of our Old Europe is marked by violence, from the Protestant Reformation to the Second World War. Communism, a "substitution faith," prospered on the ruins of religious beliefs in Russia (Orthodox Christianity) and in China (Buddhism). In Muslim countries, the undermining of paternal authority, when the father is the central and significantly protective figure after God of the Muslim family, exacerbates and radicalizes tension. "Fundamentalism is but a transitory aspect of the shake-up in religious belief, the new fragility of which induces re-affirmative behaviors," note Courbage and Todd.
This need for religious re-affirmation strikes even those who have the most reason to be assailed by doubt: scientists, savants, philosophers.... Descartes and Pascal in their time; the engineer bin Ladin today.
Of course, one would like to think that growing literacy of populations inevitably leads to a happy convergence of civilizations in the long run. The suppositious and inevitable "clash of civilizations" that some advance acts above all as a decoy to hide the pitiless economic war based on control of energy resources that the Western bloc and the nations of the South are conducting against one another. For it's at this level that the shoe of optimism pinches. And someone like Kouchner may, still just recently, announce that we must prepare ourselves for the worst, even a "war" against Iran, without setting off anything but a few isolated and tired expressions of indignation.
One should not underestimate the unbelievable and hypnotic self-destructive capacity of human societies, their insatiable and blind appetite for power. Nor their inability to accept their human condition as ephemeral and imperfect beings, to vanquish their own demons, to jam the gears of the catastrophes that they themselves have provoked.
How to explain that, having reached an unequaled summit of material comfort and technical modernity as we have, the suicide rate of our so-very-rich societies is so elevated? With over 10,000 deaths in France, suicide kills more people than traffic accidents. Courbage and Todd cite sociologist Émile Durkheim who, in "Suicide," already pointed out man's "propensity to self-destruct in anticipation of reciprocal murder on a Continental scale during the First World War."
A happy or unfortunate Rendezvous? Or something in between? And when? We shall undoubtedly find out very soon.
(1) "Le Rendez-vous des civilisations" by Emmanuel Todd and Youssef Courbage - Le Seuil / La République des idées.
Translation: Truthout French language editor
Leslie Thatcher.
-------
Jump to today's Truthout Features:
Formun Üstü

Formun Altı
(In accordance with Title 17 U.S.C. Section 107, this material is distributed without profit to those who have expressed a prior interest in receiving the included information for research and educational purposes. t r u t h o u t has no affiliation whatsoever with the originator of this article nor is t r u t h o u t endorsed or sponsored by the originator.)
"Go to Original" links are provided as a convenience to our readers and allow for verification of authenticity. However, as originating pages are often updated by their originating host sites, the versions posted on TO may not match the versions our readers view when clicking the "Go to Original" links.
-------------------------------------------