25 Ekim 2008 Cumartesi

Monbiot ve Dünya Parlementosu


Sevgili Fikir Yongacılar,

1 Kasım cumartesi günü saat 14.30’da herzamanki yerimizde George Monbiot’un eserlerine genel bir göz atmak üzere toplanacağız. İncelememizde Türkçe olarak da basılan Manifesto adlı kitabı merkez alacağız.


Bu arada görsel bir haber kıymığı uçurayım: SineODA film kulübünün teknik çalışmaları tamamlandı. Altyapı eksiklikleri giderildi. 7 Kasım Cuma akşamı açılış yapacağız. Haberi aylık program şeklinde ayrıca bildireceğim.

Daha ayrıntılı bilgi edinmek için: http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com/

Yazarlar ve yazmak istiyenler için Güçlü Okuma (Power Reading) toplantıları küçük bir grupla bu yakınlarda başlayacak. Etkin olabilmesi için grubun küçük tutulması elzem. Bu nedenle katılmak isteyenler bildirsinler lütfen.

Görüşmek üzere

Selamlar ve sevgiler

Sadık Yemni




Kitaptan seçme önermeler:

1 – Demokratik bir şekilde seçilen bir dünya parlementosu küresel sorunların çözümü olabilir mi?

2 – Baskı çağından Rıza(Age of Consent) çağına geçiş nasıl olacak?

3 - Yeni mutasyon ile hiçbir olgunun nihai bir senteze varmadığı bir değişim süreci idealize edilmektedir. Komunizm ve anarşizm bunu yapmaya yetmemektedir.

4 - Demokrasi, anarşizmin tersine devletsizliğin sonucu olarak ortaya çıkan korku ve tehdit duygusunu da ortadan kaldırabilir ve komünizmin tersine muhalefet hakkını savunabilir. Kısacası, demokrasi daha fazla ‘rızaya’ dayalıdır.

5 - Ticareti ya da ithalatı engellemek hiçbir şeyin çözümü değildir; sonuçta ithalatın yasaklanması bu sektörde çalışan birçok işçiyi işinden edecektir. Ancak, dünya çapında stressiz bir iş için grev yapılırsa sektör ciddi bir zarar görebilir. Bu örnekle Monbiot yerel çapta eylemlerin amaca hizmet edemeyeceğini açıklayarak küresel bir hareketin neden şart olduğuna da ışık tutuyor.


6 - Monbiot başka bir çarpıcı yorumunda ise; tüm dünya vatandaşlarının BM’de eşit olarak temsil edilmesi söz konusu olsa bile, BM bünyesinde demokrasinin mümkün olamayacağı sonucuna varıyor. Çünkü 5 daimi üyenin, tüzüğe göre BM anayasasında dahi söz sahibi oluşu, Birleşmiş Milletler’in yapı itibariyle demokrasiye uygun olmadığını kanıtlıyor.

7 – Monbiot, BM’nin yerine kurulacak yeni bir ‘Dünya Parlamentosu’nda yattığını savunuyor. Küresel ve uluslararası güçlerden hesap sorabilen, geniş bir görüşler yelpazesini temsil edecek kadar büyük; ama etkili kararlar alabilecek kadar küçük (10 milyon kişilik bölgeden 600 temsilci), üyelerinin temsil ettiği ülke politikalarından ayrı, özgür kararlar alabildiği, hiçbir devletin veto hakkının olmadığı ve yoksul bir ülkede kurulan, böylece kurulduğu topraklara yatırım da sağlayabilecek bir parlamento.

8 - Tayland ve Endonezya gibi ülkeler IMF’nin dayattığı politikaları reddederek ve söylenen şeylerin tam tersini yaparak zenginleşmeye başlamışlardır. Bu örnek, hem IMF politikalarının işe yaramadığını göstermekte hem de Stiglitz’in şu savını doğrulamaktadır:Dolayısıyla IMF yatırımcıları ‘peculation’ (zimmete para geçirme) denen eski öğretiyi alıyorlar ve başına bir ‘s’ ekleyip ‘speculation’ (spekülasyon) yaparak saygınlaştırıyorlar. ( s. 125)

9 - Monbiot’a göre, ‘Köleleştirme’ politikası güden Dünya Bankası bu gibi tasarıları reddettiği sürece yoksul halklara tek bir çare kalıyor. Tıpkı IMF ve Dünya Bankası’nın yoksul ülkelere borçlarını ödemezlerse ekonomilerini çökertme tehdidinde bulunduğu gibi, yoksul ülkeler de her ne kadar kesin bir ekonomik kriz yaşayacak olsalar da borçlarını ödememe tehdidinde bulunabilir ve hem IMF ve Dünya Bankası’na bir ekonomik çöküntü yaşatabilir hem de bir şeylerin kırılmasına katkıda bulunabilirler.10 - Yazar, Adil Ticaret Örgütü kurulmasını talep etmektedir. Yazara göre, Adil Ticaret Örgütü bir ruhsatlandırma kurumu gibidir. Bu kurum denetlemeler yapıp, belirli standartları geçmiş şirketlere ticaret verme izni verebilir. Bu yüzden zorunlu, küresel bir yönetmelikler bütünü oluşturulmalıdır. Örneğin, şirketler sosyal ve çevresel tahribatlarının sonucu bir bedel ödemeye zorunlu kılınmalıdır.

11 - Kitaba eleştirel bir gözle baktığımızda, dikkati çeken ilk nokta, Monbiot’un bazı fikirlerinin çelişki yaratıyor olmasıdır. Örneğin; anarşizm ve demokrasinin, şiddet kullanımı açısından farklarını karşılaştırırken, Monbiot, devletin her koşulda keyfi ve nedensiz şiddet kullanımını engelleyeceğini savunmaktadır.


Son yıllarda yaşanan olaylar gösteriyor ki, devlet kaynaklı terörizm (state terrorism) giderek artmakta ve şiddet, kasıtlı bir devlet politikası haline gelmektedir. Örneğin; İslam fobisi ya da anti-Amerikanizm gibi anlayışlar adeta bir grup üzerinde şiddeti teşvik etmekte ve düşmanca duyguları körüklemektedir. Demokratik olduğunu iddia eden bazı devletler, çıkarları yüzünden başka bir devletin masum insanlarını öldüren terör örgütlerine maddi yardım yapmaktan kaçınmazken, bazı devletler ise belirli bir grubun dini ve milli figürleri hakkında sözde demokratik yayınların yapılmasına izin vererek hem dolaylı yoldan belirli bir grubu şiddete kullanmaya teşvik etmekte hem de diğer grubun doğruyu yansıtmayan haberlere inanmasını sağlayarak kültürler arası barışı yıkmaktadır. Bu iki örnekte de yönetim biçimi anarşi değilken, demokrasi tanımına uygun bir karşılık bulamamaktadır ve “şiddetin keyfi kullanımı ve öfke duygusunun yaratılıyor olması” şüphesiz ki Monbiot’un savının sadece teoride kaldığını da göstermektedir.



George Monbiot kimdir?

Zooloji eğitimiyle başlayan akademik kariyerini İngiltere’nin birçok üniversitesinde yaptığı felsefe, siyaset ve çevre bilimi dallarında misafir profesör görevi ile devam ettiren Monbiot, aynı zamanda İngiliz siyasi yelpazesinin sol kanadında yer alan politik ve çevreci bir eylemcidir. Araştırmacı gazeteci yönü ile dünya çapında bir üne sahip olan Monbiot birçok ülke dolaşmış ve anılarını kitaplaştırmıştır. Siyasi duruşuyla, Endonezya dahil, bir kaç ülkede persona non grata ilan edilmesine rağmen, küresel ısınma ve çevresel konulardaki hassasiyeti ona ‘Birleşmiş Milletler Küresel 500’ ödülünü kazandırmıştır. Monbiot halen BBC Wildlife dergisi danışma kurulunda görev almakta ve The Guardian gazetesindeki köşesinde yorumlarını yayımlamaktadır.


Gökçe ARSLAN, U.S.A.K.

Kitap Tahlili Yazar: George Monbiot.

Çeviren: Pınar Şengözer Şiraz.

İstanbul: Plan B Basım, 2006. 217 sayfa + son notlar.

ISBN 975-8723-15-4


Monbiot’un beşinci kitabı olan Manifesto: Farklı Bir Dünya Düzeni İçin, Küresel Adalet Hareketini destekleyen pozitif bir manifesto niteliğindedir. Kitap “Giriş” kısmını takiben 7 bölümden oluşmuştur. Anarşizm ve Marksizm’i eleştiren Monbiot, demokratik bir sistemin dünyadaki adaletsizliğe çare olacağını savunur ve mevcut yönetim şekline temel olarak dört ayrı önerme sunar: Demokratik bir şekilde seçilen bir “Dünya Parlamentosu”, BM Güvenlik Konseyi’nin yerine gelecek olan Birleşmiş Milletler Genel Meclisi, ticaret dengesizliğini ortadan kaldıracak Uluslararası Kliring Birliği ve yoksul ülkelere yardım edecek olan Adil Ticaret Örgütü.Keltik mitolojisinde “daha fazla sevgi” anlamına gelen Angharad’a seslenerek giriş bölümüne geçen yazar, bir açıdan kitabın devamında sunacağı önermelerin farklı bir dünyayı anlatıyor gibi görünse de aslında günümüz dünyası için tasarlandığının altını çiziyor. İnsanları daha iyiye götürecek ve zincirleme bir reaksiyonun ilk fitilini ateşleyecek bir düşünceler paketi hazırladığını belirterek, ilk bölüme geçmeden, okuyucuların kitapta anlatılanları sonuna kadar takip etmesi gerektiğini, çünkü bu kitabın yeni bir dogma yaratma amacıyla değil tam tersine özgür düşünceye ışık tutma amacıyla yazıldığını vurguluyor.Yazara göre, bir döneme damgasını vuran düşünce sistemleri, ancak bir diğeri ile değiştirilebilir. Tıpkı Hıristiyanlıktan sonra Müslümanlığın doğuşu gibi her düşünce sistemi kendinden sonra gelen yeni ve apayrı düşünce bir sistemine, bir mutasyona gebedir. Bu örnekle, kitabın ilk bölümüne adını veren ve daha sonra yazar tarafından sıklıkla kullanılacak olan “mutasyon” metaforu da açıklanmış oluyor.Kitapta da görülebileceği gibi, dünya savaşlarının bitiminden sonra yeni bir düşünce sistemi doğmuştur. Bu yeni mutasyonu yaratmada küreselleşme büyük bir rol oynamıştır. Küreselleşmede katalizör görevi gören ise değişime aç milyonlarca insan olmuştur. Bu insanlar küresel politikanın kontrolünü ele geçirmedikleri sürece bu mutasyonu gerçekleştiremeyeceklerinin farkındalardı. Amaçları ise bir iktidar şeklini herhangi bir diğeriyle değiştirmek değil tüm iktidarı karşı bir iktidarla değiştirmekti. Dolayısıyla, mutasyonun ön koşulu olarak dünya insanlarının iradesine cevap veren ve Rıza Çağı’nı (Age of Consent) başlatacak olan bir düzen temenni ediyorlardı.Monbiot, “Kötünün İyisi Bir Sistem” adlı ikinci bölümde demokrasinin anarşizm ve Marksizm göre artılarını açıklayarak devam ediyor. Bu noktada yazarın eleştiri yönelttiği ilk yönetim şekli komünizmdir: Öncelikle Monbiot’un komünizme getirdiği en önemli eleştiri Marx ve Engels’in ‘Komünist Manifestosu’nun insanların
karmaşık sosyal ve politik ilişkilerini basit bir formüle indirgemiş olmasıdır. İnsanları kapital sahibi ve proletarya olarak iki ayrı grupta sınıflandıran bu düşünce sistemi, kapital sahiplerini ezici bir üstünlükle pasivize etmeyi amaçlamıştır. Yasa koyucular, yani proletarya taraftarları ise, sınırsız bir güce sahip olurken hükümetler insan hayatı üzerinde emsalsiz bir iktidar haline gelmiştir. Monbiot’un komünizm hakkındaki bu yorumları açıkça gösteriyor ki komünizm insan doğasının çeşitliliğini, özgürlüğünü ve seçimini sınırlı ve önceden kararlaştırılmış bir prototipe indirgemeye programlıdır. Halbuki Monbiot’a göre, yeni mutasyon ile hiçbir olgunun nihai bir senteze varmadığı bir değişim süreci idealize edilmektedir.Komünizmin bu zayıf noktasını açıkladıktan sonra kitap anarşizmin eksik yanlarına da açıklık getiriyor. Monbiot tarafından anarşizmin insan özgürlüğünü her şeyin üstünde tutması neredeyse gerçeküstü bir mükemmeliyet olarak ifade edilse de devletsizliğin hangi sorunlara yol açtığı da yazar tarafından incelenmiştir. Monbiot savını iki örnekle güçlendiriyor: SSCB çöktüğünde asayiş kimse tarafından kontrol edilemeyen bir grup asiye ve mafya örgütlerine kalmış, bu gruplar da yerel halkı yağmalamaktan geri kalmamıştı. Şiddet ve kontrolsüzlük bir veba gibi yayılmış ve bundan en çok masum insanlar nasibini almıştı. Bu noktada Monbiot incelendiğinde siyasi duruşundan beklenmeyecek bir önerme ile; devlet tarafından her ne kadar şiddet kullanılıyor olsa da bunun belli kurallara göre yapıldığını ve en önemlisi şiddetin keyfi kullanımının engellendiği iddia ediyor. Yazara göre, tam demokratikleşme sürecinden geçmiş devletler, asayiş birimlerinin aşırı güç kullanımı engelleyebilirler ve şiddeti sınırlandırabilirler; tıpkı İngiltere’de devletin vatandaşlarına başka bir “Kanlı Pazar”ın yaşanmayacağını temin etmesi gibi.Bu iki yönetim biçimini karşılaştıran Monbiot, sentezin demokraside yattığının altını çiziyor. Eksikleri olsa da demokrasi kötünün iyisi bir sistem olarak düşünülüyor çünkü her ne kadar hükümetler çoğunluğun oyuyla iş başına gelseler de her zaman onları protesto edecek bir azınlık olacaktır. Demokrasi, anarşizmin tersine devletsizliğin sonucu olarak ortaya çıkan korku ve tehdit duygusunu da ortadan kaldırabilir ve komünizmin tersine muhalefet hakkını savunabilir. Kısacası, demokrasi daha fazla ‘rızaya’ dayalıdır.Monbiot, kitabın üçüncü bölümünde küresel ve uluslararası gücü, ulusal ve yerel bir düzleme karşı savunmaktadır. Bu bölümde yazarın ilk referans noktası Colin Hines tarafından kuramsallaştırılan yerelleştirme (localization) nosyonudur. Hines, günümüz küresel dünyasında zenginin daha da zenginleşirken fakirin giderek yoksullaştığı; bunun da çözümünün devletlerin yerel ekonomilerini korumak adına ithalatı yasaklamaktan geçtiği görüşündedir. Esasen Hines akılcı bir görüş sunuyor gibi olsa da Monbiot, şu karşı tezi geliştirmiştir: Ticareti ya da ithalatı engellemek hiçbir şeyin çözümü değildir; sonuçta ithalatın yasaklanması bu sektörde çalışan birçok işçiyi işinden edecektir. Ancak, dünya çapında stressiz bir iş için grev yapılırsa sektör ciddi bir zarar görebilir. Bu örnekle Monbiot yerel çapta eylemlerin amaca hizmet edemeyeceğini açıklayarak küresel bir hareketin neden şart olduğuna da ışık tutuyor.“Biz Halklar” isimli dördüncü bölümde temelde mevcut dünya düzeninin eksiklikleri ve yanlışları, bazı uluslararası kuruluşlara göndermeler yapılarak ve istatistikler kullanarak incelenmiştir. Birleşmiş Milletler’in (BM) amacı ve işleyişi hakkında yorumlarla bu bölüme devam edilmektedir. Birleşmiş Milletler 1941 yılında ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ve Çin tarafından 3. Dünya Savaşını engellemek amacıyla kurulsa da geçen süre zarfında ülkeler edindikleri küresel güçlerinin azalmasına razı göstermeye başlamıştır. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi her ne kadar demokratik bir yapı olarak lanse edilse de kararları veto etme hakkının her zaman ve her koşulda 5 daimi üyede olduğunun altı çizilmektedir (BM Anayasası 108 ve 109. maddeler). Dolayısıyla isminde ‘güvenlik’ ifadesi geçen bu yapı aslında zorba bir yapıdır. Monbiot başka bir çarpıcı yorumunda ise; tüm dünya vatandaşlarının BM’de eşit olarak temsil edilmesi söz konusu olsa bile, BM bünyesinde demokrasinin mümkün olamayacağı sonucuna varıyor. Çünkü 5 daimi üyenin, tüzüğe göre BM anayasasında dahi söz sahibi oluşu, Birleşmiş Milletler’in yapı itibariyle demokrasiye uygun olmadığını kanıtlıyor. Monbiot bu örneklere dayanarak çözümün, BM’nin yerine kurulacak yeni bir ‘Dünya Parlamentosu’nda yattığını savunuyor. Küresel ve uluslararası güçlerden hesap sorabilen, geniş bir görüşler yelpazesini temsil edecek kadar büyük; ama etkili kararlar alabilecek kadar küçük (10 milyon kişilik bölgeden 600 temsilci), üyelerinin temsil ettiği ülke politikalarından ayrı, özgür kararlar alabildiği, hiçbir devletin veto hakkının olmadığı ve yoksul bir ülkede kurulan, böylece kurulduğu topraklara yatırım da sağlayabilecek bir parlamento.Yazara göre, parlamento olabildiğince çok dilde broşür yayınlayarak ve internet siteleri kurarak, halkın rızasının alındığına emin olmak için müzakereler düzenleyerek ve bir komisyon tarafından tarafsız raporlar sunup ortak kararlar alarak tam demokratikleşme sürecine dahil olabilir ve tam verimle çalışabilir. Öyle ki, parlamento ilerici ve insanlık yararına kararlar almakta gecikmeyecektir. Bu noktada parlamentonun alacağı kararlar, Monbiot gibi politik ve çevreci bir eylemci olan Meyer’in “Kısma ve Yakınlaşma modeli” ile örnekleniyor:[…]Bu model öncelikle insanların, bir yılda gezegeni kızartmadan ne kadar karbondioksit ve diğer sera gazlarını üretebileceği belirliyor. Ardından bu toplam, dünyanın tüm insanları arasında bölünüyor ve her ülkeye nüfusunu temel alarak gaz üretimi için bir kota ayrılıyor. Model, iklim değiştirici gazların hem toplam dünya üretiminde hem de kotalarını aşan ülkelerdeki aşırı üretimde bir kısma (azalma) öngörüyor[…] (s.89)Parlamentonun hangi çizgide yol alacağı ana hatlarıyla belirtilse de Monbiot okuyucudan mükemmellik için uğraşmamalarını istiyor; keza ona göre demokrasi düzensizdir ve toparlamaya çalışmak ise tutsaklığı getirecektir. “Bir Şeyler Kırılıyor” adlı 5.bölümünde Monbiot uluslararası kuruluşları analiz ederken ticaret dengesindeki bozukluk ve ticaret yapma koşulları hakkındaki önerilerini de okuyucuyla paylaşıyor. Yazara göre, bir ülke ne kadar çok borca girer ve ne kadar çok faiz ödemek zorunda kalırsa, ekonomisini kurtarmak ve ihracatını artırmak için yatırım yapacak o kadar az parası olur. Bu devletlere IMF ya da Dünya Bankası tarafından gelecek yardım ise Monbiot’a göre başarısız kalacaktır. Çünkü, BM Güvenlik Konseyi gibi IMF de ticaret savaşının galiplerinden oluşmaktadır. Ticaret konusunu ele alırken yazar, dünyaca ünlü ekonomist Joseph Stiglitz’in Küreselleşme ve Sıkıntıları adlı kitabına da birçok referansta bulunuyor. Stiglitz’ e göre, IMF, zengin bankalara ve güçlü finans spekülatörlerine yardım etmek amacıyla kurulmuştur. Zayıf ülke liderleri, IMF’nin hem kendi kredi fonlarını kesip hem de özel bankalara aynı şeyi yaptırmaları olasılığından IMF’nin ‘köleleştirme’ politikalarına boyun eğmemektedirler. Fakat Stiglitz çarpıcı bir gözleminde ise şu noktaya parmak basmaktadır: Tayland ve Endonezya gibi ülkeler IMF’nin dayattığı politikaları reddederek ve söylenen şeylerin tam tersini yaparak zenginleşmeye başlamışlardır. Bu örnek, hem IMF politikalarının işe yaramadığını göstermekte hem de Stiglitz’in şu savını doğrulamaktadır:Dolayısıyla IMF yatırımcıları ‘peculation’ (zimmete para geçirme) denen eski öğretiyi alıyorlar ve başına bir ‘s’ ekleyip ‘speculation’ (spekülasyon) yaparak saygınlaştırıyorlar. ( s. 125)Monbiot, IMF hakkında yorumlarını cesurca dile getiren Stiglitz’in kaldığı yerden, Stiglitz’in eski iş vereni olması dolayısıyla negatif yorumlardan kaçındığı Dünya Bankası hakkında incelemelerine devam ediyor. Yazara göre, Dünya Bankası’nın asıl amacı savaş sonrası yıkıma uğrayan ekonomileri düzeltmek için uzun vadeli kredi olanakları sunmak olsa da yetki alanının genişlemesi, Dünya Bankası’nın bir baskı organı haline gelmesine neden oldu. Şüphesiz ki G8 ülkeleri ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya’nın Dünya Bankası içindeki oyların %48’ine ait olması ve tek başına ABD’nin %17’lik bir oy oranına sahip olması, Dünya Bankası başkanlığına, tüzüğüne göre, sadece bir Amerikan vatandaşının atanma zorunluluğu ve belki de en masum gibi görünen Dünya Bankası tüzüğünün ‘döviz kuru rezervlerinin dolar olarak hesaplanması’ maddesi ve ABD’nin her ödemeden %3 komisyon alması, Monbiot tarafından Dünya Bankası’nın saygınlığına ve adaletine gölge düşüren maddelerden sadece bir kaçı olarak sıralanıyor.Yazar, Dünya Bankası’nın tarihçesine bakıldığında yanlışın nereden kaynaklandığının görülebileceğini düşünüyor. 1944 yılında ABD heyetinden White ve İngiltere heyetinden (borçlar dengesi sorunundan muzdarip) Keynes tarafından ilk toplantılar gerçekleştirilirken Keynes dahiyane bir fikir öne sürmüştür: alacaklı ülkelerin fazla paralarını borçlu ülkelerin ekonomilerine harcamaya ikna etmek. Bu anlamda Uluslararası Kliring Birliği adında bir banka kurulmasını ve bankanın ‘bankor’ adını verdiği kendi para birimlerini kullanmasını talep etmiştir. Ulusal para birimleriyle takas edilen ‘bankor’ ülkenin ticaret açığını ya da fazlasını örtmek için kullanılacaktı. Her ülkenin son 5 yıldaki ticaretinin ortalama değerinin yarısına eş değer kredi çekme hakkı olacaktı. Limitin yarısından fazlasını kullanan ülke para değerinin %5’e kadar düşürmek zorunda kalacağından aşırı borçlanma önlenecekti. Çektiği kredi limitlerde olan ve ticaret fazlası olan ülkelerin hesabına ise %10 faiz uygulanacaktı. Böylece para birimi arttığından ihracat daha az çekici olacaktı. Kısacası, bu ilginç sistem ile açık veren ülkelerin para birimi azalıp ihracatı canlandırılırken fazlası olan ülkelerde para birimi arttığından ticaret dengelenecekti.Fakat ABD heyeti bunu reddetmiştir ve yazarın savına göre “ne kadar çok para koyarsan o kadar çok oyun olur” politikasını desteklemiştir. Keynes sonuna kadar karşı çıksa da anlaşma imzalanmış ve ticaret fazlası ülkelerin gönüllü olarak açık vermesini ön gören bu sistem kabul edilmemiştir.Monbiot’a göre, ‘Köleleştirme’ politikası güden Dünya Bankası bu gibi tasarıları reddettiği sürece yoksul halklara tek bir çare kalıyor. Tıpkı IMF ve Dünya Bankası’nın yoksul ülkelere borçlarını ödemezlerse ekonomilerini çökertme tehdidinde bulunduğu gibi, yoksul ülkeler de her ne kadar kesin bir ekonomik kriz yaşayacak olsalar da borçlarını ödememe tehdidinde bulunabilir ve hem IMF ve Dünya Bankası’na bir ekonomik çöküntü yaşatabilir hem de bir şeylerin kırılmasına katkıda bulunabilirler.“Dengeleme” adını taşıyan 6. bölümde ise okuyucu, ticaret dengesi hakkında daha detaylı örnekler ve analizler buluyor. Yazara göre, her şeyden önce dünya eğer özenle kullanılır ve adil bir şekilde dağıtılırsa, insanoğlu ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar kaynaklara sahip olabilir. Fakat yazar bunun sürekliliğinin ancak zenginin fakiri sömürmesini engelleyen kurallarla gerçekleşebileceğini vurguluyor.Monbiot’un görüşüne göre, dünyanın en güçlü ve zengin hükümetleri uluslararası ticaret ilişkisini “serbest” ekonomi olarak adlandırıyorlar; fakat serbest ekonomi sadece zenginin ticaret yapmasına olanak tanırken fakiri sınırlandırıyor. Örnek verilecek olursa; Monbiot yaptığı araştırmalar sonucunda, 2002 yılında, ABD’nin sadece 25 bin pamuk işçisine 3.9 milyar dolar verdiğini ve bunun dünya fiyatlarında %26 düşüşe neden olduğunu iddia ediyor. Yani ‘süper güç’ Amerika’nın tek bir ticari kararının, yoksul dünyada on milyonlarca insanın geçim kaynağını yok ettiğini savunuyor (s.160). Bu analizinde bir ironi de ortaya çıkarılıyor Monbiot tarafından. Serbest ekonominin hamisi olarak gösterilen İngiltere, devletçilik ilkesini sıkıca benimseyerek, işlenmiş ithal ürünlere ambargo ya da yüksek vergiler koyarak ve yerel ürünleri teşvik ederek savaş sonrası ekonomisini güçlendirmiştir, yani yerel hammaddeler korunarak yerelleşme savunulmuştur. Bu görüşe ek olarak yazar, yerli üretimin desteklenmesi gerektiğini, fakat eğer yerli üretimi sağlayacak malzemeler ya da parçalar yoksa ülkenin daha çok hammadde ihracatı yapmak zorunda kalacağını savunuyor. Dolayısıyla aynı miktar kazanç için daha fazla emek ve zaman harcamış olacaktır.Bunun yerine, yazar, Adil Ticaret Örgütü kurulmasını talep etmektedir. Yazara göre, Adil Ticaret Örgütü bir ruhsatlandırma kurumu gibidir. Bu kurum denetlemeler yapıp, belirli standartları geçmiş şirketlere ticaret verme izni verebilir. Bu yüzden zorunlu, küresel bir yönetmelikler bütünü oluşturulmalıdır. Örneğin, şirketler sosyal ve çevresel tahribatlarının sonucu bir bedel ödemeye zorunlu kılınmalıdır.Sosyal platformda adil ve demokratik bir parlamento ve meclis kuran Monbiot, ticaret bağlamında da adaleti sağladıktan sonra bütün bu zincirleme reaksiyonun fitilinin nasıl ateşleneceğinin ipucunu da son bölüm olan “İktidar Olasılığı”nda açıklıyor. Yorumlarını okuduktan sonra okuyucularının bir şeylerin yapılması gerektiğinin farkına varacağını tahmin ettiğini belirten Monbiot, harekete geçilmediği ve bir çıkış yolu hayal edilmediği sürece kanımızı uyuşturan diye bahsettiği tembellikten sıyrılamayacağımızı düşünüyor. Bu kitabın çok kapsamlıolmadığının altını çizerken başka insanların bu önerileri daha da iyiye götürüp, geliştirip bu yeni mutasyon için kullanmaları çağrısında bulunuyor. Sonuç olarak, bütün bu analizlerden öte Monbiot’un değişimi, kendi deyimiyle, “belirsiz bir ‘onlara’ değil belirli bir ‘size’ bağlı” kalıyor.Kitaba eleştirel bir gözle baktığımızda, dikkati çeken ilk nokta, Monbiot’un bazı fikirlerinin çelişki yaratıyor olmasıdır. Örneğin; anarşizm ve demokrasinin, şiddet kullanımı açısından farklarını karşılaştırırken, Monbiot, devletin her koşulda keyfi ve nedensiz şiddet kullanımını engelleyeceğini savunmaktadır. Son yıllarda yaşanan olaylar gösteriyor ki, devlet kaynaklı terörizm (state terrorism) giderek artmakta ve şiddet, kasıtlı bir devlet politikası haline gelmektedir. Örneğin; İslam fobisi ya da anti-Amerikanizm gibi anlayışlar adeta bir grup üzerinde şiddeti teşvik etmekte ve düşmanca duyguları körüklemektedir. Demokratik olduğunu iddia eden bazı devletler, çıkarları yüzünden başka bir devletin masum insanlarını öldüren terör örgütlerine maddi yardım yapmaktan kaçınmazken, bazı devletler ise belirli bir grubun dini ve milli figürleri hakkında sözde demokratik yayınların yapılmasına izin vererek hem dolaylı yoldan belirli bir grubu şiddete kullanmaya teşvik etmekte hem de diğer grubun doğruyu yansıtmayan haberlere inanmasını sağlayarak kültürler arası barışı yıkmaktadır. Bu iki örnekte de yönetim biçimi anarşi değilken, demokrasi tanımına uygun bir karşılık bulamamaktadır ve “şiddetin keyfi kullanımı ve öfke duygusunun yaratılıyor olması” şüphesiz ki Monbiot’un savının sadece teoride kaldığını da göstermektedir.Fakat bunun gibi birkaç çelişkinin kitabın inandırıcılığını ve objektifliğini zedelediği söylenemez. Keza, Monbiot’un araştırmacı gazeteci kişiliğinin de kitapta açıkça görülebileceği de altı çizilmesi gereken başka bir ayrıntıdır. Verdiği detaylı istatistikler, tezinin inandırıcılığını artırırken, genel olarak başka ekonomistlere verdiği referanslar ve sayısal örneklerin ekoloji ile ilgili oluşu ise okuyucunun dikkatini daha çok çekmekte ve teorilerin pratiğe dökülmesi açısından gerçekçi kanıtlar teşkil etmektedir.Sonuç olarak, Monbiot kitabında ticaret, politika ve çevre konularını ‘yeni bir mutasyon’ deklarasyonu olarak incelemekte ve okuyucuya cesur yorumları, çevre bilinci ve farklı bakış açısıyla her zaman karşılaşamadıkları bir önermeler paketi sunmaktadır.Mayıs 2007, JTW Türkçe

*


George Monbiot seeks to uncover what many have suspected but few have been able to prove: that big business is taking over Britain. "Captive State" documents the end of representative government in Britain. The traditional business of government - economic and development planning, law and order, protection of the workforce, consumer and environment - is rapidly being twisted out of its hands. The state is no longer the initiator of policy but an increasingly helpless bystander. Quietly, the state, the police, academia and the nominally independent media are falling into the hands of private business. And as institutional corruption strikes at the heart of public life, in a contrast between the desires of big business and the needs of the electorate, the electorate loses out every time.


*

GEORGE MONBIOT
Yeni Şovenizm

Uyruğumdan utanmıyorum, ama bu ülkeyi neden bir başka ülkeden daha çok sevmem gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yok. Kendi ülkelerimizi ilk sıraya koymaktan vazgeçtiğimizde, dünya daha mutlu ve güvenli bir yer haline gelecek.
Bombalamalardan ulusal bir görüş birliği doğdu: Britanya'da bize gereken şey yeni bir yurtseverlikmiş. Sağ kanat gazeteler, eski hizmetçilerle sıcak biralar hakkında her zamanki gürültüleri çıkarıp duruyorlar; ama son on gün içinde, bunlara the Guardian'dan Jonathan Freedland, the New Statesman'dan Tristram Hunt, the New Statesman'ın kendisi ve ağzını terörizm ve ulusal kimlik üzerine açan hemen herkes katıldı.
Bu görüş birliğinden cesaret bulan the Sun, şimdi, bu ülkeye sadık olmayan herkesin ülkeyi terk etmesi gerektiğinde ısrar ediyor. (1) İşler böyle giderse, benim de sınır dışı edilmem uzun sürmez.
Öne sürülen şey şöyle: Yurtsever insanlar birbirlerini tahrik etmez. Yurttaşlık kodları ve Britanya'nın faziletlerine genel bir inanç olursa, yurtiçi terörizmin gerçekleşme ihtimali düşük olur. Jonathan Freedland'in söyleyişiyle, "sadakatin sürekli olarak aşılandığı" ABD, "kendi topraklarında boy atmış bir İslami terörizmle hiç sürtüşmüş değil." (2)
Bu doğru olabilir (ABD'de Müslüman olmayan bir sürü saldırı olmasına karşın). Ama yurtseverlik, yurttaşların birbirlerine saldırmaya meylini azaltırken, devletin diğer devletlere saldırma meylini artırıyor; çünkü devlet halkının desteğine daha çok komuta edebileceğini biliyor. Eğer yurtseverlik ABD'de bunca güçlü bir kuvvet olmasaydı, Bush Irak'ı işgal edebilir miydi?
Ulusal bağlılığın insanların çektiği acıyı hafiflettiğini öne sürebilmek için, yurtiçi terörizmin, hepsi ulusal çıkar adına gerçekleştirilmiş olan bütün bölgesel ve sömürgeci savaşların, etnik temizlik eylemlerinin ve holokostun acılarından daha az zarar verdiğini iddia edebilmeniz gerekir. Buna inanmak içinse, yalnızca yurtsever olmanız yetmez; şovenist de olmalısınız.
Freedland, Hunt ve the New Statesman'ın önde gelen diğer yazarlarının, elbette bununla ilgisi yok. Hunt, Britanyalılığın "kurumlardan çok değerlere dair" olması gerektiğini öne sürüyor: Britanya'nın "mükemmel bir siyasi liberalizm ve entelektüel araştırma tarihi var; bu da bize dünyanın her tarafından gelen düşüncelere, dinlere ve felsefelere açık bir kamusal alan veriyor." (3) Doğrudur, ama bu değerler yalnızca Britanya'ya özgü değildir; bir de bu değerleri uyandırmak için neden yurtsever olmamız gerektiğini anlamak biraz zor. Britanya'nın korkunç bir emperyalizm ve domuz kafalı bir kafatasçılık tarihi de var; bayrağı salladığınızda bu tarihlerden hangisini övdüğünüzden kimse emin olamaz. Liberalizmi savunmak istiyorsanız, savunun da; sevginizi belli bir ülkenin belli değerlerinin etrafında toplamak niye?
Bu arada, liberal bir yurtseverlik tam olarak neye benzer? Ülkenizin çıkarlarıyla başka birininki çatıştığında, yurtseverlik, tanım itibarıyla, kendi ülkenizinkini seçmenizi ister. Bunun tersine, enternasyonalizm, insanlar için, nerede yaşadıklarına bakmaksızın, en iyi olanı ya da onlara en az zarar verecek olanı seçmek demektir. Enternasyonalizm bize, Kinşasa'da yaşayan birinin Kensington'da yaşayan birinden hiç de değersiz olmadığını ve 101 Kongolu pahasına 100 Britanyalının çıkarını savunan bir politikayı izlemememiz gerektiğini söyler. Yurtseverlik, bir anlamı varsa eğer, bize 100 Britanyalının çıkarını üstün tutmamız gerektiğini söyler. Bunu liberalizmle nasıl bağdaştırırsınız? Bunun ırkçılıktan farkını nasıl açıklarsınız?
İşte bu, her doğru dürüst düşünen kişinin kendi Orwell'iyle kapıştığı noktadır. Koca bilge "yurtseverliğin muhafazakarlıkla bir ilgisinin olmadığını" savunup (4) "İngiltere'nin entelektüellerinin kendi uyruklarından utandıkları belki de tek ülke olmasından" yakınmamış mıydı? (5) Öyle yapmıştı. Ama bunları 2. Dünya Savaşı sırasında yazmıştı. Hitler'le savaşmak gibi bir görevimizin olduğuna -ve böylece bir tarafı tutmamız gerektiğine- kuşku yoktu. Taraflar da ulusal çizgilerle belirlenmişti. Britanya'yı destekleyemiyorduysanız, düşmana yardım ediyordunuz. Ama bugün bizi öldürmeye çalışanlar Britanya yurttaşı. Bizden uyruklarıyla değil, ideolojileriyle ayrılmış durumdalar. Teröristleri harekete geçirenin Irak'ın işgali olmasına varana, Britanya'nın bu işgale katılmasına olanak sağlayan şeyin yurtseverlik olmasına varana kadar, bizi bu pisliğin içine sürükleyen şey yurtseverlik olmuştur.
Çoğu heveslinin bizden göstermemizi istediği bu bağlılık, seçici bir bağlılık. Bir Nazi sempatizanının büyük torunu, birkaç vergi sürgünü ve Amerika vatandaşlığına sahip bir Avustralyalının sahip olduğu sağ kanat basın, kurumlarımızı Avrupa'dan korurken amansız derecede milliyetçi, ama çoğumuzu ABD'ye teslim etmenin peşindeler. Cotswolds'a bayılır, Galler'den nefret eder. Cılız, aristokratik kadınlara, ikinci bir eve bayılır, yontulmamışlardan, çingenelerden, yoksul konutlarından ve karavan parklarından nefret eder.
İki hafta önce, the Telegraph, benimsenmesi halinde yeni bir terörist saldırıyı engelleyeceğini öne sürdüğü, "Britanya kimliğinin 10 temel değerinin" listesini yayımladı. (6) Bunlar bağrımıza basmayı tercih edeceğimiz değerler değildi, ama "kimliğimizin tartışılmaz bileşenleriydi". Bunların arasında, "kraliyetin parlamentodaki egemenliği" ("Lordlar, Avam ve kraliyet bu topraklardaki en üst yetkeyi oluşturur"), "özel mülkiyet", "aile", "tarih" ("Britanyalı çocuklar ... bir dizi muazzam ulusal başarıyı miras alırlar") ve "İngilizce'nin konuşulduğu dünya" ("11 Eylül 2001'deki acımasız saldırılar yabancı bir ülkeye karşı değil, anglodünyaya karşı düzenlenmiştir") yer alıyordu. Bu tartışılmaz talepler teröristlerinkinden o kadar da farklı değil. Ebedi bir halife yerine ebedi bir monarşi. İslami bir tarih görüşü yerine Eton usulü bir tarih görüşü. Ümmet yerine, anglodünya.
Beni bu ülkeden nefret ettirecek bir şey varsa, o da the Telgraph'la "tartışılmaz bileşenleri". Beni Amerika'dan nefret ettirecek bir şey varsa, o da Cumhuriyetçi Parti kongresi sırasında, Zell Miller'ın kendilerini "bu deniz komandosunu Amerikan birliklerine kurtarıcı yerine işgalci diyen birinden daha fazla kimse çıldırtamaz" (7) diye bilgilendirdiği kalabalığın ayağa kalkıp "ABD, ABD" diye bağırması. Her zamanki gibi, bizden teröristlerin işini yapmamız bekleniyor; bu ülkeyi onların adına çirkinleştirmemiz.
Ben Britanya'dan nefret etmiyorum, uyruğumdan da utanmıyorum, ama bu ülkeyi neden bir başka ülkeden daha çok sevmem gerektiğine dair en ufak bir fikrim yok. Bu ülkenin sevdiğim yanları da, sevmediğim yanları da var; aynı şey gittiğim her yer için de geçerli. Yurtsever olmak, kendinize yalan söylemektir; kendinize, yurtdışında ne görürseniz görün, bunun karşısında kendi ülkenizin diğerlerinden daha iyi olduğunu söylemektir. Bunu gözlerinizin sunduğu kanıtla da, insanlığın eşitliğine olan inançla da bağdaştırmak mümkün değil. Orwell'in 1940'ta talep ettiği yurtseverlik, ancak diğerlerinin yurtseverliğiyle karşı karşıya gelindiği zaman gereklidir: Britanyalıların safları sıklaştırmasını gerektiren 2. Dünya Savaşı, eğer Hitler Almanların ulusal bağlılıklarını sömürmeseydi gerçekleşmeyebilirdi. Kendi ülkelerimizi ilk sıraya koymaktan vazgeçtiğimizde, dünya daha mutlu ve güvenli bir yer haline gelecek.
* George Monbiot'nun the Guardian'da 9 Ağustos'ta yayınlanan yazısını Tolga Korkut Türkçeleştirdi.
1. Eg Richard Littlejohn, 26th July 2005. Patriotism. The Sun.
2. Jonathan Freedland, 3rd August 2005. The Identity Vacuum. The Guardian.
3. Tristram Hunt, 1st August 2005. Why Britain is Great. The New Statesman.
4. Orwell bu ifadeyi hem My Country Left or Right (1940) hem de The Lion and the Unicorn'da (1940) kullandı. İkisi de şu kitapta yer alıyor: George Orwell, 1968. Essays. Penguin, London.
5. George Orwell, 1940. The Lion and the Unicorn. age.
6. Leader, 27th July 2005. Ten core values of the British identity. The Telegraph.
7. Miller'ın konuşmasının tam metnini şu adreste bulabilirsiniz:
http://www.cnn.com/2004/ALLPOLITICS/09/01/gop.miller.transcript
kaynak:www.bianet.org
*



George Monbiot
İnsanlığın Duyarsızlaşmasıyla Medeniyet Sona Eriyor
Tarih: 1 Kasım 2007

Kaynak: Açık Radyo

Yazan: George Monbiot

Çeviren: Nuray Soysal

Birkaç hafta önce, çevre hakkında yazılmış en önemli kitap olduğunua düşündüğüm bir kitap okudum. Sessiz Bahar, Küçük Güzeldir hatta Walden da değil. Kitapta, grafikler, tablolar, rakamlar, öngörüler, kanıtlar yoktu. Ya da onu diğer çevre yazınının çoğundan farklı kılacak iç karartıcı bir cümle bile içermiyordu. Bu bir roman, bir yıl önce yayımlanmış ve dünyaya bakışınızı değiştirecek. Cormac McCarthy'nin kitabı The Road (Yol), dünya biyosferini kaybederse ve yeryüzünde tek canlı olarak, ölü ormanlarda ve külün içinde yiyecek için avlanan insan ırkı kalırsa neler olabileceğinden bahsediyor. Olay başlamadan birkaç yıl önce, kitabın kahramanı, üzerinden uçan son kuşların sesini duyuyor: “yarı sağırlaşmış biçimde kilometrelerce yüksekte dönüp duruşları, bir kasenin kenarında gezen böceklerinki kadar anlamsız” McCarthy bunun olabileceğini yazmıyor, ama olursa sonuçlarının neler olabileceği hakkında fikir veriyor. Önceden var olan tüm sosyal kodlar yok oluyor ve yerini önce organize katliamlar, ardından da kaotik ve kör bir korku alıyor. Geride kalanlar başka ne yapıyor? Tek kaynak insan… McCarthy, insanlık zamanında, nükleer kış nedeniyle bile yeryüzünde bunun olabileceğini düşünmenin zor olduğunu söylüyor. Ancak bu düşünce egzersizi, teknolojik kibrimizin bizi nasıl kör ettiğini korkunç bir şekilde gösteriyor: biyolojik üretime bağımlılığımızın bâki kalışı. Medeniyet, sadece biyosferin tenindeki bir kızarıklık gibi, çevresel değişimin, bir giysinin kolununki gibi, tahriş edici etkisine karşı dirençli değil. Yol’u bitirdikten altı hafta sonra bile etkisinden kurtulamadım. Birleşmiş Milletler’in gezegenin durumu üzerine son raporunu okuduğumda, zihnim haftalarca bazı rakamlara takıldı. Bazı önemli noktalar - hemen her yerde benzin artık kurşunsuz ve sülfür emisyonları zengin ülkelerin çoğunda kısıldı- ve bir dolu can sıkıcı konu var. Ama beni özellikle durduran üretim meselesi oldu. Tahıl üretimi son 20 yılda arttı (1980’lerdeki hektar başına 1,8 tondan bugün 2,5 tona yükseldi), ama yine de nüfus artışıyla aynı oranda değil. “Dünyada kişi başına düşen tahıl üretimi 1980’lerde en üst düzeye ulaştı, o dönemden bu yana da düşüyor.” 2050 yılında dünyada kabaca 9 milyar insan olacak: Onları beslemek ve açlık konusunda milenyumun gelişme hedeflerini tutturmak için dünya yiyecek üretimini iki katına çıkarmak gerekiyor. Atıkları azaltmayıp, aşırı yemekten, biyoyakıtlardan ve et tüketiminden vazgeçmediğimiz sürece, tahıla olan ihtiyacımız bugünkünün üç katına çıkacak. Burada iki sınırlayıcı unsur var. Biri, raporda öylesine söz edilen fosfat meselesi: Gelecekte, rezervlerin nerede olabileceği çok açık değil. Daha acil sorun ise su. “Milenyumun açlığa karşı hedeflerini tutturmak için tahıl üretiminde, 2050 yılında, bugünkünden iki katı fazla su kullanılması gerekiyor.” Nereden gelecek bu su? “Su kıtlığı birçok bölgede şiddetli hale geldi ve tarım yeraltı sularından, akarsulardan gelen sudan aslan payını alıyor.” Dünyanın büyük nehirlerinin yüzde 10’u artık yıl boyunca denize ulaşamıyor. 148. sayfada şu açıklamayı buldum: “Bugünkü eğilimler devam ederse, 1,8 milyar kişi 2025 yılında kurak bölgelerde ve ülkelerde yaşıyor olacak ve dünya nüfusunun üçte ikisi su sıkıntısıyla karşı karşıya kalacak.” Aşırı tüketim ve ormansızlaştırma sebeplerden biri, ama kuraklığın en önemli nedeni iklim değişikliği. Su ihtiyacının çok fazla olduğu yerlerde yağmurlar azalacak. O halde, en azından, karbon emisyonlarında nasıl bir azalma sağlayacağız? Dünyayı besleyebilecek miyiz? Birçok ülkede bu yetersizlik yüzünden çıkacak sosyal kargaşalardan nasıl korunacağız? Göle bir taş düşüyor, ama birkaç saniye sonra herşey yine süt liman. Sayfayı çeviriyor ve hayatınıza devam ediyorsunuz. Geçtiğimiz hafta küresel ısınmanın yeryüzündeki canlıların yarısını yok edebileceğini öğrendik. 25 canlı türü yok olma sınırında; karbon emen biyolojik unsurlar, öngörülenden on yıl daha önce karbon salmaya başladı. Ama yine de herkes bir başkasının harekete geçmesini bekliyor ve seyrediyor. Konuşulmayan evrensel düşünce şu: “Eğer gerçekten çok ciddi bir durum olsaydı, birileri bir şey yapmaz mıydı?” Cumartesi günü, BM raporundan biraz nefes alayım diye (kim demiş çevreciler eğlenmeyi bilmez diye?) Birmingham’daki yol protestocuların toplantısına gittim. Ülkenin her yerinden gelmişlerdi ve 18 yeni şema ortaya çıkarmışlardı. İngiliz hükümetinin planladığı yeni yol projelerinin bir kısmı. Çevre Bakanı Hilary Benn’in dün açıkladığı iklim değişikliğiyle mücadele planı memnuniyetle karşılanmıştı. Ama hükümet, havacılık, inşaat, kömür madenleri, petrol araması, ulaştırma gibi büyük sektörlerde emisyonları artıracak politikaları desteklemeye devam ediyor. Peki, o zaman planlanan yüzde 60 kısıntı nasıl sağlanacak? Kimse bilmiyor, ama muhtemel cevap planın önemli maddelerinden birinde gizli: karbon ticareti. Hükümet, Britanya’da yüzde 60 kısıntıya gidemezse, bunu bizim yerimize yapan ülkelere ödemede bulunacak. Ama ticaret, ancak küresel kısıtlamada tutturulması planlanan hedefler küçükse işe yarar. Küresel ısınmadan korunmak için, dünyadaki emisyonlardan büyük bir miktar kısıtlamalıyız. Britanya’nın karbon ticareti yapacağı ülkelerin çoğu da kendi büyük kısıntılarını yapacak sonra da artanı bize satacaklar. Çok geçmeden karbon kredimizi Mars veya Jüpiter’den satın almak zorunda kalacağız. İklim değişikliğinden korunmanın tek yolu, şimdi ve burada karbon emisyonlarını azaltmaktır. Peki, harekete geçmek için bizi kim ikna edecek? Muhalefet partilerinin politikaları ne kadar güçlü görünse de onları harekete geçirecek seçmenler arkalarında olmadıkça devam edemezler. Medya bizi harekete geçiremez. BBC, tarafsızlığını bozmama korkusuyla ‘Planet Relief’i (Gezegeni Kurtarmak) yayından kaldırıyor –Allah korusun, toplu yok oluşa karşı çıkabilir-, ama her hafta akışına koyduğu yarışma ile, Black and White Minstrel Show’unkine* benzeyen bir ilgiyle karşılanan programı–Top Gear’ı- yayınlamaya devam ediyor. Haftalık program, daha fazla seyahat etmeye, daha hızlı araba kullanmaya, daha büyük evler inşa etmeye, daha fazla satın almaya yönlendiren programlarla tıka basa dolu; hiç biri kuralları bozmuyor, yani gerçekten iş dünyasının çıkarına dokunmayan, üst sınıfın duyarlılıklarını pohpohlayan programlar. Medya, korku ve reklamla yönetilirken, umutsuzca tüketim ekonomisinin yanında ve biyosferin karşısında yer alıyor. Bana öyle geliyor ki, bizden sonraki insanları ‘Yol’dan aşağı itiyoruz. McCarthy, biyosfer gittikçe büzülürken, kitabın kahramanının temel inançlarındaki çöküşü tanımlıyor. Öyle hissediyorum ki, bu her an olabilir: Çıkarlarının zora girmesi ve duyarsızlaşma zengin dünyanın insanları arasında görülüyor . Bu doğruysa, medeniyetin başının dertte olduğuna karar vermek için ormanların yanmasını ya da besin kaynaklarının tükenmesini beklememeliyiz.

-------------------------------------------

Hiç yorum yok: