25 Aralık 2008 Perşembe

Neo-Liberalist Küreselleşmenin sonu ve Bumerang pabuçları













Neo-Liberal Küreselleşmenin sonu ve Bumerang pabuçları.

Iraklı gazeteci Muntasar El Zeydi'nin ABD Cumhurbaşkanı W. Bush’a ayakkabı fırlatması bir devrin sona ermesinin mizah yüklü bir simgesi.
Immanuel Wallerstein aşağıdakı yazısında Neo-Liberal Küreselleşmenin muhtemel sonundan söz etmekte.

NOT:

1 - Ayakkabılarıma uzun don lastikleri takarak bumeranglı ayakkabılar imal ettim.

2 - Hepinizin yeni yılını Neo-L. Küreselleşmesiz olarak kutluyorum.






Immanuel Wallerstein
2008: Neo-liberal Küreselleşmenin Sonu
1 Şubat 2008
Çeviren: Açalya Temel

Neo-liberal küreselleşme ideolojisi 1980’lerin başından beri yükselişteydi. Aksi iddia edilse de, bu ideoloji modern dünya-sistemin tarihinde aslında yeni bir düşünce değildir. Dünyadaki hükümetlerin, dünya pazarında başarılı olma çabasındaki büyük, etkin işletmelerin yolundan çekilmesi gerektiği düşüncesi kadar eskidir. Bunun ilk politik sonucu, bu işletmelerin mal ve sermayeleri ile tüm sınırları serbestçe aşmalarına tüm hükümetlerin izin vermesi gerekliliğiydi. İkincisi, tüm hükümetlerin, üretken işletmelerin mülk sahibi olma rolünden sıyrılması ve ellerinde ne varsa özelleştirmesiydi. Üçüncüsü ise, yine tüm hükümetlerin toplumsal refaha yönelik transfer harcamalarını tamamen kaldırmasa da en aza indirmesiydi. Bu eski düşünce her zaman dönemsel olarak moda olagelmiştir.



1980’lerde bu düşünceler, tüm dünyada birçok ülkede üstün gelmekte olan ve bir o kadar eski Keynesyen ve/veya sosyalist görüşlere karşı görüş olarak önerildi. Bunlar [Keynesyen ve/veya sosyalist görüşler] ekonomilerin karma olması gerektiği (devlet artı özel girişim), hükümetlerin vatandaşlarını yabancı tekelvâri şirketlerin soygunculuğundan koruması gerektiği, hükümetlerin hali vakti yerinde olmayan sakinlerine yarar aktarımında bulunmasıyla (özellikle eğitim, sağlık ve gelir düzeylerinin yaşanabilir düzeyde tutulması) yaşam şansını eşitlemeye çalışması gerektiği yolundaydı. Bu da elbette daha iyi durumdakilerin ve şirketlerin vergilendirilmesini gerektiriyordu.



Neo-liberal küreselleşme programı, 1945 sonrasında başlayıp 1970’lerin başına dek devam eden ve Keynesyen ve/veya Sosyalist görüşlerin hakimiyetini destekleyen, küresel ölçekteki benzersiz büyümenin ardından tüm dünyada baş gösteren durgunluktan faydalandı. Kârlardaki bu durgunluk özellikle de Küresel Güney’de ve Sosyalist Blok denen ülkelerde olmak üzere çok sayıda ülkede ödemeler dengesi sorunlarına yol açtı. Neo-liberal karşı taarruzun başını çekenlerse Birleşik Devletler ve Büyük Britanya’nın sağcı hükümetleri (Reagan ve Thatcher) ve iki ana hükümetlerarası finans kurumu, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası idi. Bunların birleşimi, Washington Konsensüsü’nü yarattı ve güçlendirdi. Bu ortaklaşa politikanın sloganı Bayan Thatcher’ın icadıydı: TINA (“There is No alternative”; yani “Başka Alternatif Yok”) Bu slogan, tüm hükümetlere politika önerilerine uymaları gerektiği, aksi takdirde yavaş büyümeyle ve karşı karşıya gelebilecekleri herhangi bir güçlükte uluslararası yardım isteklerinin reddedilmesi ile cezalandırılabilecekleri mesajını vermek için tasarlanmıştı.
Washington Konsensüsü herkese yeniden ekonomik büyüme ve küresel durgunluktan çıkış yolu vaat ediyordu. Neo-liberal küreselleşmenin taraftarları politik olarak oldukça başarılıydı. Küresel Güney’de, Sosyalist Blok’ta ve güçlü Batı ülkelerinde hükümetler değiştikçe, özelleşen endüstriler sınırlarını ticarete ve malî işlemlere açtılar ve refah devletini küçülttüler. Sosyalist fikirler, hatta Keynesyen fikirler kamuoyunda itibar kaybetti ve politik elitler tarafından terk edildi. Bunun en dramatik sonuçları ise, eski Sovyetler Birliği ve Doğu ve Orta Avrupa’da Komünist rejimlerin çöküşü ve buna ilaveten halâ ismen Sosyalist olan Çin’de piyasa dostu politikaların benimsenmesi oldu.



Bu büyük politik başarının tek sorunu ekonomik başarıyla perçinlenememesiydi. Tüm dünyada endüstriyel işletmelerde yaşanan durgunluk devam etti. Hisse senedi piyasalarında yükselen dalga üretimden sağlanan kârlardan değil, spekülatif finansal manipülasyondan kaynaklanıyordu. Dünyada ve ülkeler dahilinde gelir dağılımı oldukça çarpıklaştı. Dünya nüfusunun en tepedeki yüzde 10’unun ve özellikle yüzde 1’inin gelirinde muazzam artış olurken geri kalanın reel gelirlerinde düşüş yaşandı.



Serbest “piyasa”nın zaferlerine ilişkin rüyadan 1990’ların ortalarına gelindiğinde uyanılmaya başlandı. Bunu çeşitli gelişmelerde görmek mümkün: birçok ülkede nispeten daha toplumsal refah odaklı hükümetlerin iktidara gelmesi, hükümetlerin korumacı politikalara geri dönmesinin yeniden talep edilmesi, özellikle emek hareketleri ve tarım işçileri örgütlerinin “başka bir dünya mümkün” sloganıyla alternatif küreselleşme hareketini tüm dünyada geliştirmesi gibi.
Bu politik tepki yavaş ama sağlam büyüdü. Bu sırada neo-liberal küreselleşmenin savunucuları bunda ısrar etmeye devam etmekle kalmadı, Bush rejimi vasıtasıyla baskılarını arttırdı. Bush hükümeti bunun yanında (üst gelir grubuna hitabeden vergi indirimleriyle) daha çarpık bir gelir dağılımını ve (Irak işgali ile) tek taraflı maçomilitarist bir dış politikayı teşvik etti. Bunu, ABD hazine bonolarını, dünya enerji arzını ve ucuz üretim tesislerini kontrol edenlere satmak yoluyla giriştiği fantastik bir borçlanma ile finanse etti.



Sadece borsa göstergelerine bakılacak olursa, kağıt üzerinde her şey iyi görünebilir. Ne var ki, patlamak zorunda olan bir süper-kredi balonu var. Irak işgali (artı Afganistan, artı Pakistan) büyük bir askeri ve politik fiyaskonun kanıtları. Birleşik Devletler’in ekonomik sağlamlığına duyulan güven doların radikal düşüşüyle sarsıldı. Dünya hisse senedi piyasaları da, balon patlamaya yaklaştıkça korkudan titriyor.



Öyleyse hükümetlerin ve halkların içine çekildiği politik sonuçlar nelerdir? Ufukta dört sonuç görünüyor. İlki, Dolar’ın dünyanın rezerv parası olma rolünün sona ermesidir ki, bu hem Birleşik Devletler hükümetinin hem de tüketicilerinin süper-borçlanma politikasının devamını olanaksız kılacaktır. İkincisi hem Küresel Kuzey hem de Küresel Güney’de yüksek dozda korumacılığa geri dönülmesidir. Üçüncüsü, batmakta olan işletmelere devletin el koyması ve Keynesyen önlemlerin uygulanmasıdır. Sonuncusu, toplumsal-refaha yönelik yeniden bölüşüm politikalarının geri dönüşüdür.



Politik denge geriye doğru bir salınım yapıyor. Bundan yaklaşık on yıl sonra neo-liberal küreselleşme, dünya-ekonominin tarihininde bir çevrimsel salınım olarak kaydedilecek. Asıl soru bu aşamanın sona erip ermediği değil, geriye doğru salınımın geçmişteki gibi, dünya-sistemde göreli bir denge durumunu tesis edip edemeyeceğidir. Yoksa çok fazla hasar mı oluştu? Yoksa bugün, dünya-ekonomide ve dolayısıyla bütün olarak dünya-sistemde daha vahşi bir kaosun mu ortasındayız?

*

Commentary No. 226, Feb. 1, 2008
"2008: The Demise of Neoliberal Globalization"
by Immanuel Wallerstein
The ideology of neoliberal globalization has been on a roll since the early 1980s. It was not in fact a new idea in the history of the modern world-system, although it claimed to be one. It was rather the very old idea that the governments of the world should get out of the way of large, efficient enterprises in their efforts to prevail in the world market. The first policy implication was that governments, all governments, should permit these corporations freely to cross every frontier with their goods and their capital. The second policy implication was that the governments, all governments, should renounce any role as owners themselves of these productive enterprises, privatizing whatever they own. And the third policy implication was that governments, all governments, should minimize, if not eliminate, any and all kinds of social welfare transfer payments to their populations. This old idea had always been cyclically in fashion.

In the 1980s, these ideas were proposed as a counterview to the equally old Keynesian and/or socialist views that had been prevailing in most countries around the world: that economies should be mixed (state plus private enterprises); that governments should protect their citizens from the depredations of foreign-owned quasi-monopolist corporations; and that governments should try to equalize life chances by transferring benefits to their less well-off residents (especially education, health, and lifetime guarantees of income levels), which required of course taxation of better-off residents and corporate enterprises.

The program of neoliberal globalization took advantage of the worldwide profit stagnation that began after a long period of unprecedented global expansion in the post-1945 period up to the beginning of the 1970s, which had encouraged the Keynesian and/or socialist views to dominate policy. The profit stagnation created balance-of-payments problems for a very large number of the world's governments, especially in the global South and the so-called socialist bloc of nations. The neoliberal counteroffensive was led by the right-wing governments of the United States and Great Britain (Reagan and Thatcher) plus the two main intergovernmental financial agencies - the International Monetary Fund and the World Bank, and these jointly created and enforced what came to be called the Washington Consensus. The slogan of this global joint policy was coined by Mrs. Thatcher: TINA, or There is No Alternative. The slogan was intended to convey to all governments that they had to fall in line with the policy recommendations, or they would be punished by slow growth and the refusal of international assistance in any difficulties they might face.

The Washington Consensus promised renewed economic growth to everyone and a way out of the global profit stagnation. Politically, the proponents of neoliberal globalization were highly successful. Government after government - in the global South, in the socialist bloc, and in the strong Western countries - privatized industries, opened their frontiers to trade and financial transactions, and cut back on the welfare state. Socialist ideas, even Keynesian ideas, were largely discredited in public opinion and renounced by political elites. The most dramatic visible consequence was the fall of the Communist regimes in east-central Europe and the former Soviet Union plus the adoption of a market-friendly policy by still-nominally socialist China.

The only problem with this great political success was that it was not matched by economic success. The profit stagnation in industrial enterprises worldwide continued. The surge upward of the stock markets everywhere was based not on productive profits but largely on speculative financial manipulations. The distribution of income worldwide and within countries became very skewed - a massive increase in the income of the top 10% and especially of the top 1% of the world's populations, but a decline in real income of much of the rest of the world's populations.

Disillusionment with the glories of an unrestrained "market" began to set in by the mid-1990s. This could be seen in many developments: the return to power of more social-welfare-oriented governments in many countries; the turn back to calling for government protectionist policies, especially by labor movements and organizations of rural workers; the worldwide growth of an alterglobalization movement whose slogan was "another world is possible."

This political reaction grew slowly but steadily. Meanwhile, the proponents of neoliberal globalization not only persisted but increased their pressure with the regime of George W. Bush. Bush's government pushed simultaneously more distorted income distribution (via very large tax cuts for the very well-off) and a foreign policy of unilateral macho militarism (the Iraq invasion). It financed this by a fantastic expansion of borrowing (indebtedness) via the sale of U.S. treasury bonds to the controllers of world energy supplies and low-cost production facilities.

It looked good on paper, if all one read were the figures on the stock markets. But it was a super-credit bubble that was bound to burst, and is now bursting. The Iraq invasion (plus Afghanistan plus Pakistan) are proving a great military and political fiasco. The economic solidity of the United States has been discredited, causing a radical fall in the dollar. And the stock markets of the world are trembling as they face the pricking of the bubble.

So what are the policy conclusions that governments and populations are drawing? There seem to be four in the offing. The first is the end of the role of the U.S. dollar as the reserve currency of the world, which renders impossible the continuance of the policy of super-indebtedness of both the government of the United States and its consumers. The second is the return to a high degree of protectionism, both in the global North and the global South. The third is the return of state acquisition of failing enterprises and the implementation of Keynesian measures. The last is the return of more social-welfare redistributive policies.

The political balance is swinging back. Neoliberal globalization will be written about ten years from now as a cyclical swing in the history of the capitalist world-economy. The real question is not whether this phase is over but whether the swing back will be able, as in the past, to restore a state of relative equilibrium in the world-system. Or has too much damage been done? And are we now in for more violent chaos in the world-economy and therefore in the world-system as a whole?

11 Aralık 2008 Perşembe

Yeni bir Marx mümkün mü?


Yeni bir Marx mümkün mü?


LUCIEN SEVE

Türkçesi: Pınar Mansur


Le Monde diplomatique Türkiye ilk Türkçe sayısında Marx'ı kapak yapıyor. Avrupalı sosyalist partilerin hor gördüğü ve üniversitelerin tedavülden kaldırdığı Marx şimdi yeniden ilgi görüyor.



(LMD Türkiye Ocak 2009 No. 1 Marx Geri Dönüyor yazısından bir bölüm)


Günümüzdeki krizin boyutları nereden kaynaklanıyor? Bu konuda yazılanların büyük bir kısmı sofistike finansal araçlardaki belirsizlik, para piyasalarının kendilerini düzenlemedeki güçsüzlükleri, zenginlerin fazla ahlaklı olmaması gibi nedenler öne sürüyor. Kısacası, “reel ekonomi” ile karşılaştırılarak “sanal ekonomi” adı verilen yürürlükteki tek sistemin zayıflıkları – önceleri sanal’ın da reel olduğunu iddiasını desteklemek için ölçümler yapılmıyormuş gibi – neden olarak gösteriliyor. Hatırlayalım, ilk risk sermayesi kredileri krizi milyonlarca Amerikalı ailenin mülk sahibi olmak için borçlanmaları sonucunda giderek yoksullaşmalarından doğmuştu. Her şeyden önce “sanal”ın dramının köklerinin “reel”de olduğunu kabul etmek gerekir. “Reel” ise dünya halklarının satın alma güçlerinin toplamından oluşmaktadır. Finansın şişirilmesinden oluşmuş spekülasyon balonu patlayınca, sermaye, çalışarak yaratılmış zenginliği küresel çapta gasp etti. Ücretlere on puandan fazla korkunç bir düşüş olarak yansıyan bu dengesizlik, çalışanların çeyrek asırdır kemer sıkarak edindikleri birikimlerinin neo-liberal dogmalar uğruna ciddi bir oranda erimesine neden oldu. Finansal düzenlemelerin yetersizliği, idari sorumluluk eksikliği ve borsa ahlakından yoksunluk tabii ki krizin nedenlerindendir, fakat tabuları zorlayabilirsek daha derine inebiliriz. Kıskançlıkla korunan, kendi içinde şüphe götürmez bir sistem dogmasını sorgulayabilir, Marx’ın “kapitalist birikimin genel kanunu” olarak adlandırdığı genel nedenler üzerine düşünebiliriz. Marx, üretimin sosyal şartları kapitalist sınıfın özel mülkiyetinde olduğu zaman “üretimi geliştirmeyi amaçlayan tüm araçların üreticinin üzerinde hâkimiyet kurma ve sömürme araçlarına dönüştüklerini” iddia etmişti.
Mülkiyet sahiplerinin zenginliği gasp etmesi, kendisiyle beslenen ve giderek çığırından çıkan bir sermaye birikimi döngüsü sonucunu doğurdu. “Bir kutupta zenginliğin birikimi” karşı kutupta “oransal bir sefaletin birikimi”ne neden oldu. Şiddetli ticari krizler ve banka krizleri bu karşıtlıktan doğdu.(4) Bugün yaşadıklarımız da bunun bir örneğidir. Kriz kredi piyasalarından doğmuş olabilir, ama yıkıcı gücünü üretim üzerine etkisinden almaktadır. İşgücü ve sermaye arasında katma değerin eşitsiz paylaşımı devam etmiş, tatlısu sendikalizmi bu büyük kargaşayı engelleyememiş ve Marx’a ölü muamelesi yapan sosyal demokrat sol bütün bunlara seyirci kalmıştır. Bütün bunlar göz önüne alındığında, daha dün liberalizmin geçerliliğine yönelik en ufak bir şüpheyi kınamayla karşılayan siyasetçilerin, yöneticilerin ve ideologların kriz için önerdikleri sermayenin “ahlaklılaştırılması”, finansın “düzenlenmesi” gibi çözümlerin ne denli değer taşıdıkları tahmin edilebilir.
Sermayenin “ahlaklılaştırılması” kara mizah ödülünü hak eden bir slogandır. Eğer kerameti kendinden menkul tüm liberal rejimleri ortadan kaldıracak önlemler sıralansaydı ahlak gerçekten ilk sırayı alırdı. Ahlaksız bir verimlilik anlayışı ile “kötü para iyi parayı kovar” düsturu da peşinden sıralanırdı. “Etik” çekince sadece reklam amaçlıdır. Marx, Kapital’in önsözünde tam da bu sorunun analizine girmektedir. Kârın tek kriter olduğu bir sistemi “yeniden kurmak” için sağa sola birkaç tokat atmanın kesinlikle yetmeyeceğini Marx “Kapitalist ve arazi sahibi karakterlerini toz pembe çizmiyorum.” ama “Benim bakış açıma göre toplumun gelişimi kadar ekonomik yapılanma da doğal tarihin bir sürecidir ve birey toplumsal bir sonucu olduğu ilişkilerden sorumlu tutulamaz.” sözleriyle belirtmişti.
Ahlaki konulara duyarsız kalmak gerektiği için değil, tam tersine, ciddiye alındığı taktirde bu problem serseri patronların suç işlemelerinden, uçuk tüccarların tutarsızlıklarından ya da altın paraşütlerin uygunsuzluğundan çok daha farklı bir düzeydedir. Bu bağlamda, kapitalizmin savunulamazlığı tekil insan davranışlarının çok üzerinde bir nedene, kendi prensiplerine dayanır. Zenginlikleri yaratan insan etkinliği mal statüsündedir ve dolayısıyla kendi içinde bir amaç olarak değil sadece bir araç olarak değerlendirilir. Sistemin ahlakdışılığının daimi kaynağını burada görmek için Kant’ı okumuş olmak gerekmez.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Önemsizlik Insignificance


Insignificance
Kaydadeğmezlik, Manasızlık, Önemsizlik

Sevgili SineOdacılar ve Fikir yongalamacılar,

Yıl 1953.

Farzedin Albert Einstein, Marilyn Monroe, Joe DiMaggio ve Senatör Joe McCarthy New York’da bir otel odasında buluşuyorlar.

Ne olurdu?

Ünlü yönetmen Nicolas Roeg’un unutulmaz filmi Insignificance’dan(1985) söz ediyorum.

http://www.dvdbeaver.com/film/DVDReviews24/insignificance.htm

5 Aralık Cuma günü herzamanki yerimizde saat 20.30’da. (19.30’dan itibaren gelinebilir)

Bu film SineOda ve Fikir Yongalama Kulübü’nün 2008 yılındaki son etkinliği olacak.

Hepinizin Kurban bayramını ve yeni yılını candan kutluyorum. Her şey gönlünüzün kalıbıyla şekillensin.

Görüşmek üzere.

Sadık Yemni

16 Kasım 2008 Pazar

Neo Obama ve UFO'ların kuracağı yeni düzen


Sevgili Fikir Yongalamacılar ve SineODA Sakinleri,


14 Kasım akşamı Zeki Demirkubuz’un Kader filmini izleyerek bir test etkinliği gerçekleştirdik.

Film kulübümüz SineODA, 22 Kasım Cuma akşamı 20.00’de ünlü İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun Queimada(Yangın ya da Türkçe başlığıyla İsyan) adlı filmiyle açılış yapıyor.

22 Kasım Cuma akşamı en yeni dünya düzenini gözden geçirmek için Neo-Obama ve UFO’lar yeni dünya düzeni mi kuracak? başlıklı bir fikir yongalama etkinliği yapılacak.

Program şöyle:

19.30 – 20.00 Ön sohbet
20.00 – 21.00 Fikir Yongalama Etkinliği
21.15 – 23.00 Film izleme
23.00 - ..... Sohbet

Selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni

*

Neo-Obama ve UFO’lar yeni dünya düzeni mi kuracak? konusu aşağıda dikkatinize sunduğum 3 makalenin desteğiyle işlenecek.


'Dünyaya diz çöktürecek' olay!
İbrahim Karagül



Dünya genelinde bir çok liderler, ülke temsilcileri, sanki sözleşmiş gibi, “birkaç ay içinde dünyayı sarsacak bir gelişme olacağı”nı söylerse ne düşünürüz? Hem de bu açıklamalar üç gün içinde ardı ardına yapılıyorsa..
Sözü edilen tehlike, kendi ifadelerine göre, o kadar büyük ki, 11 Eylül saldırılarını gölgede bırakacak. Dünyası sarsacak. Dünya düzenini kökten değiştirecek kadar etkili olacak. Ve bu büyük ihtimalle nükleer bir saldırı olacak.
Avustralya Başbakanı böyle diyor. Aynı şekilde dünya başkentlerinden ardı ardına benzer açıklamalar geliyor. Bazıları bunu “yeni bir 11 Eylül saldırısı” olarak nitelerken, açıklamaların çoğunda kullanılan cümleler çok daha ürkütücü. Bizzat Obama'nın kendisi, McCain, Cheney, Bush, emekli Donald Rumsfeld ve daha niceleri böyle bir saldırı beklediklerine ilişkin açıklamalar zaten yapmışlardı. “Amerika'nın yeni bir 11 Eylül'e ihtiyacı var. Çünkü düşmanı unuttular. Amerikan halkını birleştirmek için bu gerekli” kanaatini açıkça ifade edenler vardı. Ama biz bunları, gelenek haline gelen abartılı paranoyanın sonucu olarak gördük.
Bu seferkiler biraz başka. Şöyle:
İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un Güvenlik danışmanı Lord West, “Yeni ve büyük bir hazırlık yapılıyor. Tehdit çok büyük. Önlem amacıyla yapabildiğimiz her şeyi yaptık. Ama tehdit büyümeye devam ediyor” diyor.
Avustralya Başbakanı Kevin Rud: “Nükleer felaketten” söz ediyor ve tehlikenin büyüklüğünün yanında diğer tehditlerin “önemsiz” kalacağını söylüyor.
ABD Dışişleri eski Bakanı Colin Powell: Aynı tehdide işaret eden sözler söylüyor: 21-22 Ocak tarihini işaret eden Powell, yine de tehdidin niteliği hakkında çok şey bilmediklerini söylüyor.
Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner: Bu açıklamalardan önce, “İran nükleer silah yapma aşamasına gelmeden önce İsrail'in bu ülkeyi vuracağı”nı söylemişti.
ABD Dışişleri eski Bakana Madeline Albright: Obama'nın Beyaz Saray'a oturmasıyla yani önümüzdeki aylarda çok ciddi bir uluslararası krizin çıkacağını söyledi.
Obama'nın Başkan Yardımcısı Joseph Biden'ın o ünlü sözlerini buraya özellikle eklemek gerekiyor. Çünkü sözü edilen tehditle ilgili en sarih ifadeleri o sarfetti.
“Hazırlıkları yapılan krizin önümüzdeki altı ay içinde ortaya çıkacağını” iddia eden Biden, “işte o zaman Obama'nın toplumsal liderlere ihtiyacı olacağını, işte o zaman Amerikan halkının kabullenemeyeceği kararlar almak zorunda kalacağını, toplum önderlerin kitleleri yatıştırmasına ihtiyaç duyulacağını” vurguluyor.
Zbigniew Brzezinsky de aynı iddiaları içeren sözleri tekrarlıyor.
Açıklamalar sanki bir koordinasyon çerçevesinde yapıldı izlenimini uyandırıyor. Neden hepsi aynı zamanda benzer açıklamalar yaptı? Nükleer içerikli olacağı öne sürülen bu büyük tehdit ne? Yoksa kitleler, hükümetler tarafından endişe verici gelişmeler için mi hazırlanıyor?
Başka iddialar da var. Şöyle:
En tehlikeli dönem Obama'nın ilk yılı olacak. Tıpkı Bush gibi. Bush, ilk yılında 11 Eylül saldırısıyla yüzleşti. Bu krizi kullandı. İşgaller ve savaşlar geldi. Önleyici saldırı adı altında küresel düzeyde askeri müdahaleler başladı.
Elitler, Obama'nın ilk yılında ekonomik krizi belki de bu amaçla kullanacak. Yeni ABD Başkanı'nın Beyaz Saray'a yerleşmesinden sonraki üç ay içinde sözü edilen tehdidin ortaya çıkacağı söyleniyor. Biz “ortaya çıkacak” diyoruz, belki de buna “uygulanacak” desek daha doğru olacak.
Terör saldırısı ya da nükleer saldırı.. Dünya düzenini sarsacak gelişme sadece bu saldırı olamaz. Sözü edilen büyük tehdit, elitlerin yeni dünya devleti kurmak için en önemli gerekçeleri olacak. Bu yüzden “büyük olay”ın bir plan olabileceği akla geliyor.
Daha şimdiden “tek para”, “tek merkez bankası” ve “tek dünya devleti” ifadeleri kullanılmaya başlandı. Önümüzdeki hafta yapılacak G-20 toplantısının bu sürecin kapılarını açacağı söyleniyor. Bazıları yeni dönemde ABD'nin “egemenliğinin” sorgulanacağını söylüyor.
Yeni Para Sistemi kurulacak: Dünyayı para ile kontrol edenler askeri olarak da kontrol etmeye başlayacak.
Dünya Merkez Bankası kurulacak. Bütün ekonomik sistem bu merkezden kontrol edilecek. Sadece para değil, kaynakları da belli bir merkezden kontrol edilecek.
Tek Devlet: Yeni ekonomik düzene bağlı olarak küresel iktidar da tek merkezden kontrol edilecek.
ABD'nin, Batı'nın istediği bu. Krize çözüm bulmak yerine krizi küresel hegemonya için gerekçe olarak kullanmaya çalışıyorlar. Dünya çok başkentli bir düzene doğru ilerlerken, siyasi ve ekonomik merkezlerin sayısı çoğalırken Batı'nın bu arayışı hiç de iyiye işaret değil.
Rüzgarı tersine çevirmek için tek yol var: Dünyayı sarsacak bir ani gelişme. Terör saldırısı mı olur, nükleer saldırı mı olur, bilmiyoruz. Yukarıya aldığım uyarılar işte bu gelişmenin habercisi olabilir.
Ekonomik krizin finans sektörünü aşıp reel ekonomiyi vurmaya başladığı, ABD'nin gururu olan sembol şirketlerin batmaya başladığı bir dönemde olduğumuzu hatırlayalım. Yukarıdaki büyük tehdide biraz böyle bakalım. Daha önce bu köşede yer alan “olağanüstü hal”e ilişkin cümleleri de hatırlayalım.
Ben, gerçekten, “olağan dışı bir dönem”de olduğumuzu hissediyorum…
*

Beyaz Saray: Siyah mı Yeşil mi? Yeni enerji Türk bilim kadınında!
13 Kasım 2008


Dün Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül, "Dünyaya diz çöktürecek' olay!" başlığıyla kaleme aldığı yazısında, ilginç bir derleme yaptı. Bu derleme; dünya genelinde bir çok lider ve temsilcinin 'birkaç ay içinde dünyayı sarsacak bir gelişme olacağı'na ilişkin sözlerine dayanıyor.
İddiaya göre tehlike o kadar büyük ki, 11 Eylül saldırılarını gölgede bırakacak. Dünyası sarsacak. Dünya düzenini kökten değiştirecek kadar etkili olacak.
Bu sözlere hızla ve kısaca bir göz atıp sonra devam edelim.
"Bizzat Obama'nın kendisi, McCain, Cheney, Bush, emekli Donald Rumsfeld ve daha niceleri böyle bir saldırı beklediklerine ilişkin açıklamalar zaten yapmışlardı. 'Amerika'nın yeni bir 11 Eylül'e ihtiyacı var. Çünkü düşmanı unuttular. Amerikan halkını birleştirmek için bu gerekli' kanaatini açıkça ifade edenler vardı.
İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un Güvenlik danışmanı Lord West, “Yeni ve büyük bir hazırlık yapılıyor. Tehdit çok büyük. Önlem amacıyla yapabildiğimiz her şeyi yaptık. Ama tehdit büyümeye devam ediyor” diyor.
Avustralya Başbakanı Kevin Rud: “Nükleer felaketten” söz ediyor ve tehlikenin büyüklüğünün yanında diğer tehditlerin “önemsiz” kalacağını söylüyor.
ABD Dışişleri eski Bakanı Colin Powell: Aynı tehdide işaret eden sözler söylüyor: 21-22 Ocak tarihini işaret eden Powell, yine de tehdidin niteliği hakkında çok şey bilmediklerini söylüyor.
Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner: Bu açıklamalardan önce, “İran nükleer silah yapma aşamasına gelmeden önce İsrail'in bu ülkeyi vuracağı”nı söylemişti.
ABD Dışişleri eski Bakana Madeline Albright: Obama'nın Beyaz Saray'a oturmasıyla yani önümüzdeki aylarda çok ciddi bir uluslararası krizin çıkacağını söyledi.
Obama'nın Başkan Yardımcısı Joseph Biden'ın o ünlü sözlerini buraya özellikle eklemek gerekiyor. Çünkü sözü edilen tehditle ilgili en sarih ifadeleri o sarfetti.
“Hazırlıkları yapılan krizin önümüzdeki altı ay içinde ortaya çıkacağını” iddia eden Biden, “işte o zaman Obama'nın toplumsal liderlere ihtiyacı olacağını, işte o zaman Amerikan halkının kabullenemeyeceği kararlar almak zorunda kalacağını, toplum önderlerin kitleleri yatıştırmasına ihtiyaç duyulacağını” vurguluyor.
Zbigniew Brzezinsky de aynı iddiaları içeren sözleri tekrarlıyor.
Açıklamalar sanki bir koordinasyon çerçevesinde yapıldı izlenimini uyandırıyor. Neden hepsi aynı zamanda benzer açıklamalar yaptı? Bu büyük tehdit ne? Yoksa kitleler, hükümetler tarafından endişe verici gelişmeler için mi hazırlanıyor?
En tehlikeli dönem Obama'nın ilk yılı olacak. Tıpkı Bush gibi. Bush, ilk yılında 11 Eylül saldırısıyla yüzleşti. Bu krizi kullandı. İşgaller ve savaşlar geldi. Önleyici saldırı adı altında küresel düzeyde askeri müdahaleler başladı."
Karagül'ün uzunca yazısının içinden çektiğimiz iddialar böyle. Yazar, tehlikenin ne olduğunu yazısının sonuda küresel politika mahreçli olarak açıklıyor. Biz devam edelim.
Reelpolitik nasıl işler?..
Esasen Barack Obama'nın Beyaz Saray'da oturmaya hak kazanmasından önce de, bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde, önümüzdeki 6-8 ayın içinde uluslararası bir krizin çıkacağı tezi ifade edilmişti. Ancak bu tasarımın dayandığı nokta, Rusya'nın daha doğrusu Sovyetler Birliği'nin bir geleneğinden kaynaklanıyor.
Bu konuyla ilgili olarak iyibilgi de bir haber oluşturmuş; Rusya'nın geleneksel olarak her yeni başkanı tarttığını yazmıştı. Obama örneğinde bu vakanın gerçekleşmesi ihtimali daha fazlaydı. Çünkü, Obama'nın ABD ve dünyayı gerçekten kontrol edip etmediği, edip edemeyeceği görülmek istenebilirdi.
Moskova daha önce de bu yolu kullanmış, her yeni başkan geldiğinde suni sayılabilecek krizlerle Beyaz Saray'ı sınamış, aldığı reaksiyona göre de yakın ve orta vadeli stratejiler oluşturmuştu.
İşte, eğer Obama dönemi hem ABD hem de küresel denklemler açısından "yeni bir dünya düzeni" kurulması ise, Başkan'ın bu sınavdan geçmesi gerekiyordu. Kriz tezi buna dayanıyordu ve aslında Karagül'ün alıntıladığı isimler içinde bu örneğe gönderme yapan açıklamalar da var.
Meselenin "standartlara oturmuş", uluslararası politika disiplini açısından okuması bu. Ancak bu sefer bir fark var.
Küresel şaşkınlık ve global birlik?!
Fark, biraz üsluplardan geliyor ama ifade biçimleri arasındaki farkı, söyleyenlerin kimliğine bakarak küçümseyemeyiz. "Bu sefer biraz sert ve heyecanlı konuşmuşlar" gibi bir açıklama durumu izah etmiyor. Esasen dünya sistemi de böyle işlemiyor.
Tüm bu ikaz dolu açıklamaların temel tınısı, bugüne kadar görülmedik, şaşkınlık yaratacak, uluslararası ortaklık yaratacak bir yeni gelişmenin olacağı biçiminde. Bu elbette önemli. Ardından gelen soru da gayet doğal olarak: Bu nedir?
Olağanüstü/olağandışı gelişme ne? "Paranormal" sayabiliriz. Tıpkı Karagül gibi, bir "gariplik" olacağını sezenlerin "köşesinden" hissettikleri gelişme, global bir birlik oluşturma ve bunun dünyayı yeni bir düzende yönetmesi mi, Obama ruhuna uygun olarak dünyanın bir araya gelmesi mi? Öyle ise neye karşı?
Hayli tartışmalı bir mesele! Şimdi bakış açımızı kaydıralım. Yukarı doğru.
2008 sıkıntılarının gölgesinde kalan?
İstisnasız dünyanın bütün medya kuruluşlarının fark ettiği, fark edince yayınlarında "nispi" olarak yer verdiği "seri" gelişmeler bulunuyor. Bunlar günlük krizlerin, savaşların, tartışmaların veya ülkelerin sıkıntılarının dışında.
Denebilir ki, bu "seri" gelişmelerin" ortak noktası "yabancı yaşam formları" ile ilgili, daha açık yazalım, UFO ve uzaylılar ile ilgili yeni olaylar. Şimdi unuttuğumuz bu olayları yine kısaca bir anımsayalım.
Paranormal aktivitelerle ilgili gelişmelerin başını 2008 yılında İngiltere çekti. Londra hükümeti, hem savunma hem de istihbarat birimlerinin geçmiş yıllarda yaşanmış, kayıtlara geçmiş resmi belgelerini kamuoyuna açtı.
Bu dosyalarda UFO ve yabancı varlıkların dünyamızı ziyaretine ilişkin sayısız örnek, tanık ve resmi kaynakların resim, görüntü ve çizimleri ile yorumları bulunuyordu. İngiltere ardı sıra bu açıklamaları yaptı ve dünyaya sundu. Ek olarak Kanada hükümeti de bizzat Başbakan yardımcısının ağzından UFO'ların varlığını kabul etti.
Aynı konu üzerinde ciddiye alınması gereken en kritik gelişme Vatikan'da oldu. Vatikan Kardinaller Kurulu, resmi olarak UFO'ların yani uzaylıların varlığını kabul etti, tanıdı. Bu tanıma, Papa'dan habersiz ve izinsiz olamayacağı gibi, dini fenomenler konusunda uzman olan Josehp Ratzinger'in (bugünkü Papa) dönemine denk gelmiş olması da manidar sayılmalı.
Muhafazakar kimliği ile bilinen Vatikan-ki yıllar içinde dünyanın yuvarlak olduğuna bile direnmişti-açıklamasına tek bir ek yaptı. Bu varlıklar Tanrı'nın kullarıydı! Makul. Neticede tüm bunlarla beraber, bu dönemde uzaylı ve UFO vakalarında kayda değer bir artışın olduğu biliniyor.


Uzaylılar dosyasında Türkiye'nin rolü?
Eğer uzaylılar ve UFO konusu bir fenomen ise-herhalde bunda bir tartışma yok-resmi kayıtlara geçen en ciddi vakalardan biri 2008 yılı içinde Türkiye'de yaşandı. Aslında bu konuyu da meraklıları dışında fark eden pek olmadı, olduysa da üzerinde ziyadesiyle durulmadı.
Yine İngiltere'de yapılan bir UFOloji konferansında Türkler, buraya dikkat, "yabancı yaşam formlarını, yani uzaylı varlıkları ilk kez görüntüleyen bir malzemeyi sundu". Büyük ilgi gördü ve İngiliz televizyonları bu çekimleri flash haber olarak aynen yayınladı.
Son olarak bu görüntüler dün akşam (12 Kasım 2008) HaberTürk kanalında çekimi yapanların da katılımıyla kamuoyuna yansıtıldı. Beyanlarına göre-ki çekimler yayınlandı-varlıkların gözleri seçilecek kadar açık görüntüler elde edildi. (Meraklıları siriusufo.org adresinden bilgilenebilir.)
Bu tür görüntü ve iddialar üzerinde yapılan, "gerçektir değildir" tartışmaları da bir fenomen sayılabilir. Ancak bu görüntüler çeşitli ülkelerin laboratuarlarına gönderilerek kontrol edildi ve orijinal olup herhangi bir oynama olmadığı tespit edildi. Keza TÜBİTAK bunların UFO olduğunu açıkladı.
Ancak tam bir derya olan bu konu şu anki çalışmamızın konusu değil. Bu tartışmaların ne kadar uzayabileceği, bin türlü yorumunun olabileceği herkes tarafından zaten biliniyor.

Enerji! Yenisi ve bizdeki?

Burada gerçekten ilginç ve belki UFO'lardan bile garip bir başka gelişmeye dikkat çekmek istiyoruz. Bu nokta hayli ıskalandı. Gerçek: dünyadaki tüm ülkelerin ana açmazı enerji konusu. Tüm çatışma, savaş ve denklemler bunun üzerine kuruluyor.
Ama çözülecek gibi de değil. Bu en küçük ülkeler için de böyle en güçlü ülkeler için de-hatta daha çok-böyle. Obama'nın ana sorunu da bu olacak. Ama şimdi, bir yandan Obama'nın kişiliğinde sembolleşen bir yandan küresel krizle zemini hazırlanan yeni bir dünya düzeni söz konusu.
Ve öyle ise yeni bir enerjiden bahsetmek gerekmiyor mu? Atlanan konu o ki, önümüzdeki dönemde kırılma yaratacak bir kriz bekleyenler aynı zamanda yeni bir tür enerji kaynağının ortaya çıkacağını dillendiriyor. Bu her açıdan önemli.
Bunu yazıyor ve söylüyorlar ama nerede ve nasıl henüz belli değil. Ama beklenen kadastrof kadar aynı oranda bekleniyor ve olursa, dünyadaki tüm dengeleri değiştireceği zaten aşikar. Enerji konusu dendiğinden ikinci nokta ise Türkiye.
Türkiye uzun zamandır enerji meselesinin odağında ve küresel bir vana olmaya çalışırken, doğu-batı ekseninde enerjinin stratejik yolu olmaya didiniyor. Yeni enerji başta Rusya ve Ortadoğu olmak üzere bölgenin tüm dengelerini alt-üst edebilir.
Ama bu aynı zamanda Ankara'nın planlarını da bozabilir. Bir istisna ile! Eğer o yeni enerji kaynağı Türkiye üzerinden ivmelenmezse!
Bu sorunun yanıtını da yine belki uzaylılardan almak gerekebilir! Çünkü büyük iddia şudur ki; şu an Türkiye'de bulunan ve bir Türk olan kadın bir fizik bilimci yeni enerji kaynağı konusunda "onlarla" konuşuyor! Açıklanacak mı? Evet. Ama biraz daha zaman gerekiyormuş!
Bu gerçekten mümkün mü? Bu tür konularda hep aynı yanıtı alacağımız kesin. İsten inanın ister inanmayın!



Tüm dünyayı korkutan kâhin!
09 Kasım 2008

Tüm gözler onun kehanetlerine çevrildi. Obama'dan sonra kehanetleri ün saldı. Peki dünyayı neler bekliyor?


ABD'ye 11 Eylül 2001'deki terör saldırısını 12 yıl öncesinden bilen Bulgar kâhin Vanga ölümünden iki yıl önce "Rusya bir gün dünyaya hâkim olacak" demişti.
11 Eylül saldırıları, Kursk faciası, ve Rusya’nın Gürcistan’ı işgal edeceğini bilen Baba Vanga Amerika’ya dair şu kehanetlerde bulundu:
“Amerika Birleşik Devletleri’nin 44’üncü başkanı (Yani George Bush’tan sonraki başkan) siyah olacak. Bu Amerika’nın göreceği son lider olacak. Çünkü siyahi liderin göreve gelmesinden kısa bir süre sonra ülke büyük bir ekonomik krize girecek.
Kuzey ve güney eyaletler arasında anlaşmazlık çıkacak. Endonezya karışacak. Tüm bunlar Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatacak... Üçüncü Dünya Savaşı’nda ilk kez atom bombası kullanılacak.
BİRÇOK ŞEYİ BİLMİŞTİ
Hayattayken kehanetleri Bulgar hükümeti tarafından kaleme alınarak saklanan Baba Vanga’nın kehanetlerinin yüzde 80’i doğru çıktı. 1989’da Rus televizyonuna “İki çelik kuş kulelere çarpacak gökyüzü aydınlanacak, (11 Eylül saldırıları) Kursk (2000 yılında 118 Rus askerine mezar olan denizaltının adı) su altında kalacak bütün dünya arkasından ağlayacak, dedi. Kahin 1994 yılında da ” Vladimir’in zaferi dünyada herşeyi eritecek. (Gürcistan savaşı). İklimler değişecek (küresel ısınma). Rusya ayakta kalacak ve dünyaya hakim olacak” demişti.
BUNDAN SONRAKİ YILLAR İÇİN KEHANETLERİ
2008 - 4 ülkenin 4 devlet başkanına suikast girişiminde bulunulacak. Bu 3. Dünya Savaşı'nın başlama sebeplerinden biri olacak.
2010 - 3. Dünya Savaşı Kasım 2010'da başlayacak ve 2014'e kadar sürecek.
2011 - Radyoaktif dalgaların yoğunlaşması nedeniyle hayvan ve bitkiler yok olma noktasına gelecek. Müslüman ülkeler kimyasal savaşla Avrupalıları yok edecek.
2014 - İnsanlığın yarısı kanserle boğuşacak.
2016 -Avrupa'nın nüfusu azalacak
2018 - Dünyanın yeni hakimi Çin olacak. Çin ekonomik olarak güçlenecek.
2043 - Müslüman bir devlet yeniden Avrupa'nın tek hükümdarı olacak.
2046 - Tedavi edilmeyecek organ kalmayacak. Hastalıklı organın yerine yenisi yapılacak.
2076 - Bütün dünyada "sınıfsız" komünizm sistemi yerleşecek.
2088 - Bütün hastalıklar bir kaç saniyede tedavi edilecek.
2097 - Çabuk yaşlanmanın önüne geçilecek.
2167 - Yeni bir din
2304 - Ay'ın sırrı, gizemi çözülecek.
3797 - End of the world - Dünyanın sonu... Başka bir gezegende insan yapımı yeni bir hayat başlayacak.

2 Kasım 2008 Pazar

S. Zizek: Kaybolan Leydiler ve SineODA - Queimada


Sevgili Fikir Yongalamacılar
ve
Sevgili SineODA Sakinleri,

Oda etkinlikleri giderek çeşitleniyor. Film kulübümüz SineODA, 7 Kasım Cuma akşamı saat 20.00’de ünlü İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun Queimada(Yangın ya da Türkçe başlığıyla İsyan) adlı filmiyle açılış yapıyor. Temmuz, Ağustos ve özel tatil günleri dışında cuma akşamları her hafta bir film göstermeyi planlamaktayız yazmıştım bir önceki Sinenamemde.

3. yılda önemli bir değişiklik yapıyoruz.

Fikir Yongalama toplantıları ile sineODA etkinlikleri birleşiyor.

Bundan böyle:

Artık cumartesileri yerine Cuma akşamları 19.30’da aynı yerde buluşulacak.

Filokafe etkinliği yine ayda iki kez yapılacak ve ardından film seyredilecek. Böylece film ve konulu toplantılar füzyona uğruyor.

İlk film gösterimiz bu nedenle 14 Kasım Cuma akşamına alındı.

3. yılın ilk Fikir Yongalama toplantısı da o akşam yapılacak.

Konu:
Kaybolan Leydiler ‘Kadın yoktur’
Daha önce politik ve felsefi düşünceleriyle tanıştığımız S. Zizek’in ünlü Hitchcock filmlerindeki kadın karakterleri işleyen bir makalesini tartışacağız.

Ardından da film izleyeceğiz.

Program şöyle:
19.30 - 20.45 – Kaybolan Leydiler
21.00 – 22.45 - Film - Quiemada

Bilgi için daima http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com adresine başvurabilirsiniz.

İletişim ile ilgili bir NOT: Bazı arkadaşlarımız uzaklık ve iş saatleri nedeniyle toplantılarımıza katılamıyorlar. Bizden bildirilerimizi sürekli yollamamızı rica ettiler. Bunun dışında kalıp uzun süre ses seda çıkarmayanların bu benden alacağı son bildiri. Yukarıdaki blog adresi sürekli güncel tutulduğu için oraya her zaman başvurulabilir.

SineODA’nın ve Fikir Yongalamanın zihinsel ve görsel buluşma akşamlarına bekliyoruz.

Selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni



Kasım ayının programı şöyle uyarlandı:

14 Kasım Cuma 20.00’de Quiemada(1969) – Gillo Pontecorvo


21 Kasım Cuma 20.00’de Kader(2006) – Zeki Demirkubuz


28 Kasım Cuma 20.00’de The Conformist(1970) – Bernardo Bertolucci

26 Ekim 2008 Pazar

SineODA Kasım Programı - Queimada, Kader ve The Conformist


Sevgili SineODA Sakinleri,

Oda etkinlikleri giderek çeşitleniyor. Film kulübümüz SineODA, 14 Kasım Cuma akşamı herzamanki yerimizde saat 21.00’de ünlü İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun Queimada (Yangın ya da Türkçe başlığıyla İsyan) adlı filmiyle açılış yapıyor. Temmuz, Ağustos ve özel tatil günleri dışında cuma akşamları her hafta bir film göstermeyi planlamaktayız.

Daha önce sözünü ettim. Yılda bir kez gece maratonu düzenleyeceğiz. Nisan ayında bir cumartesi gecesi saat 00.00 ile 08.00 aralığında dört adet sürpriz filmle film maratoncularını olumlu anlamda şaşırtmayı düşünüyoruz.

Bir diğer film etkinliğimiz de senaryo ve film eleştirisi yazma işliği olacak. Yakında tarih bildirilecek.

SineODA’nın görsel buluşma akşamlarına bekliyoruz.

Selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni



Kasım ayının programı şöyle:

14 Kasım Cuma 21.00’de Quiemada(1969) – Gillo Pontecorvo

21 Kasım Cuma 21.00’de Kader(2006) – Zeki Demirkubuz

28 Kasım Cuma 21.00’de The Conformist(1970) – Bernardo Bertolucci


*


Queimada, Yangın ya da İsyan

"İsyan" daha önce "Kapo (1960)" ve "Cezayir Savaşı (1966)" adlı çok başarılı filmini Sinematek'te seyrettiğimiz İtalyan yönetmeni Gillo Pontecorvo'nun senaryosu ünlü siyasal roman ve film yazarı Franco Solinas ve Giorgio Arlorio tarafından yazılmış olan filmi. 1840'larda Antil adalarından biri olan Queimada'ya çeviriyor kamerasını Pontecorvo..


Olaylar, bir İngiliz provokatör ajanı olan William Walker'ın adaya gelmesiyle başlıyor. Walker'ın görevi, adadaki Portekiz egemenliğine bir son verecek, zengin şekerkamışı ürününü İngilizlere bağlayacak bir yeni yönetim kurmaktır. Bunun için, Afrika kökenli yerli halktan akıllı bir zenciyi, Jose Dolores'i eğitir. Banka soygunculuğuyla başlayan bu eğitim, Dolores'in örgütlediği halk ordusunun başında generalliğe dek yükseltir. Devrilen Portekiz yönetiminin yerine gelen adanın Portekiz yerli kırması beyaz azınlığı, yapılan devrimin hiçbir işe yaramadığını Dolores'e anlatır. Walker, 10 yıl sonra, bu kez askeri danışman olarak, İngiliz Şeker Şirketi'nin (ve onun ardında tabii yine İngiltere'nin) çıkarlarını korumaya geldiğinde, Dolores'i, kavgasını sürdüren, ama bu kez iyice bilinçlenmiş bir ulusal devrimci olarak karşısında görecektir. İngiliz emperyalizmi, bir zamanlar kullandığı Dolores'i bu kez ezecek, yokedecektir. Ama İngiliz ajanı Walker'ın da sonu gelirken, Dolores, özgürlük savaşının bayrağını gelecek kuşaklara geçirmiş olacaktır.. Pontecorvo "Cezayir Savaşı"'nda Cezayir halkının yakın geçmişteki bağımsızlık savaşını bir büyük sinema başeseri halinde vermişti perdede.. Bu kez, Queimada zencilerinin bir yüzyılın gerisinde kalmış olan savaşını verirken, bazı siyasal ve toplumsal bildiri ve çağrışımları seyircisine yine iletiyor. Kendilerini uygarlığın tek sahibi ve temsilcisi sayan "beyaz uluslar"ın diğer renkten karşı egemenlik iddiaları, özgürlüğün ancak her türlü tavizi iten sürekli bir savaşla elde edilebileceği, İngiliz politikasında somutlaşan emperyalizmin, siyasal bağımsızlığını verdiği, vermek zorunda kaldığı ülkeleri nasıl iktisadi bağımlılık altında tutmak istediği, filmde etkileyici biçimde belirginleşiyor.

Pontecorvo, yine eşsiz bir topluluk, bir halk yöneticisi.. Queimada halkını filmin öyküsünde kullanış, geniş kalabalıkları yönetiş biçmi, Ayzenştayn'ı düşündüren bir olgunlukta..

Olayların, kişilerin, duyguların altını çizmiyor, filmini belli bir rimt'le örüyor, ama belli bir kurulukta, sakinlikte gözüken bu "tablolar" birbirine eklendikçe bir özgürlük savaşının tüm heyecanı beliriyor perdede..

Film, yer yer, özellikle Ennio Morrcone'nin müziğinin katıldığı bölümlerde bir destan havasına giriyor. Marlon Brando'nun yanısıra zenci oyuncu Evaristo Marquez'in oyunu da dikkate değer.

O günlerden kalma bir NOT:"İsyan" ilk kez 1971 Ekim'inde gösterilmeye başlanmış, o günlerin gergin havasında sıkıyönetimce yasaklanmıştı. Filmin bu kez, özellikle emperyalizmi konuşmalarla yeren bazı bölümlerinden yoksun olarak oynatıldığını farkettim. Ancak bu kesmeler filmin tümüne ve bildirisine kesin bir zarar vermemiş.





*

Zeki DemirkubuzKader

Zeki Demirkubuz, "Kader"de 1996 yapımı ikinci filmi "Masumiyet"te tanıştığımız, saplantılı aşkların esiri olmuş Uğur ve Bekir karakterlerinin gençliklerine götürüyor bizi. Uğur'un Zagor'a, Bekir'in Uğur'a duyduğu saplantılı aşkın doğuşuna tanık olduğumuz filmi, hem senaryosu, hem de sinematografisiyle, çok iyi bir yönetmenin olgunluk dönemi yapıtı olarak değerlendirmek mümkün. Film yönetmeni Demirkubuz, Altyazı Aylık Sinema Dergisi'nde ve derginin web sitesinde yayınlanan kapsamlı söyleşisinde, 43. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde 'En İyi Film' seçilen "Kader"i enine boyuna tartışıyor. Bu söyleşinin bir bölümünü ilginize sunuyoruz...Soru: Daha önceki filmlerinizden sonra basından uzak durur, fazla söyleşi vermezdiniz. Kader'den sonra ise pek çok gazetede söyleşileriniz yayınlandı. Basınla ilişkinizdeki bu tavır değişikliğinin nedeni ne?
Zeki Demirkubuz: Aslında bu Masumiyet'ten sonra başlayan bir şeydi. Başlangıçta, ben iyi niyetle, herkesi arkadaşım gibi gördüğüm için ve "hayır" deme konusunda da zorluk çektiğim için gelen röportaj tekliflerini hep kabul ettim. Sonra bu bende, duygusal açıdan bir rahatsızlık yaratmaya başladı. Birçok insanın benim hakkımda bir şeyler biliyor olması rahatsız etti beni. Bir de tabii zaman zaman söylediklerinizin filmin önüne geçmesi gibi bir şeye de yol açıyor söyleşiler. Sadece benim yaşadığım bir şey değil bu, çevremde de bunu sıkça gözlüyorum. Bugünkü medya sistemi de biraz bunu zorluyor aslında: Yapılan şeyden çok insanları ön plana çıkararak, kahramanlar yaratarak ve yapılan işi bu kahramanlara tabi kılarak sunmak gibi bir gelenek oluştu. Bunu fark ettikten sonra, 1997-1998 gibi basınla ilişkilerimde söylediğiniz gibi 'mesafe' gibi görünen bir şey oluştu. Öz olarak da çok değişmedi bu. Tabii ki teklifte bulunmak herkesin hakkı; ama ortaya nasıl bir şey çıkacağını sorgulamak da benim hakkım. Kader için de bunun çok dışına çıktığımı düşünmüyorum, iki gazeteyle ve birkaç dergiyle söyleşi yaptım. Bazen istemesem bile, bazı dergi ve gazetelere bunu bir borç duygusuyla da yapıyorum, tabii ki kendimi kötü hissedecek derecede değil. Beğenelim ya da beğenmeyelim, Radikal gazetesi, sizin derginiz ve böyle birkaç dergi, pek çok şeye rağmen varolmaya çalışan ve bu alanı da en azından benim kriterlerime göre en iyi yansıtan alanlar. Hâlâ bu konulara değer veren ve bu konular için özveride bulunan yayınlar. Zaten bu tür yayınlara karşı hiçbir zaman böyle bir mesafe koymadım; teknik olarak "söyleşiyi bugün değil film çıktıktan sonra yapalım" gibi isteklerim olmuş olabilir. Daha çok beni medyatik kılabilecek, filmin önüne geçecek şekilde sunma tehlikesi olan mecralara karşı bir konumlanışım vardı. Ama üç-dört senede bir, uygun bulduğum zamanlarda bunun da dışına çıktığım oluyor. Onun kriterini ben de bilmiyorum tam olarak...


*


The ConformistDüzenin Adamı

Alberto Moravia’nın aynı adla 1951’de yayımladığı The conformist (Düzenin adamı) adlı kitabın filme uYARLANMASI

Yön: Bernardo Bertolucci
Yazar: Bernardo Bertolucci, Alberto Moravia
Süre: 107 dk.
Ülke: İtalya, Fransa, Almanya

Oyuncular:
Jean-Louis Trintignant · Marcello ClericiStefania Sandrelli · GiuliaGastone Moschin · ManganielloEnzo Tarascio · Professor Quadri
Özet:
1938 yılında Roma’da geçen hikaye, Marcello’nun patronu Mussollini için yeni çalışmaya başlamışken, güzel bir kadınla da aynı zamanda ilgilenmektedir. Marcello balayına Paris’e gitmiştir aynı zamanda patronu onu yine Paris’te bir görevi yerine getirmesini istemektedir. Görevi faşit yönetimin ülke yönetimini ele geçirmesiyle İtalyadan kaçan Profesörün izini sürecektir. İtalya ve Fransa sınırında Marcello ve karısı trenlerini değiştirmek zorunda kalırlar. Patronu Marcello’ya bu görev için ayrıca susturuculu bir silah vermiştir…




Bertolucci kimdir?

Tam İsmi : Bernardo Bertolucci Doğum Tarihi : 16 Mart 1941 Doğum Yeri : Parma, İtalya Eğitim: Roma Universitesi (Modern Edebiyat)

BİYOGRAFİ
1967'de sergio leone için "Bir Zamanlar Batı'da" nın senaryosunu yazan Bertolucci, İki yıl sonra "The Conformist" adlı filmi yönetir.1973 yılında, başrollerini Marlon Brando ve Maria Schneider'in paylaştığı "Paris'te Son Tango" çok büyük bir ilgi görünce, şöhreti giderek artan yönetmen, bu başarısını 1976 yılında çektiği modern bir epik olan "1900" ile pekiştirir. Başrolleri Robert De Niro ve Gerard Depardieu'nun paylaştığı ve solcu ve Faşist iki jenerasyonun çarpışmasını konu alan film, sinema tarihine altın harflerle yazıldı.

1985 yılında Çin'in son imparatoru olan Pu Yi'nin hayatını anlattığı "Son İmparator" ile sinema gündemine bomba gibi düşen bir yapıt ortaya çıkardı. Film o yıl 9 Oscar birden aldı. 1990 yılında yönettiği "Çölde Çay", 1992 yapımı "Küçük Buda", 1995 yapımı "Çalınmış Güzellik" ile filmlerine devam ediyor.

1941 yılında Parma'da doğan ünlü yönetmen Bernardo Bertolucci, sanatla uğraşmaya karar verdiğinde asıl amacı bir şair olmaktı. 1961 yılında dönemin tanınmış yönetmenlerinden Pier Pasolini ile tanışan Bertolucci, sinemaya yönelmeye karar verir.

Pasolini'nin " Accatone " adlı filminde yönetmen yardımcılığı yapan Bertolucci, daha sonra ilk senaryosu olan " La Commare Secca " ( The Grim Reaper )yı yazar. Filmin Venedik Film Festivali'nde başarı kazanmasıyla kendine olan güveni artar ve 1964 yılında " Before the Revolution " filmini yapar.

1967'de Sergio Leone için " Once Upon A Time In The West "in hikayesini sinemaya uyarlayan Bertolucci, iki yıl sonra " The Spider's Stratagem "i çevirir. Aynı yıl Alberto Moravia'nın kitabından uyarlanan " The Conformist " adlı filmi yönetir.

1973 yılında, başrollerini Marlon Brando ve Maria Schneider'in paylaştığı " Last Tango In Paris " in çok büyük bir ilgi görmesi ile şöhreti giderek artan yönetmen, bu başarısını 1976 yılında çektiği modern bir epik olan " 1900 " ile pekiştirir. Başrollerini Robert De Niro ve Gerard Depardieu'nun paylaştığı ve solcu ve Faşist iki jenerasyonun çarpışmasını konu alan film, sinema tarihine altın harflerle yazıldı.

Bu filmin ardından yönettiği " La Luna ", " Tragedy of a Ridiculuos Man " filmler ile çıkışını sürdüren Bertolucci, 1985 yılında Çin'in son imparatoru olan Pu Yi'nin hayatını anlattığı " The Last Emperor " ile sinema gündemine bomba gibi düşen bir yapıt ortaya çıkardı. Filmin o yılın 9 Oscar'ını birden alması ile kendini tam anlamıyla kanıtlayan Bertolucci, 1990 yılında yönettiği " The Sheltering Sky ", 1992 yapımı " Little Buddha " ve 1995 yapımı " Stealing Beauty " ile sinema yaşamına devam etti.
Daha sonraki filmleri:
· L'Assedio (1998) (Besieged)
· Ten Minutes Older:The Cello (2002)
· Sognatori (2003) (The Dreamers)



-------------------------------------------

25 Ekim 2008 Cumartesi

Monbiot ve Dünya Parlementosu


Sevgili Fikir Yongacılar,

1 Kasım cumartesi günü saat 14.30’da herzamanki yerimizde George Monbiot’un eserlerine genel bir göz atmak üzere toplanacağız. İncelememizde Türkçe olarak da basılan Manifesto adlı kitabı merkez alacağız.


Bu arada görsel bir haber kıymığı uçurayım: SineODA film kulübünün teknik çalışmaları tamamlandı. Altyapı eksiklikleri giderildi. 7 Kasım Cuma akşamı açılış yapacağız. Haberi aylık program şeklinde ayrıca bildireceğim.

Daha ayrıntılı bilgi edinmek için: http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com/

Yazarlar ve yazmak istiyenler için Güçlü Okuma (Power Reading) toplantıları küçük bir grupla bu yakınlarda başlayacak. Etkin olabilmesi için grubun küçük tutulması elzem. Bu nedenle katılmak isteyenler bildirsinler lütfen.

Görüşmek üzere

Selamlar ve sevgiler

Sadık Yemni




Kitaptan seçme önermeler:

1 – Demokratik bir şekilde seçilen bir dünya parlementosu küresel sorunların çözümü olabilir mi?

2 – Baskı çağından Rıza(Age of Consent) çağına geçiş nasıl olacak?

3 - Yeni mutasyon ile hiçbir olgunun nihai bir senteze varmadığı bir değişim süreci idealize edilmektedir. Komunizm ve anarşizm bunu yapmaya yetmemektedir.

4 - Demokrasi, anarşizmin tersine devletsizliğin sonucu olarak ortaya çıkan korku ve tehdit duygusunu da ortadan kaldırabilir ve komünizmin tersine muhalefet hakkını savunabilir. Kısacası, demokrasi daha fazla ‘rızaya’ dayalıdır.

5 - Ticareti ya da ithalatı engellemek hiçbir şeyin çözümü değildir; sonuçta ithalatın yasaklanması bu sektörde çalışan birçok işçiyi işinden edecektir. Ancak, dünya çapında stressiz bir iş için grev yapılırsa sektör ciddi bir zarar görebilir. Bu örnekle Monbiot yerel çapta eylemlerin amaca hizmet edemeyeceğini açıklayarak küresel bir hareketin neden şart olduğuna da ışık tutuyor.


6 - Monbiot başka bir çarpıcı yorumunda ise; tüm dünya vatandaşlarının BM’de eşit olarak temsil edilmesi söz konusu olsa bile, BM bünyesinde demokrasinin mümkün olamayacağı sonucuna varıyor. Çünkü 5 daimi üyenin, tüzüğe göre BM anayasasında dahi söz sahibi oluşu, Birleşmiş Milletler’in yapı itibariyle demokrasiye uygun olmadığını kanıtlıyor.

7 – Monbiot, BM’nin yerine kurulacak yeni bir ‘Dünya Parlamentosu’nda yattığını savunuyor. Küresel ve uluslararası güçlerden hesap sorabilen, geniş bir görüşler yelpazesini temsil edecek kadar büyük; ama etkili kararlar alabilecek kadar küçük (10 milyon kişilik bölgeden 600 temsilci), üyelerinin temsil ettiği ülke politikalarından ayrı, özgür kararlar alabildiği, hiçbir devletin veto hakkının olmadığı ve yoksul bir ülkede kurulan, böylece kurulduğu topraklara yatırım da sağlayabilecek bir parlamento.

8 - Tayland ve Endonezya gibi ülkeler IMF’nin dayattığı politikaları reddederek ve söylenen şeylerin tam tersini yaparak zenginleşmeye başlamışlardır. Bu örnek, hem IMF politikalarının işe yaramadığını göstermekte hem de Stiglitz’in şu savını doğrulamaktadır:Dolayısıyla IMF yatırımcıları ‘peculation’ (zimmete para geçirme) denen eski öğretiyi alıyorlar ve başına bir ‘s’ ekleyip ‘speculation’ (spekülasyon) yaparak saygınlaştırıyorlar. ( s. 125)

9 - Monbiot’a göre, ‘Köleleştirme’ politikası güden Dünya Bankası bu gibi tasarıları reddettiği sürece yoksul halklara tek bir çare kalıyor. Tıpkı IMF ve Dünya Bankası’nın yoksul ülkelere borçlarını ödemezlerse ekonomilerini çökertme tehdidinde bulunduğu gibi, yoksul ülkeler de her ne kadar kesin bir ekonomik kriz yaşayacak olsalar da borçlarını ödememe tehdidinde bulunabilir ve hem IMF ve Dünya Bankası’na bir ekonomik çöküntü yaşatabilir hem de bir şeylerin kırılmasına katkıda bulunabilirler.10 - Yazar, Adil Ticaret Örgütü kurulmasını talep etmektedir. Yazara göre, Adil Ticaret Örgütü bir ruhsatlandırma kurumu gibidir. Bu kurum denetlemeler yapıp, belirli standartları geçmiş şirketlere ticaret verme izni verebilir. Bu yüzden zorunlu, küresel bir yönetmelikler bütünü oluşturulmalıdır. Örneğin, şirketler sosyal ve çevresel tahribatlarının sonucu bir bedel ödemeye zorunlu kılınmalıdır.

11 - Kitaba eleştirel bir gözle baktığımızda, dikkati çeken ilk nokta, Monbiot’un bazı fikirlerinin çelişki yaratıyor olmasıdır. Örneğin; anarşizm ve demokrasinin, şiddet kullanımı açısından farklarını karşılaştırırken, Monbiot, devletin her koşulda keyfi ve nedensiz şiddet kullanımını engelleyeceğini savunmaktadır.


Son yıllarda yaşanan olaylar gösteriyor ki, devlet kaynaklı terörizm (state terrorism) giderek artmakta ve şiddet, kasıtlı bir devlet politikası haline gelmektedir. Örneğin; İslam fobisi ya da anti-Amerikanizm gibi anlayışlar adeta bir grup üzerinde şiddeti teşvik etmekte ve düşmanca duyguları körüklemektedir. Demokratik olduğunu iddia eden bazı devletler, çıkarları yüzünden başka bir devletin masum insanlarını öldüren terör örgütlerine maddi yardım yapmaktan kaçınmazken, bazı devletler ise belirli bir grubun dini ve milli figürleri hakkında sözde demokratik yayınların yapılmasına izin vererek hem dolaylı yoldan belirli bir grubu şiddete kullanmaya teşvik etmekte hem de diğer grubun doğruyu yansıtmayan haberlere inanmasını sağlayarak kültürler arası barışı yıkmaktadır. Bu iki örnekte de yönetim biçimi anarşi değilken, demokrasi tanımına uygun bir karşılık bulamamaktadır ve “şiddetin keyfi kullanımı ve öfke duygusunun yaratılıyor olması” şüphesiz ki Monbiot’un savının sadece teoride kaldığını da göstermektedir.



George Monbiot kimdir?

Zooloji eğitimiyle başlayan akademik kariyerini İngiltere’nin birçok üniversitesinde yaptığı felsefe, siyaset ve çevre bilimi dallarında misafir profesör görevi ile devam ettiren Monbiot, aynı zamanda İngiliz siyasi yelpazesinin sol kanadında yer alan politik ve çevreci bir eylemcidir. Araştırmacı gazeteci yönü ile dünya çapında bir üne sahip olan Monbiot birçok ülke dolaşmış ve anılarını kitaplaştırmıştır. Siyasi duruşuyla, Endonezya dahil, bir kaç ülkede persona non grata ilan edilmesine rağmen, küresel ısınma ve çevresel konulardaki hassasiyeti ona ‘Birleşmiş Milletler Küresel 500’ ödülünü kazandırmıştır. Monbiot halen BBC Wildlife dergisi danışma kurulunda görev almakta ve The Guardian gazetesindeki köşesinde yorumlarını yayımlamaktadır.


Gökçe ARSLAN, U.S.A.K.

Kitap Tahlili Yazar: George Monbiot.

Çeviren: Pınar Şengözer Şiraz.

İstanbul: Plan B Basım, 2006. 217 sayfa + son notlar.

ISBN 975-8723-15-4


Monbiot’un beşinci kitabı olan Manifesto: Farklı Bir Dünya Düzeni İçin, Küresel Adalet Hareketini destekleyen pozitif bir manifesto niteliğindedir. Kitap “Giriş” kısmını takiben 7 bölümden oluşmuştur. Anarşizm ve Marksizm’i eleştiren Monbiot, demokratik bir sistemin dünyadaki adaletsizliğe çare olacağını savunur ve mevcut yönetim şekline temel olarak dört ayrı önerme sunar: Demokratik bir şekilde seçilen bir “Dünya Parlamentosu”, BM Güvenlik Konseyi’nin yerine gelecek olan Birleşmiş Milletler Genel Meclisi, ticaret dengesizliğini ortadan kaldıracak Uluslararası Kliring Birliği ve yoksul ülkelere yardım edecek olan Adil Ticaret Örgütü.Keltik mitolojisinde “daha fazla sevgi” anlamına gelen Angharad’a seslenerek giriş bölümüne geçen yazar, bir açıdan kitabın devamında sunacağı önermelerin farklı bir dünyayı anlatıyor gibi görünse de aslında günümüz dünyası için tasarlandığının altını çiziyor. İnsanları daha iyiye götürecek ve zincirleme bir reaksiyonun ilk fitilini ateşleyecek bir düşünceler paketi hazırladığını belirterek, ilk bölüme geçmeden, okuyucuların kitapta anlatılanları sonuna kadar takip etmesi gerektiğini, çünkü bu kitabın yeni bir dogma yaratma amacıyla değil tam tersine özgür düşünceye ışık tutma amacıyla yazıldığını vurguluyor.Yazara göre, bir döneme damgasını vuran düşünce sistemleri, ancak bir diğeri ile değiştirilebilir. Tıpkı Hıristiyanlıktan sonra Müslümanlığın doğuşu gibi her düşünce sistemi kendinden sonra gelen yeni ve apayrı düşünce bir sistemine, bir mutasyona gebedir. Bu örnekle, kitabın ilk bölümüne adını veren ve daha sonra yazar tarafından sıklıkla kullanılacak olan “mutasyon” metaforu da açıklanmış oluyor.Kitapta da görülebileceği gibi, dünya savaşlarının bitiminden sonra yeni bir düşünce sistemi doğmuştur. Bu yeni mutasyonu yaratmada küreselleşme büyük bir rol oynamıştır. Küreselleşmede katalizör görevi gören ise değişime aç milyonlarca insan olmuştur. Bu insanlar küresel politikanın kontrolünü ele geçirmedikleri sürece bu mutasyonu gerçekleştiremeyeceklerinin farkındalardı. Amaçları ise bir iktidar şeklini herhangi bir diğeriyle değiştirmek değil tüm iktidarı karşı bir iktidarla değiştirmekti. Dolayısıyla, mutasyonun ön koşulu olarak dünya insanlarının iradesine cevap veren ve Rıza Çağı’nı (Age of Consent) başlatacak olan bir düzen temenni ediyorlardı.Monbiot, “Kötünün İyisi Bir Sistem” adlı ikinci bölümde demokrasinin anarşizm ve Marksizm göre artılarını açıklayarak devam ediyor. Bu noktada yazarın eleştiri yönelttiği ilk yönetim şekli komünizmdir: Öncelikle Monbiot’un komünizme getirdiği en önemli eleştiri Marx ve Engels’in ‘Komünist Manifestosu’nun insanların
karmaşık sosyal ve politik ilişkilerini basit bir formüle indirgemiş olmasıdır. İnsanları kapital sahibi ve proletarya olarak iki ayrı grupta sınıflandıran bu düşünce sistemi, kapital sahiplerini ezici bir üstünlükle pasivize etmeyi amaçlamıştır. Yasa koyucular, yani proletarya taraftarları ise, sınırsız bir güce sahip olurken hükümetler insan hayatı üzerinde emsalsiz bir iktidar haline gelmiştir. Monbiot’un komünizm hakkındaki bu yorumları açıkça gösteriyor ki komünizm insan doğasının çeşitliliğini, özgürlüğünü ve seçimini sınırlı ve önceden kararlaştırılmış bir prototipe indirgemeye programlıdır. Halbuki Monbiot’a göre, yeni mutasyon ile hiçbir olgunun nihai bir senteze varmadığı bir değişim süreci idealize edilmektedir.Komünizmin bu zayıf noktasını açıkladıktan sonra kitap anarşizmin eksik yanlarına da açıklık getiriyor. Monbiot tarafından anarşizmin insan özgürlüğünü her şeyin üstünde tutması neredeyse gerçeküstü bir mükemmeliyet olarak ifade edilse de devletsizliğin hangi sorunlara yol açtığı da yazar tarafından incelenmiştir. Monbiot savını iki örnekle güçlendiriyor: SSCB çöktüğünde asayiş kimse tarafından kontrol edilemeyen bir grup asiye ve mafya örgütlerine kalmış, bu gruplar da yerel halkı yağmalamaktan geri kalmamıştı. Şiddet ve kontrolsüzlük bir veba gibi yayılmış ve bundan en çok masum insanlar nasibini almıştı. Bu noktada Monbiot incelendiğinde siyasi duruşundan beklenmeyecek bir önerme ile; devlet tarafından her ne kadar şiddet kullanılıyor olsa da bunun belli kurallara göre yapıldığını ve en önemlisi şiddetin keyfi kullanımının engellendiği iddia ediyor. Yazara göre, tam demokratikleşme sürecinden geçmiş devletler, asayiş birimlerinin aşırı güç kullanımı engelleyebilirler ve şiddeti sınırlandırabilirler; tıpkı İngiltere’de devletin vatandaşlarına başka bir “Kanlı Pazar”ın yaşanmayacağını temin etmesi gibi.Bu iki yönetim biçimini karşılaştıran Monbiot, sentezin demokraside yattığının altını çiziyor. Eksikleri olsa da demokrasi kötünün iyisi bir sistem olarak düşünülüyor çünkü her ne kadar hükümetler çoğunluğun oyuyla iş başına gelseler de her zaman onları protesto edecek bir azınlık olacaktır. Demokrasi, anarşizmin tersine devletsizliğin sonucu olarak ortaya çıkan korku ve tehdit duygusunu da ortadan kaldırabilir ve komünizmin tersine muhalefet hakkını savunabilir. Kısacası, demokrasi daha fazla ‘rızaya’ dayalıdır.Monbiot, kitabın üçüncü bölümünde küresel ve uluslararası gücü, ulusal ve yerel bir düzleme karşı savunmaktadır. Bu bölümde yazarın ilk referans noktası Colin Hines tarafından kuramsallaştırılan yerelleştirme (localization) nosyonudur. Hines, günümüz küresel dünyasında zenginin daha da zenginleşirken fakirin giderek yoksullaştığı; bunun da çözümünün devletlerin yerel ekonomilerini korumak adına ithalatı yasaklamaktan geçtiği görüşündedir. Esasen Hines akılcı bir görüş sunuyor gibi olsa da Monbiot, şu karşı tezi geliştirmiştir: Ticareti ya da ithalatı engellemek hiçbir şeyin çözümü değildir; sonuçta ithalatın yasaklanması bu sektörde çalışan birçok işçiyi işinden edecektir. Ancak, dünya çapında stressiz bir iş için grev yapılırsa sektör ciddi bir zarar görebilir. Bu örnekle Monbiot yerel çapta eylemlerin amaca hizmet edemeyeceğini açıklayarak küresel bir hareketin neden şart olduğuna da ışık tutuyor.“Biz Halklar” isimli dördüncü bölümde temelde mevcut dünya düzeninin eksiklikleri ve yanlışları, bazı uluslararası kuruluşlara göndermeler yapılarak ve istatistikler kullanarak incelenmiştir. Birleşmiş Milletler’in (BM) amacı ve işleyişi hakkında yorumlarla bu bölüme devam edilmektedir. Birleşmiş Milletler 1941 yılında ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ve Çin tarafından 3. Dünya Savaşını engellemek amacıyla kurulsa da geçen süre zarfında ülkeler edindikleri küresel güçlerinin azalmasına razı göstermeye başlamıştır. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi her ne kadar demokratik bir yapı olarak lanse edilse de kararları veto etme hakkının her zaman ve her koşulda 5 daimi üyede olduğunun altı çizilmektedir (BM Anayasası 108 ve 109. maddeler). Dolayısıyla isminde ‘güvenlik’ ifadesi geçen bu yapı aslında zorba bir yapıdır. Monbiot başka bir çarpıcı yorumunda ise; tüm dünya vatandaşlarının BM’de eşit olarak temsil edilmesi söz konusu olsa bile, BM bünyesinde demokrasinin mümkün olamayacağı sonucuna varıyor. Çünkü 5 daimi üyenin, tüzüğe göre BM anayasasında dahi söz sahibi oluşu, Birleşmiş Milletler’in yapı itibariyle demokrasiye uygun olmadığını kanıtlıyor. Monbiot bu örneklere dayanarak çözümün, BM’nin yerine kurulacak yeni bir ‘Dünya Parlamentosu’nda yattığını savunuyor. Küresel ve uluslararası güçlerden hesap sorabilen, geniş bir görüşler yelpazesini temsil edecek kadar büyük; ama etkili kararlar alabilecek kadar küçük (10 milyon kişilik bölgeden 600 temsilci), üyelerinin temsil ettiği ülke politikalarından ayrı, özgür kararlar alabildiği, hiçbir devletin veto hakkının olmadığı ve yoksul bir ülkede kurulan, böylece kurulduğu topraklara yatırım da sağlayabilecek bir parlamento.Yazara göre, parlamento olabildiğince çok dilde broşür yayınlayarak ve internet siteleri kurarak, halkın rızasının alındığına emin olmak için müzakereler düzenleyerek ve bir komisyon tarafından tarafsız raporlar sunup ortak kararlar alarak tam demokratikleşme sürecine dahil olabilir ve tam verimle çalışabilir. Öyle ki, parlamento ilerici ve insanlık yararına kararlar almakta gecikmeyecektir. Bu noktada parlamentonun alacağı kararlar, Monbiot gibi politik ve çevreci bir eylemci olan Meyer’in “Kısma ve Yakınlaşma modeli” ile örnekleniyor:[…]Bu model öncelikle insanların, bir yılda gezegeni kızartmadan ne kadar karbondioksit ve diğer sera gazlarını üretebileceği belirliyor. Ardından bu toplam, dünyanın tüm insanları arasında bölünüyor ve her ülkeye nüfusunu temel alarak gaz üretimi için bir kota ayrılıyor. Model, iklim değiştirici gazların hem toplam dünya üretiminde hem de kotalarını aşan ülkelerdeki aşırı üretimde bir kısma (azalma) öngörüyor[…] (s.89)Parlamentonun hangi çizgide yol alacağı ana hatlarıyla belirtilse de Monbiot okuyucudan mükemmellik için uğraşmamalarını istiyor; keza ona göre demokrasi düzensizdir ve toparlamaya çalışmak ise tutsaklığı getirecektir. “Bir Şeyler Kırılıyor” adlı 5.bölümünde Monbiot uluslararası kuruluşları analiz ederken ticaret dengesindeki bozukluk ve ticaret yapma koşulları hakkındaki önerilerini de okuyucuyla paylaşıyor. Yazara göre, bir ülke ne kadar çok borca girer ve ne kadar çok faiz ödemek zorunda kalırsa, ekonomisini kurtarmak ve ihracatını artırmak için yatırım yapacak o kadar az parası olur. Bu devletlere IMF ya da Dünya Bankası tarafından gelecek yardım ise Monbiot’a göre başarısız kalacaktır. Çünkü, BM Güvenlik Konseyi gibi IMF de ticaret savaşının galiplerinden oluşmaktadır. Ticaret konusunu ele alırken yazar, dünyaca ünlü ekonomist Joseph Stiglitz’in Küreselleşme ve Sıkıntıları adlı kitabına da birçok referansta bulunuyor. Stiglitz’ e göre, IMF, zengin bankalara ve güçlü finans spekülatörlerine yardım etmek amacıyla kurulmuştur. Zayıf ülke liderleri, IMF’nin hem kendi kredi fonlarını kesip hem de özel bankalara aynı şeyi yaptırmaları olasılığından IMF’nin ‘köleleştirme’ politikalarına boyun eğmemektedirler. Fakat Stiglitz çarpıcı bir gözleminde ise şu noktaya parmak basmaktadır: Tayland ve Endonezya gibi ülkeler IMF’nin dayattığı politikaları reddederek ve söylenen şeylerin tam tersini yaparak zenginleşmeye başlamışlardır. Bu örnek, hem IMF politikalarının işe yaramadığını göstermekte hem de Stiglitz’in şu savını doğrulamaktadır:Dolayısıyla IMF yatırımcıları ‘peculation’ (zimmete para geçirme) denen eski öğretiyi alıyorlar ve başına bir ‘s’ ekleyip ‘speculation’ (spekülasyon) yaparak saygınlaştırıyorlar. ( s. 125)Monbiot, IMF hakkında yorumlarını cesurca dile getiren Stiglitz’in kaldığı yerden, Stiglitz’in eski iş vereni olması dolayısıyla negatif yorumlardan kaçındığı Dünya Bankası hakkında incelemelerine devam ediyor. Yazara göre, Dünya Bankası’nın asıl amacı savaş sonrası yıkıma uğrayan ekonomileri düzeltmek için uzun vadeli kredi olanakları sunmak olsa da yetki alanının genişlemesi, Dünya Bankası’nın bir baskı organı haline gelmesine neden oldu. Şüphesiz ki G8 ülkeleri ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya’nın Dünya Bankası içindeki oyların %48’ine ait olması ve tek başına ABD’nin %17’lik bir oy oranına sahip olması, Dünya Bankası başkanlığına, tüzüğüne göre, sadece bir Amerikan vatandaşının atanma zorunluluğu ve belki de en masum gibi görünen Dünya Bankası tüzüğünün ‘döviz kuru rezervlerinin dolar olarak hesaplanması’ maddesi ve ABD’nin her ödemeden %3 komisyon alması, Monbiot tarafından Dünya Bankası’nın saygınlığına ve adaletine gölge düşüren maddelerden sadece bir kaçı olarak sıralanıyor.Yazar, Dünya Bankası’nın tarihçesine bakıldığında yanlışın nereden kaynaklandığının görülebileceğini düşünüyor. 1944 yılında ABD heyetinden White ve İngiltere heyetinden (borçlar dengesi sorunundan muzdarip) Keynes tarafından ilk toplantılar gerçekleştirilirken Keynes dahiyane bir fikir öne sürmüştür: alacaklı ülkelerin fazla paralarını borçlu ülkelerin ekonomilerine harcamaya ikna etmek. Bu anlamda Uluslararası Kliring Birliği adında bir banka kurulmasını ve bankanın ‘bankor’ adını verdiği kendi para birimlerini kullanmasını talep etmiştir. Ulusal para birimleriyle takas edilen ‘bankor’ ülkenin ticaret açığını ya da fazlasını örtmek için kullanılacaktı. Her ülkenin son 5 yıldaki ticaretinin ortalama değerinin yarısına eş değer kredi çekme hakkı olacaktı. Limitin yarısından fazlasını kullanan ülke para değerinin %5’e kadar düşürmek zorunda kalacağından aşırı borçlanma önlenecekti. Çektiği kredi limitlerde olan ve ticaret fazlası olan ülkelerin hesabına ise %10 faiz uygulanacaktı. Böylece para birimi arttığından ihracat daha az çekici olacaktı. Kısacası, bu ilginç sistem ile açık veren ülkelerin para birimi azalıp ihracatı canlandırılırken fazlası olan ülkelerde para birimi arttığından ticaret dengelenecekti.Fakat ABD heyeti bunu reddetmiştir ve yazarın savına göre “ne kadar çok para koyarsan o kadar çok oyun olur” politikasını desteklemiştir. Keynes sonuna kadar karşı çıksa da anlaşma imzalanmış ve ticaret fazlası ülkelerin gönüllü olarak açık vermesini ön gören bu sistem kabul edilmemiştir.Monbiot’a göre, ‘Köleleştirme’ politikası güden Dünya Bankası bu gibi tasarıları reddettiği sürece yoksul halklara tek bir çare kalıyor. Tıpkı IMF ve Dünya Bankası’nın yoksul ülkelere borçlarını ödemezlerse ekonomilerini çökertme tehdidinde bulunduğu gibi, yoksul ülkeler de her ne kadar kesin bir ekonomik kriz yaşayacak olsalar da borçlarını ödememe tehdidinde bulunabilir ve hem IMF ve Dünya Bankası’na bir ekonomik çöküntü yaşatabilir hem de bir şeylerin kırılmasına katkıda bulunabilirler.“Dengeleme” adını taşıyan 6. bölümde ise okuyucu, ticaret dengesi hakkında daha detaylı örnekler ve analizler buluyor. Yazara göre, her şeyden önce dünya eğer özenle kullanılır ve adil bir şekilde dağıtılırsa, insanoğlu ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar kaynaklara sahip olabilir. Fakat yazar bunun sürekliliğinin ancak zenginin fakiri sömürmesini engelleyen kurallarla gerçekleşebileceğini vurguluyor.Monbiot’un görüşüne göre, dünyanın en güçlü ve zengin hükümetleri uluslararası ticaret ilişkisini “serbest” ekonomi olarak adlandırıyorlar; fakat serbest ekonomi sadece zenginin ticaret yapmasına olanak tanırken fakiri sınırlandırıyor. Örnek verilecek olursa; Monbiot yaptığı araştırmalar sonucunda, 2002 yılında, ABD’nin sadece 25 bin pamuk işçisine 3.9 milyar dolar verdiğini ve bunun dünya fiyatlarında %26 düşüşe neden olduğunu iddia ediyor. Yani ‘süper güç’ Amerika’nın tek bir ticari kararının, yoksul dünyada on milyonlarca insanın geçim kaynağını yok ettiğini savunuyor (s.160). Bu analizinde bir ironi de ortaya çıkarılıyor Monbiot tarafından. Serbest ekonominin hamisi olarak gösterilen İngiltere, devletçilik ilkesini sıkıca benimseyerek, işlenmiş ithal ürünlere ambargo ya da yüksek vergiler koyarak ve yerel ürünleri teşvik ederek savaş sonrası ekonomisini güçlendirmiştir, yani yerel hammaddeler korunarak yerelleşme savunulmuştur. Bu görüşe ek olarak yazar, yerli üretimin desteklenmesi gerektiğini, fakat eğer yerli üretimi sağlayacak malzemeler ya da parçalar yoksa ülkenin daha çok hammadde ihracatı yapmak zorunda kalacağını savunuyor. Dolayısıyla aynı miktar kazanç için daha fazla emek ve zaman harcamış olacaktır.Bunun yerine, yazar, Adil Ticaret Örgütü kurulmasını talep etmektedir. Yazara göre, Adil Ticaret Örgütü bir ruhsatlandırma kurumu gibidir. Bu kurum denetlemeler yapıp, belirli standartları geçmiş şirketlere ticaret verme izni verebilir. Bu yüzden zorunlu, küresel bir yönetmelikler bütünü oluşturulmalıdır. Örneğin, şirketler sosyal ve çevresel tahribatlarının sonucu bir bedel ödemeye zorunlu kılınmalıdır.Sosyal platformda adil ve demokratik bir parlamento ve meclis kuran Monbiot, ticaret bağlamında da adaleti sağladıktan sonra bütün bu zincirleme reaksiyonun fitilinin nasıl ateşleneceğinin ipucunu da son bölüm olan “İktidar Olasılığı”nda açıklıyor. Yorumlarını okuduktan sonra okuyucularının bir şeylerin yapılması gerektiğinin farkına varacağını tahmin ettiğini belirten Monbiot, harekete geçilmediği ve bir çıkış yolu hayal edilmediği sürece kanımızı uyuşturan diye bahsettiği tembellikten sıyrılamayacağımızı düşünüyor. Bu kitabın çok kapsamlıolmadığının altını çizerken başka insanların bu önerileri daha da iyiye götürüp, geliştirip bu yeni mutasyon için kullanmaları çağrısında bulunuyor. Sonuç olarak, bütün bu analizlerden öte Monbiot’un değişimi, kendi deyimiyle, “belirsiz bir ‘onlara’ değil belirli bir ‘size’ bağlı” kalıyor.Kitaba eleştirel bir gözle baktığımızda, dikkati çeken ilk nokta, Monbiot’un bazı fikirlerinin çelişki yaratıyor olmasıdır. Örneğin; anarşizm ve demokrasinin, şiddet kullanımı açısından farklarını karşılaştırırken, Monbiot, devletin her koşulda keyfi ve nedensiz şiddet kullanımını engelleyeceğini savunmaktadır. Son yıllarda yaşanan olaylar gösteriyor ki, devlet kaynaklı terörizm (state terrorism) giderek artmakta ve şiddet, kasıtlı bir devlet politikası haline gelmektedir. Örneğin; İslam fobisi ya da anti-Amerikanizm gibi anlayışlar adeta bir grup üzerinde şiddeti teşvik etmekte ve düşmanca duyguları körüklemektedir. Demokratik olduğunu iddia eden bazı devletler, çıkarları yüzünden başka bir devletin masum insanlarını öldüren terör örgütlerine maddi yardım yapmaktan kaçınmazken, bazı devletler ise belirli bir grubun dini ve milli figürleri hakkında sözde demokratik yayınların yapılmasına izin vererek hem dolaylı yoldan belirli bir grubu şiddete kullanmaya teşvik etmekte hem de diğer grubun doğruyu yansıtmayan haberlere inanmasını sağlayarak kültürler arası barışı yıkmaktadır. Bu iki örnekte de yönetim biçimi anarşi değilken, demokrasi tanımına uygun bir karşılık bulamamaktadır ve “şiddetin keyfi kullanımı ve öfke duygusunun yaratılıyor olması” şüphesiz ki Monbiot’un savının sadece teoride kaldığını da göstermektedir.Fakat bunun gibi birkaç çelişkinin kitabın inandırıcılığını ve objektifliğini zedelediği söylenemez. Keza, Monbiot’un araştırmacı gazeteci kişiliğinin de kitapta açıkça görülebileceği de altı çizilmesi gereken başka bir ayrıntıdır. Verdiği detaylı istatistikler, tezinin inandırıcılığını artırırken, genel olarak başka ekonomistlere verdiği referanslar ve sayısal örneklerin ekoloji ile ilgili oluşu ise okuyucunun dikkatini daha çok çekmekte ve teorilerin pratiğe dökülmesi açısından gerçekçi kanıtlar teşkil etmektedir.Sonuç olarak, Monbiot kitabında ticaret, politika ve çevre konularını ‘yeni bir mutasyon’ deklarasyonu olarak incelemekte ve okuyucuya cesur yorumları, çevre bilinci ve farklı bakış açısıyla her zaman karşılaşamadıkları bir önermeler paketi sunmaktadır.Mayıs 2007, JTW Türkçe

*


George Monbiot seeks to uncover what many have suspected but few have been able to prove: that big business is taking over Britain. "Captive State" documents the end of representative government in Britain. The traditional business of government - economic and development planning, law and order, protection of the workforce, consumer and environment - is rapidly being twisted out of its hands. The state is no longer the initiator of policy but an increasingly helpless bystander. Quietly, the state, the police, academia and the nominally independent media are falling into the hands of private business. And as institutional corruption strikes at the heart of public life, in a contrast between the desires of big business and the needs of the electorate, the electorate loses out every time.


*

GEORGE MONBIOT
Yeni Şovenizm

Uyruğumdan utanmıyorum, ama bu ülkeyi neden bir başka ülkeden daha çok sevmem gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yok. Kendi ülkelerimizi ilk sıraya koymaktan vazgeçtiğimizde, dünya daha mutlu ve güvenli bir yer haline gelecek.
Bombalamalardan ulusal bir görüş birliği doğdu: Britanya'da bize gereken şey yeni bir yurtseverlikmiş. Sağ kanat gazeteler, eski hizmetçilerle sıcak biralar hakkında her zamanki gürültüleri çıkarıp duruyorlar; ama son on gün içinde, bunlara the Guardian'dan Jonathan Freedland, the New Statesman'dan Tristram Hunt, the New Statesman'ın kendisi ve ağzını terörizm ve ulusal kimlik üzerine açan hemen herkes katıldı.
Bu görüş birliğinden cesaret bulan the Sun, şimdi, bu ülkeye sadık olmayan herkesin ülkeyi terk etmesi gerektiğinde ısrar ediyor. (1) İşler böyle giderse, benim de sınır dışı edilmem uzun sürmez.
Öne sürülen şey şöyle: Yurtsever insanlar birbirlerini tahrik etmez. Yurttaşlık kodları ve Britanya'nın faziletlerine genel bir inanç olursa, yurtiçi terörizmin gerçekleşme ihtimali düşük olur. Jonathan Freedland'in söyleyişiyle, "sadakatin sürekli olarak aşılandığı" ABD, "kendi topraklarında boy atmış bir İslami terörizmle hiç sürtüşmüş değil." (2)
Bu doğru olabilir (ABD'de Müslüman olmayan bir sürü saldırı olmasına karşın). Ama yurtseverlik, yurttaşların birbirlerine saldırmaya meylini azaltırken, devletin diğer devletlere saldırma meylini artırıyor; çünkü devlet halkının desteğine daha çok komuta edebileceğini biliyor. Eğer yurtseverlik ABD'de bunca güçlü bir kuvvet olmasaydı, Bush Irak'ı işgal edebilir miydi?
Ulusal bağlılığın insanların çektiği acıyı hafiflettiğini öne sürebilmek için, yurtiçi terörizmin, hepsi ulusal çıkar adına gerçekleştirilmiş olan bütün bölgesel ve sömürgeci savaşların, etnik temizlik eylemlerinin ve holokostun acılarından daha az zarar verdiğini iddia edebilmeniz gerekir. Buna inanmak içinse, yalnızca yurtsever olmanız yetmez; şovenist de olmalısınız.
Freedland, Hunt ve the New Statesman'ın önde gelen diğer yazarlarının, elbette bununla ilgisi yok. Hunt, Britanyalılığın "kurumlardan çok değerlere dair" olması gerektiğini öne sürüyor: Britanya'nın "mükemmel bir siyasi liberalizm ve entelektüel araştırma tarihi var; bu da bize dünyanın her tarafından gelen düşüncelere, dinlere ve felsefelere açık bir kamusal alan veriyor." (3) Doğrudur, ama bu değerler yalnızca Britanya'ya özgü değildir; bir de bu değerleri uyandırmak için neden yurtsever olmamız gerektiğini anlamak biraz zor. Britanya'nın korkunç bir emperyalizm ve domuz kafalı bir kafatasçılık tarihi de var; bayrağı salladığınızda bu tarihlerden hangisini övdüğünüzden kimse emin olamaz. Liberalizmi savunmak istiyorsanız, savunun da; sevginizi belli bir ülkenin belli değerlerinin etrafında toplamak niye?
Bu arada, liberal bir yurtseverlik tam olarak neye benzer? Ülkenizin çıkarlarıyla başka birininki çatıştığında, yurtseverlik, tanım itibarıyla, kendi ülkenizinkini seçmenizi ister. Bunun tersine, enternasyonalizm, insanlar için, nerede yaşadıklarına bakmaksızın, en iyi olanı ya da onlara en az zarar verecek olanı seçmek demektir. Enternasyonalizm bize, Kinşasa'da yaşayan birinin Kensington'da yaşayan birinden hiç de değersiz olmadığını ve 101 Kongolu pahasına 100 Britanyalının çıkarını savunan bir politikayı izlemememiz gerektiğini söyler. Yurtseverlik, bir anlamı varsa eğer, bize 100 Britanyalının çıkarını üstün tutmamız gerektiğini söyler. Bunu liberalizmle nasıl bağdaştırırsınız? Bunun ırkçılıktan farkını nasıl açıklarsınız?
İşte bu, her doğru dürüst düşünen kişinin kendi Orwell'iyle kapıştığı noktadır. Koca bilge "yurtseverliğin muhafazakarlıkla bir ilgisinin olmadığını" savunup (4) "İngiltere'nin entelektüellerinin kendi uyruklarından utandıkları belki de tek ülke olmasından" yakınmamış mıydı? (5) Öyle yapmıştı. Ama bunları 2. Dünya Savaşı sırasında yazmıştı. Hitler'le savaşmak gibi bir görevimizin olduğuna -ve böylece bir tarafı tutmamız gerektiğine- kuşku yoktu. Taraflar da ulusal çizgilerle belirlenmişti. Britanya'yı destekleyemiyorduysanız, düşmana yardım ediyordunuz. Ama bugün bizi öldürmeye çalışanlar Britanya yurttaşı. Bizden uyruklarıyla değil, ideolojileriyle ayrılmış durumdalar. Teröristleri harekete geçirenin Irak'ın işgali olmasına varana, Britanya'nın bu işgale katılmasına olanak sağlayan şeyin yurtseverlik olmasına varana kadar, bizi bu pisliğin içine sürükleyen şey yurtseverlik olmuştur.
Çoğu heveslinin bizden göstermemizi istediği bu bağlılık, seçici bir bağlılık. Bir Nazi sempatizanının büyük torunu, birkaç vergi sürgünü ve Amerika vatandaşlığına sahip bir Avustralyalının sahip olduğu sağ kanat basın, kurumlarımızı Avrupa'dan korurken amansız derecede milliyetçi, ama çoğumuzu ABD'ye teslim etmenin peşindeler. Cotswolds'a bayılır, Galler'den nefret eder. Cılız, aristokratik kadınlara, ikinci bir eve bayılır, yontulmamışlardan, çingenelerden, yoksul konutlarından ve karavan parklarından nefret eder.
İki hafta önce, the Telegraph, benimsenmesi halinde yeni bir terörist saldırıyı engelleyeceğini öne sürdüğü, "Britanya kimliğinin 10 temel değerinin" listesini yayımladı. (6) Bunlar bağrımıza basmayı tercih edeceğimiz değerler değildi, ama "kimliğimizin tartışılmaz bileşenleriydi". Bunların arasında, "kraliyetin parlamentodaki egemenliği" ("Lordlar, Avam ve kraliyet bu topraklardaki en üst yetkeyi oluşturur"), "özel mülkiyet", "aile", "tarih" ("Britanyalı çocuklar ... bir dizi muazzam ulusal başarıyı miras alırlar") ve "İngilizce'nin konuşulduğu dünya" ("11 Eylül 2001'deki acımasız saldırılar yabancı bir ülkeye karşı değil, anglodünyaya karşı düzenlenmiştir") yer alıyordu. Bu tartışılmaz talepler teröristlerinkinden o kadar da farklı değil. Ebedi bir halife yerine ebedi bir monarşi. İslami bir tarih görüşü yerine Eton usulü bir tarih görüşü. Ümmet yerine, anglodünya.
Beni bu ülkeden nefret ettirecek bir şey varsa, o da the Telgraph'la "tartışılmaz bileşenleri". Beni Amerika'dan nefret ettirecek bir şey varsa, o da Cumhuriyetçi Parti kongresi sırasında, Zell Miller'ın kendilerini "bu deniz komandosunu Amerikan birliklerine kurtarıcı yerine işgalci diyen birinden daha fazla kimse çıldırtamaz" (7) diye bilgilendirdiği kalabalığın ayağa kalkıp "ABD, ABD" diye bağırması. Her zamanki gibi, bizden teröristlerin işini yapmamız bekleniyor; bu ülkeyi onların adına çirkinleştirmemiz.
Ben Britanya'dan nefret etmiyorum, uyruğumdan da utanmıyorum, ama bu ülkeyi neden bir başka ülkeden daha çok sevmem gerektiğine dair en ufak bir fikrim yok. Bu ülkenin sevdiğim yanları da, sevmediğim yanları da var; aynı şey gittiğim her yer için de geçerli. Yurtsever olmak, kendinize yalan söylemektir; kendinize, yurtdışında ne görürseniz görün, bunun karşısında kendi ülkenizin diğerlerinden daha iyi olduğunu söylemektir. Bunu gözlerinizin sunduğu kanıtla da, insanlığın eşitliğine olan inançla da bağdaştırmak mümkün değil. Orwell'in 1940'ta talep ettiği yurtseverlik, ancak diğerlerinin yurtseverliğiyle karşı karşıya gelindiği zaman gereklidir: Britanyalıların safları sıklaştırmasını gerektiren 2. Dünya Savaşı, eğer Hitler Almanların ulusal bağlılıklarını sömürmeseydi gerçekleşmeyebilirdi. Kendi ülkelerimizi ilk sıraya koymaktan vazgeçtiğimizde, dünya daha mutlu ve güvenli bir yer haline gelecek.
* George Monbiot'nun the Guardian'da 9 Ağustos'ta yayınlanan yazısını Tolga Korkut Türkçeleştirdi.
1. Eg Richard Littlejohn, 26th July 2005. Patriotism. The Sun.
2. Jonathan Freedland, 3rd August 2005. The Identity Vacuum. The Guardian.
3. Tristram Hunt, 1st August 2005. Why Britain is Great. The New Statesman.
4. Orwell bu ifadeyi hem My Country Left or Right (1940) hem de The Lion and the Unicorn'da (1940) kullandı. İkisi de şu kitapta yer alıyor: George Orwell, 1968. Essays. Penguin, London.
5. George Orwell, 1940. The Lion and the Unicorn. age.
6. Leader, 27th July 2005. Ten core values of the British identity. The Telegraph.
7. Miller'ın konuşmasının tam metnini şu adreste bulabilirsiniz:
http://www.cnn.com/2004/ALLPOLITICS/09/01/gop.miller.transcript
kaynak:www.bianet.org
*



George Monbiot
İnsanlığın Duyarsızlaşmasıyla Medeniyet Sona Eriyor
Tarih: 1 Kasım 2007

Kaynak: Açık Radyo

Yazan: George Monbiot

Çeviren: Nuray Soysal

Birkaç hafta önce, çevre hakkında yazılmış en önemli kitap olduğunua düşündüğüm bir kitap okudum. Sessiz Bahar, Küçük Güzeldir hatta Walden da değil. Kitapta, grafikler, tablolar, rakamlar, öngörüler, kanıtlar yoktu. Ya da onu diğer çevre yazınının çoğundan farklı kılacak iç karartıcı bir cümle bile içermiyordu. Bu bir roman, bir yıl önce yayımlanmış ve dünyaya bakışınızı değiştirecek. Cormac McCarthy'nin kitabı The Road (Yol), dünya biyosferini kaybederse ve yeryüzünde tek canlı olarak, ölü ormanlarda ve külün içinde yiyecek için avlanan insan ırkı kalırsa neler olabileceğinden bahsediyor. Olay başlamadan birkaç yıl önce, kitabın kahramanı, üzerinden uçan son kuşların sesini duyuyor: “yarı sağırlaşmış biçimde kilometrelerce yüksekte dönüp duruşları, bir kasenin kenarında gezen böceklerinki kadar anlamsız” McCarthy bunun olabileceğini yazmıyor, ama olursa sonuçlarının neler olabileceği hakkında fikir veriyor. Önceden var olan tüm sosyal kodlar yok oluyor ve yerini önce organize katliamlar, ardından da kaotik ve kör bir korku alıyor. Geride kalanlar başka ne yapıyor? Tek kaynak insan… McCarthy, insanlık zamanında, nükleer kış nedeniyle bile yeryüzünde bunun olabileceğini düşünmenin zor olduğunu söylüyor. Ancak bu düşünce egzersizi, teknolojik kibrimizin bizi nasıl kör ettiğini korkunç bir şekilde gösteriyor: biyolojik üretime bağımlılığımızın bâki kalışı. Medeniyet, sadece biyosferin tenindeki bir kızarıklık gibi, çevresel değişimin, bir giysinin kolununki gibi, tahriş edici etkisine karşı dirençli değil. Yol’u bitirdikten altı hafta sonra bile etkisinden kurtulamadım. Birleşmiş Milletler’in gezegenin durumu üzerine son raporunu okuduğumda, zihnim haftalarca bazı rakamlara takıldı. Bazı önemli noktalar - hemen her yerde benzin artık kurşunsuz ve sülfür emisyonları zengin ülkelerin çoğunda kısıldı- ve bir dolu can sıkıcı konu var. Ama beni özellikle durduran üretim meselesi oldu. Tahıl üretimi son 20 yılda arttı (1980’lerdeki hektar başına 1,8 tondan bugün 2,5 tona yükseldi), ama yine de nüfus artışıyla aynı oranda değil. “Dünyada kişi başına düşen tahıl üretimi 1980’lerde en üst düzeye ulaştı, o dönemden bu yana da düşüyor.” 2050 yılında dünyada kabaca 9 milyar insan olacak: Onları beslemek ve açlık konusunda milenyumun gelişme hedeflerini tutturmak için dünya yiyecek üretimini iki katına çıkarmak gerekiyor. Atıkları azaltmayıp, aşırı yemekten, biyoyakıtlardan ve et tüketiminden vazgeçmediğimiz sürece, tahıla olan ihtiyacımız bugünkünün üç katına çıkacak. Burada iki sınırlayıcı unsur var. Biri, raporda öylesine söz edilen fosfat meselesi: Gelecekte, rezervlerin nerede olabileceği çok açık değil. Daha acil sorun ise su. “Milenyumun açlığa karşı hedeflerini tutturmak için tahıl üretiminde, 2050 yılında, bugünkünden iki katı fazla su kullanılması gerekiyor.” Nereden gelecek bu su? “Su kıtlığı birçok bölgede şiddetli hale geldi ve tarım yeraltı sularından, akarsulardan gelen sudan aslan payını alıyor.” Dünyanın büyük nehirlerinin yüzde 10’u artık yıl boyunca denize ulaşamıyor. 148. sayfada şu açıklamayı buldum: “Bugünkü eğilimler devam ederse, 1,8 milyar kişi 2025 yılında kurak bölgelerde ve ülkelerde yaşıyor olacak ve dünya nüfusunun üçte ikisi su sıkıntısıyla karşı karşıya kalacak.” Aşırı tüketim ve ormansızlaştırma sebeplerden biri, ama kuraklığın en önemli nedeni iklim değişikliği. Su ihtiyacının çok fazla olduğu yerlerde yağmurlar azalacak. O halde, en azından, karbon emisyonlarında nasıl bir azalma sağlayacağız? Dünyayı besleyebilecek miyiz? Birçok ülkede bu yetersizlik yüzünden çıkacak sosyal kargaşalardan nasıl korunacağız? Göle bir taş düşüyor, ama birkaç saniye sonra herşey yine süt liman. Sayfayı çeviriyor ve hayatınıza devam ediyorsunuz. Geçtiğimiz hafta küresel ısınmanın yeryüzündeki canlıların yarısını yok edebileceğini öğrendik. 25 canlı türü yok olma sınırında; karbon emen biyolojik unsurlar, öngörülenden on yıl daha önce karbon salmaya başladı. Ama yine de herkes bir başkasının harekete geçmesini bekliyor ve seyrediyor. Konuşulmayan evrensel düşünce şu: “Eğer gerçekten çok ciddi bir durum olsaydı, birileri bir şey yapmaz mıydı?” Cumartesi günü, BM raporundan biraz nefes alayım diye (kim demiş çevreciler eğlenmeyi bilmez diye?) Birmingham’daki yol protestocuların toplantısına gittim. Ülkenin her yerinden gelmişlerdi ve 18 yeni şema ortaya çıkarmışlardı. İngiliz hükümetinin planladığı yeni yol projelerinin bir kısmı. Çevre Bakanı Hilary Benn’in dün açıkladığı iklim değişikliğiyle mücadele planı memnuniyetle karşılanmıştı. Ama hükümet, havacılık, inşaat, kömür madenleri, petrol araması, ulaştırma gibi büyük sektörlerde emisyonları artıracak politikaları desteklemeye devam ediyor. Peki, o zaman planlanan yüzde 60 kısıntı nasıl sağlanacak? Kimse bilmiyor, ama muhtemel cevap planın önemli maddelerinden birinde gizli: karbon ticareti. Hükümet, Britanya’da yüzde 60 kısıntıya gidemezse, bunu bizim yerimize yapan ülkelere ödemede bulunacak. Ama ticaret, ancak küresel kısıtlamada tutturulması planlanan hedefler küçükse işe yarar. Küresel ısınmadan korunmak için, dünyadaki emisyonlardan büyük bir miktar kısıtlamalıyız. Britanya’nın karbon ticareti yapacağı ülkelerin çoğu da kendi büyük kısıntılarını yapacak sonra da artanı bize satacaklar. Çok geçmeden karbon kredimizi Mars veya Jüpiter’den satın almak zorunda kalacağız. İklim değişikliğinden korunmanın tek yolu, şimdi ve burada karbon emisyonlarını azaltmaktır. Peki, harekete geçmek için bizi kim ikna edecek? Muhalefet partilerinin politikaları ne kadar güçlü görünse de onları harekete geçirecek seçmenler arkalarında olmadıkça devam edemezler. Medya bizi harekete geçiremez. BBC, tarafsızlığını bozmama korkusuyla ‘Planet Relief’i (Gezegeni Kurtarmak) yayından kaldırıyor –Allah korusun, toplu yok oluşa karşı çıkabilir-, ama her hafta akışına koyduğu yarışma ile, Black and White Minstrel Show’unkine* benzeyen bir ilgiyle karşılanan programı–Top Gear’ı- yayınlamaya devam ediyor. Haftalık program, daha fazla seyahat etmeye, daha hızlı araba kullanmaya, daha büyük evler inşa etmeye, daha fazla satın almaya yönlendiren programlarla tıka basa dolu; hiç biri kuralları bozmuyor, yani gerçekten iş dünyasının çıkarına dokunmayan, üst sınıfın duyarlılıklarını pohpohlayan programlar. Medya, korku ve reklamla yönetilirken, umutsuzca tüketim ekonomisinin yanında ve biyosferin karşısında yer alıyor. Bana öyle geliyor ki, bizden sonraki insanları ‘Yol’dan aşağı itiyoruz. McCarthy, biyosfer gittikçe büzülürken, kitabın kahramanının temel inançlarındaki çöküşü tanımlıyor. Öyle hissediyorum ki, bu her an olabilir: Çıkarlarının zora girmesi ve duyarsızlaşma zengin dünyanın insanları arasında görülüyor . Bu doğruysa, medeniyetin başının dertte olduğuna karar vermek için ormanların yanmasını ya da besin kaynaklarının tükenmesini beklememeliyiz.

-------------------------------------------