Fikir Yongalama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fikir Yongalama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2009 Perşembe

Akbabanın Bugünleri


Akbabanın Bugünleri



Higgins: Bu basitçe ekonomik bir durum. Bugün petrol tamam. On, on beş yıl sonra yiyecek, Plutonyum. Belki daha önce bile. Sen halkın ne yapacağını düşünüyorsun?
Joe: Onlara sordun mu?
Higgins: Şimdi değil. Sırası geldiğinde. Kaynaklar tükendiğinde. Sor bakalım motorları durduğu zaman. Açlığın ne olduğunu bilmeyenler aç kaldığında sor. Bir şeyi bilmen lazım. Bize onlara sormamızı istemeyecekler. Bize bunları temin edin diyecekler.



Akbabanın üç günü

1975 yapımı, Sydney Pollack’ın yönettiği Akbaba’nın üç günü(three days of the condor) filmini geçenlerde yeniden izledim. Joe Turner(Robert Redford) araştırma uzmanı olarak çalıştığı CIA’ya ait bürodaki herkes bir baskınla öldürülür. Şans eseri kurtulan ve tek başına kalan Turner evine bile gidemez duruma gelir. İronik bir şekilde CIA’nın katilleri peşindedir. Zor kullanarak Kathy (Faye Dunaway) adlı bir genç kadının evine sığınır. Ne olup bittiğini anlamaya çalışır. Bu üç günün hikayesidir film ve otuz küsur yıl sonra dahi hâlâ heyecanla seyredilebilmektedir. Daha da ilginci, filmin konusu inanılmaz günceldir.

Hemen öncesinde de 2007 yılı çıkışlı Son Ültimatom (The Bourne ultimatum) izlemiştim. Serinin yeni bölümünde Jason Bourne, yeni bir gelecek bulabilmek için kendi geçmişindeki izleri yakalamaya devam eder. Gerçek Jason Bourne‘i bulma çabasına devam ederken Moskova‘dan Paris, Londra, Tanca (Fas) ve New York‘a uzanan geniş bir alanda seyahat etmek; sürekli manevralarla her an peşinde olan yüzlerce polisi, federal ajanları ve Interpol ajanlarını safdışı etmek zorunda kalıyordu. Serinin önceki iki filmi olan “The Bourne Identity” (2002) ve “The Bourne Supremacy” (2004) dünya çapında büyük ilgi görmüş, toplam gişe hasılatları yarım milyar doları aşmıştı.


Robert Ludlum’ün okuyucuları bilirler, Bourne’nun ilk kitabı Bourne kimliği başlığıyla 1980’de yayımlandı. Ludlum 2001 yılında öldükten sonra çeşitli yazarlar yarım kalan çalışmalarını tamamlayıp onun adıyla piyasaya çıkardılar. Bunların en ünlüsü filmlerinin çok iyi iş yapması nedeniyle Eric Van Lustbaders’ın yazdığı Bourne dizisi oldu.


Akbabanın üç günü’nde Joe Turner CIA adına sivil bir büroda çalışan bir entelektüeldir. Büro arkadaşlarının neden katledildiğini hemen anlayamaz. Kathy’e durumunu şöyle izah eder.

Joe : Dinle, ben CIA için çalışıyorum. Casus değilim. Ben kitap okurum. Biz dünyada basılmış her şeyi okuruz. Biz bunların konularını bilgisayara işleriz. Bilgisayar bunları kontrol eder ve güncel CIA planları ve operasyonlarına karşı bir şey olup olmadığını saptar. Biz serüvenleri, romanları ve gazeteleri okuruz. Kim böyle bir mesleği icat etmiştir?


Filmde yüksek tempolu gerilimin arasına sıkıştırılmış nefis bir romans mevcuttur. Kathy ve Joe arasındaki konuşmalara kulak verelim biraz.


Kathy: Sen bana şahsi sorular sorabiliyorsun. Bu silah sana bana kaba davranma hakkı veriyor.
Joe: Kabaca. Sana kaba mı davrandım?
Kathy: Evet. Ne yapıyorsun evimde?
Joe: Ben… Ben…
Kathy: Her şeyimi ele geçirdin. Güç kullanarak…
Joe: Tecavüz ettim mi peki?
Kathy: Gece henüz genç.
*
Kathy: Sen… Çeşitli ve çok hoş kalitelere sahipsin.
Joe: Ne gibi kaliteler?
Kathy: İyi bakan gözlerin var. Nazik değil, ama yalan söylemeyen. Onlar çok bakmıyorlar, ama hiçbir şeyi de kaçırmıyorlar. Bu tür gözleri kullanabilirdim.
*
Kathy: Bazen beni sevmeyen fotoğraflar çekerim. Ama onları hoşuma giden şekilde çekerim. Öyle olmalı. Bu fotoğrafları atacağım.
Joe: Bu fotoğraflara bakmak hoşuma gidiyor.
Kathy: Biz birbirimizi iyi tanımıyoruz.
Joe: İyi tanıdığın biri var mı?
Kathy: Seni çok iyi tanımak istediğimi düşünmüyorum. Senin çok yaşayacağını düşünmüyorum.
Joe: Bakarsın seni şaşırtırım.



Joe Turner ve Jason Bourne tip olarak çok farklıdırlar. Joe Turner zekası ve mantığıyla olayı kavramaya çalışırken, belleği yenilenmeye başlayan Bourne ortalığı kırıp dökmeğe başlar. Bourne filmlerinde Akbaba’nın üç günü’nde olan nerd (kamil aydın) atmosferi, romansı ve harika zekice düşünülmüş diyalogları bulmak imkânsızdır. Sevdiği kadın bile intikam duyguları güçlü olsun diye öldürülmek üzere vardır sanki.


Amatör Joe Turner’in içinde bulunduğu hassas durum Joubert (Max von Sydow) adlı kiralık katil tarafından dostça bir uyarı şeklinde şöyle dile getirilir.


Joe: New York’a geri dönmek istiyorum.
Joubert: Orada pek bir geleceğin yok. Şöyle olacak. Yürüyor olacaksın. İlkbaharın ilk güneşli gününde belki. Ve bir araba yanına yaklaşacak ve kapısı açılacak, tanıdığın biri, güvendiğin hatta, arabadan çıkacak. O sana gülümseyecek ve gülümsemeye devam edecek. Sana arabaya binmeni teklif edecek. Ve… (Joe’ya tabancasını geri verir) o gün için.


Joe Turner iyice çaresiz durumdadır. New York Times gazetesine giderek her şeyi anlatmaya karar verdiğini CIA ajanı Higgins’e (Cliff Robertson) açacaktır. Öncesinde şu konuşma cereyan eder.


Higgins: Bu basitçe ekonomik bir durum. Bugün petrol tamam. On, on beş yıl sonra yiyecek, Plutonyum. Belki daha bile önce. Sen halkın ne yapacağını düşünüyorsun?
Joe: Onlara sordun mu?
Higgins: Şimdi değil. Sırası geldiğinde. Kaynaklar tükendiğinde. Sor bakalım motorları durduğu zaman. Açlığın ne olduğunu bilmeyenler aç kaldığında sor. Bir şeyi bilmen lazım. Bize onlara sormamızı istemeyecekler. Bize bunları temin edin diyecekler.
Joe: Siz ne tip bir insansınız yahu? Siz yalan yüzünden foyanızın ortaya çıkmamasını gerçeği anlatmak şeklinde algılıyorsunuz.


Filmin son sahnesinde arka planda gazete binasını görürüz. Kalabalık bir caddedir. Higgins bu son çareye başvuracağını söyleyip ondan ayrılarak kalabalığa karışmak üzere olan Joe Turner’in arkasından şöyle seslenir.

Higgins:Hey, Turner! Onların öykünü basacaklarını nereden biliyorsun? Şimdi yürüyebilirsin. Ama nereye kadar eğer yayınlamazlarsa.
Joe: Yayınlayacaklar.
Higgins: Nereden biliyorsun?



Jason Bourne Kondorun üç günü filmini izleyip ders aldığından olacak kimliğini ve dönen dolapları keşfettikten sonra gazetelere gitmeye kalkışmaz. Kendine Kathy cinsinden biri de bulamayacağını iyi biliyordur sanki. Jason Bourne son filminde Fas’ta evlerin damlarından atlar, zıplar, dövüşür, silah kullanır ve sonunda şahsi zaferini kazanır. Tek kişilik ordudur. Kendi adına hareket eder. Tek başınadır ve bu nedenden öykünün inandırıcılığı sıfırın sağına yapışmış durumdadır. Aksiyon filmi olarak başarılıdır, ama Bourne’u ciddiye almanız mümkün değildir. Özellikle filmde bir çizgi roman kahramanı gibidir.


Birkaç yıl içinde Bourne dizisinin dördüncü kitabı ve filmi de piyasalara arzı endam edebilir. O da kasaları doldurma başarısı kazanabilir, ama öykünün inandırıcılık yanı su aldığı için giderek batan bir sandala benzemeye devam edecektir.


Yeni Joe Turner filmlerini dünya ahalisi sabırsızlıkla bekliyor.

27 Ocak 2009 Salı

They Live - Onları yaşatanlar biziz


They Live - Onları yaşatanlar biziz


Ünlü rejisör John Carpenter, 1988 yılında yaptığı filmin adı They Live. Carpenter, Frank Armitage takma adıyla Ray Nelson’un 1963 yılında yazdığı Sabah saat sekizde (Eight O’Clock in the Morning) adlı öyküden ve 1981 ile 1987 yılları arasında çıkan Alien Encounters (Alien ile karşılaşma) adlı dergiden hareketle yazmış senaryoyu.

Kısmen bilimkurgumsu thriller, kısmen kara komedi olan film tamah, güdümlü tüketim ve günümüzde ekonomik krizlere karşı duyulan korkuyu da yansıtmakta.

1980’lerin Amerikası. Toplumu ve ekonomiyi yöneten elit sınıflar medyayı ekonomik çıkarları için kullanan, aslında dünyalı olmayan kimseler olarak gösteriliyor.

Filmin öyküsü kısaca şöyle: O sıralar ünlü bir güreşçi olan Roddy Piper’in canlandırdığı John Nada Los Angeles’de evsiz barksız ve iş arayan biridir. Bir şahtiyede iş bulur. Oradan tanıdığı arkadaşı sayesinde evsiz ve barksızların barındığı shantytown’da, derme çatma kurulmuş bir gecekondu biriminde kalır. Gece sokağın karşısındaki küçük kilisede bazı garipliklerin yaşandığını farkeder. Sonra gece yarısı polis kiliseyi basar ve gecekonduda oturanları orayı terketmeye zorlar. John çöplerin arasında bulduğu bir karton kutuda yüzlerce güneş gözlüğü bulur. Bu kutu daha önce dikkatini çekmiştir. Birini alır ve diğerlerini saklar. Gözlüğü takınca birden şehrin görüntüsü değişir. Her yerde normal gözlerle görünmeyen, ama beyin tarafından farkedilmeden algılanan kocaman reklam panoları asılıdır. Obey-İtaat et, conform- boyun eğ, watch television and sleep-televizyon izle ve uyu yazılıdır. Bir diğer panoda Karayipler’e gel yazısı bulunmaktadır. Daha yukarıda plajda yatan bir kadın resmi ve Evlen ve üre yazısı göze çarpmaktadır. Bir kumbara resminin altında Bu senin tanrın yazılıdır.

Gözlükle bakılınca bazı insanların yüzleri kurukafa şeklinde olan Uzaylılar (Alien) olduğunu farkeder. Bunlar her yerdedirler. Dünyayı idare eden kesim olmuşlardır kimseye belli etmeden.

John Nada o kilisede gördüğü kimseleri bulur ve uzaylılara karşı (aliens) kurulmuş örgütte yer alır. Katıldığı seminerde uzaylıların dünyadaki karbondioksit ve metan çıkışını mahsus artırmakta olduklarını, bunu dünyayı geldikleri yere benzetmek için yaptıklarını öğrenir. Lensleri Albert Hoffman adlı biri icat etmiştir. Bu kimsenin LSD’nin mucidi olduğundan söz edilmez tabii ki. Lensler sayesinde kara gözlük takmadan kurtulurlar ve rahatlıkla gerçek dünyayı izleyebilirler.

Bu arada cable 54 adlı yerel bir televizyon vericisinden uzaylıları kamufle eden sinyalin verildiğini saptamışlardır. Nada güçlükle çatıya çıkar ve ölmek pahasına çatıdaki anteni imha eder. Son nefesini verirken zaferle uzaylılara fallus işareti yapar.

Işın kesilince Los Angeles sürprizlerle dolu bir yer olur. Barda sohbet eden kibar giyimli birinin, televizyonda haberleri veren spikerin vb. alien olduğu çıkar ortaya. Film seks yapan iki kişiden birinin şoke olmasıyla sona erer.


Carpenter’ın filmindeki politik mesajın yoğunluğu 1980’lerde iyice belirginleşen bir hastalıktan, popüler kültür ve politikanın giderek artan derecede ticarileşmesinden duyulan rahatsızlıktan kaynaklanmaktadır. Carpenter o sıralardaki deneyimini şöyle anlatır: Tekrar televizyon seyretmeye başladım. Ve hemen gördüğümüz her şeyin bize bir şey satmak için dizayn edildiğini farkettim. Bütün istedikleri bizim bir şey satın almamızdı. Tek istedikleri şey paramızı almaktı. Bunlar bir çeşit Alien’dı ve bütün insanlığı hipnotize etmişti.

Bu film yapılalı yirmi yılı geçti. Şu anda içinde bulunduğumuz ekonomik kriz bu alienlerin işi. Kan döken ve dünya çapında barışa izin vermeyenler de onlar. O bahsini ettiğimiz ışın sayesinde foyalarını belli ölçüde gizlemeyi başarıyor ve gerçeği çarpıtıyorlar. Işının acımasız hizmetkârları her yerdeler. Ama Nada’ların sayısı da artmakta.

Bir gün ışın kesildiğinde alienlar maskesiz kalacaklar. Maskeleri besleyen ışının kaynağı biziz. Mini Cable 54’ler hipnozla beynimize iliştirilmiş durumda. Işın onların yenilebilir olduğunu düşündüğümüzde kendiliğinden kesilecek.

Bu kadar basit!

------------------------

21 Ocak 2009 Çarşamba

KORKU ZAMANLARI - Açık Toplum için bir savunma


Hollandalılar En Çok Nelerden Korkuyor?
Açık Toplum için bir savunma

Hollanda bir korkunun pençesinde.

Üniversite profesörü Louise Fresco 2008’in şubatında, İtalya’da uzun bir süre kalıp döndükten sonra, aynı gazetede yayımladığı yazısında Hollanda’nın kolektif bir depresyon yaşadığını, bunun hakkında konuşulmadığı için ülkede durumun asla iyileşmeyeceğinin düşünüldüğünü saptıyor.

Kısacası Hollanda halkı gerçekten korkuyor ya da Hollanda halkı özellikle korkutuluyor? Biz korkutulduğunu düşünüyoruz.

Hollanda ‘İktidara gelince çok kültürlü toplumu tasfiye edeceğiz’ diyen Hans Janmaat’ı yargılayan 1997’lerden bu yana çok değişti.

‘Doğu Batıyı satın alıyor. Çinliler Alman Dresdner bankasının hisse senetlerini aldılar. Yakında SBS6’yı da Çinliler devralacak. Çin firmaları Avrupa’da bir Truva atıdır.’


Elitin eğitimden gelen eksiklikleri yüzünden bugün yetkin, mükemmel bir açık toplum havası yaratmak yerine, bugünün korkan Hollandasının alemeti farikası olan yabancıdan korkan, kindar ve içine kapanık bir atmosfer yaratılmıştır.




Geçen yılın sonunda Het Bange Nederland, Korkan Hollanda adlı bir kitap yayımlandı. Jan Willem Duyvendak, Ewald Engelen ve Ido de Haan adlı üç yazarın kitabı bu ülkede yaşayan herkesi olduğu kadar, özellikle Türkleri, Faslıları ve müslüman göçmenleri ilgilendirmekte. Bu sayımızda sizlere bu kitaptan önemli gördüğümüz pasajlardan alıntı yapacak ve verilmek istenen mesajı ayrıntılı bir şekilde özetleyeceğiz.

Hollanda halkının korkuları üç ana maddede özetlenmekte.
1 – Yabancılar
2 – Kozmopolitlik, yani dünya vatandaşlığı
3 – Kapitalizm

Havalandırma kapakları sımsıkı kapalı başlıklı birinci bölüme biraz kulak verelim.

Hollanda bir korkunun pençesinde. 2005 yılının şubatında, Theo van Gogh cinayeti sonrası Geert Mak o sıralarda çok ünlü olan Gedoemd tot kwetsbaarheid, İnciticiliğe dek lanetlenmiş, adlı yazısında Hollandalıların dünyaya bakışlarında korkunun merkez öğe haline geldiğini saptıyor. Hıristiyan Demokrat partiden Maxime Verhagen o sıralarda NRC Handelsblad gazetesinin birinci sayfasına aynı saptamayı şu şekilde taşıyor:
‘Toplumu endişe ve korku etkisi altına almış durumda. Hollanda günahsız olma özelliğini kaybetti, bir kimlik krizinin içine süreklenmiş durumda. Adeta bir vakümün içinde ve kendine yeni bir yön arıyor. Biz her şeyi yapamayacağımızı, hoşgörünün sınırsız olamayacağını ve çok kültürlülüğün daima mutluluk verici olmadığını idrak ediyoruz. Bireyselliğin, saygısız davranışların, radikalleşmenin ve terörizmin aşırı serbestliğin sonucu olduğunu giderek daha çok farketmekteyiz.’

O zamandan bu yana bu korkular azalmadı. Bakan Ella Vogelaar 2007 yılı sonunda Geert Wilders ve Rita Verdonk’u güvensizlik duygusu yaratmakla suçladı. Amsterdamlı profesör Meindert Fennema NRC Handelsblad gazetesine durumu şöyle izah ediyor: Politik kusursuzluk korku politikasıyla yer değiştirmiş durumda, ama aynı sonucu veriyor. Genele yayılmış istek tartışmaların tonunu düşürmek ve artık müslümanları daha fazla incitecek şeyler söylememek şeklinde.

Üniversite profesörü Louise Fresco 2008’in şubatında, İtalya’da uzun bir süre kalıp döndükten sonra, aynı gazetede yayımladığı yazısında Hollanda’nın kolektif bir depresyon yaşadığını, bunun hakkında konuşulmadığı için ülkede durumun asla iyileşmeyeceğinin düşünüldüğünü saptıyor. ABN-Amro’nun parçalanmasını, Polonyalı işçilerin gelmesi cinsinden her oluşum bu duygunun haklılığının bir kanıtı gibi görülüyor.

Kanaat liderlerinin dışındaki topluluklarda da korku konu edilmekte. Dordrecht’den dahiliyeci Gijs de Jong Trouw gazetesine 2008 martında yolladığı mektupta şunları söylüyor:

Korku kontrol edilemeyen bir duygu. Terörizm ve İslam için korku. Ama bu tamamı değil. Bu korkuyu besleyen daha derin korkular mevcut. İnsanlar çevrelerinin değiştiğini görüyorlar ve otoriteden hiç kimse onları dinlemiyor. İnternet birçok şeyi elde etmemizi sağlıyor, ama dünyayı küçültüp hızlandırıp birçok insanın boyunu aşıyor. Euro hayatı daha pahalı yapmıyacak denmişti. Herkes gelirinin 2.20 kere azaldığını, ama fiyatların böyle olmadığını biliyor. Küreselleşme saadet kaynağımız olacaktı. Bir çok kimse Çin ve Hindistan’dan gelen mamuller yüzünden iş alanlarının kaybolduğunu görüyor. Daha iyi servis verme bir çok firmada telefon servislerine bırakılmış durumda. ABN-Amro saygınlığı olan bir bankadır. Birkaç aysonra satıldı ve sorumluluklarını yerine getirmedi. Biz neden işten kolayca çıkarma hakkını vermiyoruz? Bunu istiyenler hariç, kim çalışanlar işten daha hızla atılırlarsa daha çok iş alanı açılacağını düşünüyor? Kısacası hvatandaş yaşamı üzerindeki kontrolu kaybettiğini ve bunun giderek sadece daha kötü hale geldiğini hissediyor. Kimliğini ve yaşam perspektifini kaybetmekten korkuyor. Bu korku kapının dışında tutulmak zorunda. Bunu sadece gürültü ve bir diğer paratöner (yıldırımsavar) için yapabilirsiniz.

Dordrechtli ilginç dahiliyecinin sayıp döktüğü gibi korku bir çok şeyden kaynaklanabilir. Ama ne olduğunu keşfedebileceğimiz bir şablon mevcuttur. En önemlisi başta Türkler, Faslılar, müslümanlar, fundamentalistler ve terröristler olmak üzere yabancı kültürün başat hale gelmesi korkusudur. İkinci korku kendi içlerinden gelen, kozmopolitlerin beşinci kolu tabir edilen, yani dünya vatandaşları, sol kilise tabir edilen ekibin tabuları, kültürel bocalamalara neden oluyor. Sonuncu olarak ekonomik tehlikeler için duyulan korku geliyor. Yani yabancı yatırımcılar (içlerinde anglosakson ve ülke içinden olanlar da var), küreselleşmeciler, neoliberaller ve pazarfundementalisleri.
Bu tehlikelere karşı tepki olarak Hollandalılar son yıllarda kapılarını sert bir şekilde kapadılar. Göçmenler yasası keskinleştirildi ve istenmeyen yabancılar ülkedışı edildi. İçeride kalmak sadece Hollanda kimliğine ayak uydurmakla mümkündü. Böyle bir kimliğin olup olmadığını soranlar kozmopolit olarak damgalanmaktaydılar. Hollanda’nın uluslararası ekonomi sayesinde nasıl zenginleştiğini bilenler ekonomik izolasyonun en iyi zamanlarını yaşadığını görmekteler. Hollanda birkaç yıl içinde içine kapanarak, kendini kısıtlayarak, birçok şeyden korkan bir ülke olarak değişti.
Bu arada kimin kimden korktuğu, ya da kimlerin kimleri korkuttuğu pek açıkça belirgin değil. Bir şey çok açık;hakkında konuşulan korkular halkın gerçekten hissettiği korkular değil. Sosyal ve Kültürel plan bürosunun 2007 rakamlarına göre 1995’ten bu yana ilk kez o yıl en az sayıda insan kendini güvende hissetmediğini söylemiş. Risk almaktan kaçınan davranışlar örneğin akşamları evde kalmak ya da tehlikeli yerlerde gezinmekten sakınmak giderek azalmaktadır. Terör saldırılarına karşı duyulan korku da giderek azalmakta. Milli Terörle mücadele Koordinatörlüğünün araştırmalarına göre 2007 yılında Hollandalıların sadece yüzde 16’sı terör saldırılarından korkmaktaymış. Bu yüzde 2006 yılında yüzde 29’du.

Ferahlık verici haberlere rağmen korku, tanınmış politikacıların internette, televizyon ve radyoda icra ettikleri politik tartışma programlarında en önde gelen konu olmaya devam ediyor. Bu bize mevcut korkuların önemli bir bölümünün kendinden emin olmama duygusunun harekete geçirdiği duygulardan kaynaklandığını gösteriyor.
Kısacası Hollanda halkı gerçekten korkuyor ya da Hollanda halkı özellikle korkutuluyor? Biz korkutulduğunu düşünüyoruz. Kendine güveni olmayan elit diğer insanları korkutuyor. Bizim Hollanda’daki korku üzerine düşüncemiz budur. Suçlayıcı parmak özellikle bu tür eliti işaret etmektedir:politikacılar, halk temsilcileri ve idareciler. Hollanda ekonomisini yönetenler, medya, bilim ve kültürde önde gelenlerin bir kısmı.

Kitabın Korku İmajları başlıklı bölümüne kısa bir göz atalım.

Yabancılar
Yaratılan görüntüler, yaratılan imajlar masum değildir. Kanaat ve zevk oluşturan elitlerin geçen yıllarda ne yapacağı kestirelemeyen yabancı imajını nasıl inşa ettiklerini gördük. Yabancı bizim tam tersimizdir. O modernite evveldir, bizler modern ya da postmodernizdir. O sakallıdır, biz traşlıyızdır. O inançlıdır, biz laikizdir. O asosyal, biz sosyalizdir. O sadece gururuna düşkündür, biz ise hak edene değer veririz. O hemen sinirlenir patlar, biz sakince tartışırız.

Hollanda ‘İktidara gelince çok kültürlü toplumu tasfiye edeceğiz’ diyen Hans Janmaat’ı yargılayan 1997’lerden bu yana çok değişti.

Geert Wilders Fitna filminin gösterileceğini haber verdiğinde bakan vekili Ahmed Aboutaleb, ‘Müslümanlar için duyulan korku gerçektir ve müslümanlar bunu küçümsememelidirler.’ Dedi. Wilders’ı korku yaydığı için kınadı ve ‘Bırakın filmi yapsın. Bana yarın göstersin, korkmuyorum.’ Dedi.

Fortuyn Hollanda’nın islamlaştığını söyleyerek halkta şok yaratmayı başarmıştı.

Theo van Gogh müslümanlara sürekli olarak keçi düzücüler dediği için bir çok kimse için Max Blokzijl değil, bir çeşit Pietje Bell’di. Nahiv bir kahramandı yani.

Ayaan Hirsi Ali bir tartışma programında Hz Muhammed için ahlaksız dediği ve islamı çirkin, kabul edilemez bulduğu için saygınlık kazanmıştı.

Örnekler çok fazla. Burada bir kısmına değindik. Gelelim ikinci korku maddesine. Dünya vatandaşları.

De kosmopolit
Hollanda’daki yerli çokkültürcüler, dünya vatandaşları tepki çekmeye devam etmekteler.

Bir örnek 2007 yılının ekim ayında Hollanda ile özdeşleşmek konulu WRR – raporunun tanıtılması sırasında Prenses Maxima’nın Hollanda’nın özgün bir kimliği olup olmadığını sorduğunda olay çıkmıştı.

Yazar Paul Scheffer bir gün sonra De Pers’te şöyle yazmıştı:
Hollandalıların büyük çoğunluğu topraklarına bağlıdır. Tarih, dil, evlenme şekilleri kendilerine özgüdür. ... Maxima çok airmiles puanı biriktirdiği için bir dünya vatandaşıdır.

Maxima’nın De Telegraaf’daki cevabı şöyleydi:
Gariptir ki, saray ailesinde bu tür tehlike uyarılarını ciddiye alacak pek kimse yoktur. Saray ailesi Maxima’nın da dahil olduğu dünya vatandaşlarından oluşmaktadır ve kültürlerin birbirlerine entegre olmalarını zenginlik olarak görmektedir. Hollanda’daki entelektüeller de bu kesim içinde kendilerini evde hissetmektedirler. Onlar entegrasyonun bir çok vatandaş için sorun olduğunu, ama bunun geçici bir sorun olduğunu biliyorlar.


De Volkskrant gazetesi De Telegraaf’daki yoruma karşılık veriyor:
Maxima iyimser savunmasında kendi ayrıcalıklı pozisyonunun es geçiyor. Yüksek öğrenim görmüş ve korunmalı durumdaki bir kadın kendini kolaylıkla dünya vatandaşı hissedebilir. Toplumun daha az ayrıcalıklı kesiminde milliyet ve etnisite gerilim yaratıyor.(...) Maxima bir iyimser tecrübeuzmanı olarak politik gerçekliği ve bir çok Hollandalının duygularını es geçiyor.

Kapitalist
Üçüncü korku kapitalizme kritik bakıştan kaynaklanmakta. Doksanlı yılların ortalarında dünya çapında etkin olan finans kapital açıkça haşin bir faza girdi. Yatırımcılar artık kendi milli borsalarına bağlı değiller ve dünyada kâr yapabilmek için binbir dolap çevirmektedirler. Milli, saygın ve dev kurumların birbiri ardınca satılması, tafsiye edilmesi bütün dünyada olduğu gibi Hollanda’da da hayal kırıklığı yaratmış durumda.

‘Doğu Batıyı satın alıyor. Çinliler Alman Dresdner bankasının hisse senetlerini aldılar. Yakında SBS6’yı da Çinliler devralacak. Çin firmaları Avrupa’da bir Truva atıdır.’

Doğulu yatırımcıların Batı’yı satın aldığı söylentileri yabancıdan korku duygusunu körüklemekte. Hollanda halkı Hollandalı firmaların hâlâ Hollandalı olduğu zamanlar için nostalji duymaktadır.

Kitap açık bir toplumu savunurken zor günlerin aşırılığı, kendine güvensiz elit, ahlakdışı etkiler, göçmenlerin ufak çocuk yerine konması, açık ekonominin önşartları gibi konuları irdeliyor ve son olarak da daha kaliteli bir elitin seçilmesinin şart olduğunu vurguluyor.

Aynı isimleri yineleyip durmanın bir alemi yok. Politikayla ve tarihle biraz olsun ilgili olan herkes özellikle politik elitin eskilere nazaran bütün dünyada daha az kaliteye sahip olduğunu biliyor.

Daha bilinçli bir elitin seçimi
Söylendiği gibi açık bir toplum için şu anda Hollanda’da kanaatı şekillendirenlerden daha bilinçli, bilge elitlere gereksinim vardır.
Bugünkü elitlerin alameti farikası sadece dar görüşlü ve önyargılı
Olmak değildir. Bu elitler her açıdan bodurdurlar. Ruh, ambisyon ve cesaret olarak bodurdurlar. Sayı olarak azdırlar ve yeterince hareketli değildirler. Bu ekip sosyaldır ve kültürel olarak homojendir. Göçmenleri de hâlâ kadınlara yaptıkları gibi aralarına almazlar; ama bir kez alırlarsa uyuşmazlık nadiren görülür. Bu tartışmalarda sürekli aynı yüzleri görmemize neden olur. 2002 yılında kabinede bir değişim beklentisi belirdiyse de elitlerin kalitesi açısından bir gelişme meydana gelmedi. İyi çalışan sosyalizasyon mekanizmalarında ve elitin seçiminde eksiklikler mevcuttur. Bütün bunlara başlangıç olarak en büyük fire eğitimde verilmektedir. Aşağısı bayağı sert, üstü laubali bir şekilde yumuşaktır. Bu iki noktada da iyileştirme mümkündür.

İlköğretim son yıllarda deyim yerindeyse ‘problemçocuklarla’ dolup taşmaktadır. Seksen bin kadar öğrenci şu anda ya özel ilköğretim, ya da ‘birlikte tekrar okula’ çerçevesinde normal okullara gitmektedir. Doksan ortalarıyla kıyaslandığında artış yüzde 67’dir. Bazı öğrencilerde hiper aktiflik, okuma zorluğu, hesap yapma zorluğu ya da yüksek zekalı olma durumları tespit edilmiştir. Giderek artan sayıda öğrencinin ağır ders ortamı, kendini kanıtlama baskısı, sınav stresi nedeniyle okula isteksiz gittiği gözlemlenmektedir.

Üç yazar kitabın bu bölümünde sınav sistemlerine, üniversal eğitimin çok pahalı olmasına, öğrencilerin yarısının dört yıllık üniversiteleri yedi yılda bitirdiğine dikkati çeker.

Elitin eğitimden gelen eksiklikleri yüzünden bugün yetkin, mükemmel bir açık toplum havası yaratmak yerine, bugünün korkan Hollandasının alemeti farikası olan yabancıdan korkan, kindar ve içine kapanık bir atmosfer yaratılmıştır.



De Bange Nederland adlı kitabı okumanızı hassasiyetle öneriyoruz.

Yayıncı: Bert Bakker, Amsterdam
Yıl: 2008


16 Kasım 2008 Pazar

Neo Obama ve UFO'ların kuracağı yeni düzen


Sevgili Fikir Yongalamacılar ve SineODA Sakinleri,


14 Kasım akşamı Zeki Demirkubuz’un Kader filmini izleyerek bir test etkinliği gerçekleştirdik.

Film kulübümüz SineODA, 22 Kasım Cuma akşamı 20.00’de ünlü İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun Queimada(Yangın ya da Türkçe başlığıyla İsyan) adlı filmiyle açılış yapıyor.

22 Kasım Cuma akşamı en yeni dünya düzenini gözden geçirmek için Neo-Obama ve UFO’lar yeni dünya düzeni mi kuracak? başlıklı bir fikir yongalama etkinliği yapılacak.

Program şöyle:

19.30 – 20.00 Ön sohbet
20.00 – 21.00 Fikir Yongalama Etkinliği
21.15 – 23.00 Film izleme
23.00 - ..... Sohbet

Selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni

*

Neo-Obama ve UFO’lar yeni dünya düzeni mi kuracak? konusu aşağıda dikkatinize sunduğum 3 makalenin desteğiyle işlenecek.


'Dünyaya diz çöktürecek' olay!
İbrahim Karagül



Dünya genelinde bir çok liderler, ülke temsilcileri, sanki sözleşmiş gibi, “birkaç ay içinde dünyayı sarsacak bir gelişme olacağı”nı söylerse ne düşünürüz? Hem de bu açıklamalar üç gün içinde ardı ardına yapılıyorsa..
Sözü edilen tehlike, kendi ifadelerine göre, o kadar büyük ki, 11 Eylül saldırılarını gölgede bırakacak. Dünyası sarsacak. Dünya düzenini kökten değiştirecek kadar etkili olacak. Ve bu büyük ihtimalle nükleer bir saldırı olacak.
Avustralya Başbakanı böyle diyor. Aynı şekilde dünya başkentlerinden ardı ardına benzer açıklamalar geliyor. Bazıları bunu “yeni bir 11 Eylül saldırısı” olarak nitelerken, açıklamaların çoğunda kullanılan cümleler çok daha ürkütücü. Bizzat Obama'nın kendisi, McCain, Cheney, Bush, emekli Donald Rumsfeld ve daha niceleri böyle bir saldırı beklediklerine ilişkin açıklamalar zaten yapmışlardı. “Amerika'nın yeni bir 11 Eylül'e ihtiyacı var. Çünkü düşmanı unuttular. Amerikan halkını birleştirmek için bu gerekli” kanaatini açıkça ifade edenler vardı. Ama biz bunları, gelenek haline gelen abartılı paranoyanın sonucu olarak gördük.
Bu seferkiler biraz başka. Şöyle:
İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un Güvenlik danışmanı Lord West, “Yeni ve büyük bir hazırlık yapılıyor. Tehdit çok büyük. Önlem amacıyla yapabildiğimiz her şeyi yaptık. Ama tehdit büyümeye devam ediyor” diyor.
Avustralya Başbakanı Kevin Rud: “Nükleer felaketten” söz ediyor ve tehlikenin büyüklüğünün yanında diğer tehditlerin “önemsiz” kalacağını söylüyor.
ABD Dışişleri eski Bakanı Colin Powell: Aynı tehdide işaret eden sözler söylüyor: 21-22 Ocak tarihini işaret eden Powell, yine de tehdidin niteliği hakkında çok şey bilmediklerini söylüyor.
Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner: Bu açıklamalardan önce, “İran nükleer silah yapma aşamasına gelmeden önce İsrail'in bu ülkeyi vuracağı”nı söylemişti.
ABD Dışişleri eski Bakana Madeline Albright: Obama'nın Beyaz Saray'a oturmasıyla yani önümüzdeki aylarda çok ciddi bir uluslararası krizin çıkacağını söyledi.
Obama'nın Başkan Yardımcısı Joseph Biden'ın o ünlü sözlerini buraya özellikle eklemek gerekiyor. Çünkü sözü edilen tehditle ilgili en sarih ifadeleri o sarfetti.
“Hazırlıkları yapılan krizin önümüzdeki altı ay içinde ortaya çıkacağını” iddia eden Biden, “işte o zaman Obama'nın toplumsal liderlere ihtiyacı olacağını, işte o zaman Amerikan halkının kabullenemeyeceği kararlar almak zorunda kalacağını, toplum önderlerin kitleleri yatıştırmasına ihtiyaç duyulacağını” vurguluyor.
Zbigniew Brzezinsky de aynı iddiaları içeren sözleri tekrarlıyor.
Açıklamalar sanki bir koordinasyon çerçevesinde yapıldı izlenimini uyandırıyor. Neden hepsi aynı zamanda benzer açıklamalar yaptı? Nükleer içerikli olacağı öne sürülen bu büyük tehdit ne? Yoksa kitleler, hükümetler tarafından endişe verici gelişmeler için mi hazırlanıyor?
Başka iddialar da var. Şöyle:
En tehlikeli dönem Obama'nın ilk yılı olacak. Tıpkı Bush gibi. Bush, ilk yılında 11 Eylül saldırısıyla yüzleşti. Bu krizi kullandı. İşgaller ve savaşlar geldi. Önleyici saldırı adı altında küresel düzeyde askeri müdahaleler başladı.
Elitler, Obama'nın ilk yılında ekonomik krizi belki de bu amaçla kullanacak. Yeni ABD Başkanı'nın Beyaz Saray'a yerleşmesinden sonraki üç ay içinde sözü edilen tehdidin ortaya çıkacağı söyleniyor. Biz “ortaya çıkacak” diyoruz, belki de buna “uygulanacak” desek daha doğru olacak.
Terör saldırısı ya da nükleer saldırı.. Dünya düzenini sarsacak gelişme sadece bu saldırı olamaz. Sözü edilen büyük tehdit, elitlerin yeni dünya devleti kurmak için en önemli gerekçeleri olacak. Bu yüzden “büyük olay”ın bir plan olabileceği akla geliyor.
Daha şimdiden “tek para”, “tek merkez bankası” ve “tek dünya devleti” ifadeleri kullanılmaya başlandı. Önümüzdeki hafta yapılacak G-20 toplantısının bu sürecin kapılarını açacağı söyleniyor. Bazıları yeni dönemde ABD'nin “egemenliğinin” sorgulanacağını söylüyor.
Yeni Para Sistemi kurulacak: Dünyayı para ile kontrol edenler askeri olarak da kontrol etmeye başlayacak.
Dünya Merkez Bankası kurulacak. Bütün ekonomik sistem bu merkezden kontrol edilecek. Sadece para değil, kaynakları da belli bir merkezden kontrol edilecek.
Tek Devlet: Yeni ekonomik düzene bağlı olarak küresel iktidar da tek merkezden kontrol edilecek.
ABD'nin, Batı'nın istediği bu. Krize çözüm bulmak yerine krizi küresel hegemonya için gerekçe olarak kullanmaya çalışıyorlar. Dünya çok başkentli bir düzene doğru ilerlerken, siyasi ve ekonomik merkezlerin sayısı çoğalırken Batı'nın bu arayışı hiç de iyiye işaret değil.
Rüzgarı tersine çevirmek için tek yol var: Dünyayı sarsacak bir ani gelişme. Terör saldırısı mı olur, nükleer saldırı mı olur, bilmiyoruz. Yukarıya aldığım uyarılar işte bu gelişmenin habercisi olabilir.
Ekonomik krizin finans sektörünü aşıp reel ekonomiyi vurmaya başladığı, ABD'nin gururu olan sembol şirketlerin batmaya başladığı bir dönemde olduğumuzu hatırlayalım. Yukarıdaki büyük tehdide biraz böyle bakalım. Daha önce bu köşede yer alan “olağanüstü hal”e ilişkin cümleleri de hatırlayalım.
Ben, gerçekten, “olağan dışı bir dönem”de olduğumuzu hissediyorum…
*

Beyaz Saray: Siyah mı Yeşil mi? Yeni enerji Türk bilim kadınında!
13 Kasım 2008


Dün Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül, "Dünyaya diz çöktürecek' olay!" başlığıyla kaleme aldığı yazısında, ilginç bir derleme yaptı. Bu derleme; dünya genelinde bir çok lider ve temsilcinin 'birkaç ay içinde dünyayı sarsacak bir gelişme olacağı'na ilişkin sözlerine dayanıyor.
İddiaya göre tehlike o kadar büyük ki, 11 Eylül saldırılarını gölgede bırakacak. Dünyası sarsacak. Dünya düzenini kökten değiştirecek kadar etkili olacak.
Bu sözlere hızla ve kısaca bir göz atıp sonra devam edelim.
"Bizzat Obama'nın kendisi, McCain, Cheney, Bush, emekli Donald Rumsfeld ve daha niceleri böyle bir saldırı beklediklerine ilişkin açıklamalar zaten yapmışlardı. 'Amerika'nın yeni bir 11 Eylül'e ihtiyacı var. Çünkü düşmanı unuttular. Amerikan halkını birleştirmek için bu gerekli' kanaatini açıkça ifade edenler vardı.
İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un Güvenlik danışmanı Lord West, “Yeni ve büyük bir hazırlık yapılıyor. Tehdit çok büyük. Önlem amacıyla yapabildiğimiz her şeyi yaptık. Ama tehdit büyümeye devam ediyor” diyor.
Avustralya Başbakanı Kevin Rud: “Nükleer felaketten” söz ediyor ve tehlikenin büyüklüğünün yanında diğer tehditlerin “önemsiz” kalacağını söylüyor.
ABD Dışişleri eski Bakanı Colin Powell: Aynı tehdide işaret eden sözler söylüyor: 21-22 Ocak tarihini işaret eden Powell, yine de tehdidin niteliği hakkında çok şey bilmediklerini söylüyor.
Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner: Bu açıklamalardan önce, “İran nükleer silah yapma aşamasına gelmeden önce İsrail'in bu ülkeyi vuracağı”nı söylemişti.
ABD Dışişleri eski Bakana Madeline Albright: Obama'nın Beyaz Saray'a oturmasıyla yani önümüzdeki aylarda çok ciddi bir uluslararası krizin çıkacağını söyledi.
Obama'nın Başkan Yardımcısı Joseph Biden'ın o ünlü sözlerini buraya özellikle eklemek gerekiyor. Çünkü sözü edilen tehditle ilgili en sarih ifadeleri o sarfetti.
“Hazırlıkları yapılan krizin önümüzdeki altı ay içinde ortaya çıkacağını” iddia eden Biden, “işte o zaman Obama'nın toplumsal liderlere ihtiyacı olacağını, işte o zaman Amerikan halkının kabullenemeyeceği kararlar almak zorunda kalacağını, toplum önderlerin kitleleri yatıştırmasına ihtiyaç duyulacağını” vurguluyor.
Zbigniew Brzezinsky de aynı iddiaları içeren sözleri tekrarlıyor.
Açıklamalar sanki bir koordinasyon çerçevesinde yapıldı izlenimini uyandırıyor. Neden hepsi aynı zamanda benzer açıklamalar yaptı? Bu büyük tehdit ne? Yoksa kitleler, hükümetler tarafından endişe verici gelişmeler için mi hazırlanıyor?
En tehlikeli dönem Obama'nın ilk yılı olacak. Tıpkı Bush gibi. Bush, ilk yılında 11 Eylül saldırısıyla yüzleşti. Bu krizi kullandı. İşgaller ve savaşlar geldi. Önleyici saldırı adı altında küresel düzeyde askeri müdahaleler başladı."
Karagül'ün uzunca yazısının içinden çektiğimiz iddialar böyle. Yazar, tehlikenin ne olduğunu yazısının sonuda küresel politika mahreçli olarak açıklıyor. Biz devam edelim.
Reelpolitik nasıl işler?..
Esasen Barack Obama'nın Beyaz Saray'da oturmaya hak kazanmasından önce de, bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde, önümüzdeki 6-8 ayın içinde uluslararası bir krizin çıkacağı tezi ifade edilmişti. Ancak bu tasarımın dayandığı nokta, Rusya'nın daha doğrusu Sovyetler Birliği'nin bir geleneğinden kaynaklanıyor.
Bu konuyla ilgili olarak iyibilgi de bir haber oluşturmuş; Rusya'nın geleneksel olarak her yeni başkanı tarttığını yazmıştı. Obama örneğinde bu vakanın gerçekleşmesi ihtimali daha fazlaydı. Çünkü, Obama'nın ABD ve dünyayı gerçekten kontrol edip etmediği, edip edemeyeceği görülmek istenebilirdi.
Moskova daha önce de bu yolu kullanmış, her yeni başkan geldiğinde suni sayılabilecek krizlerle Beyaz Saray'ı sınamış, aldığı reaksiyona göre de yakın ve orta vadeli stratejiler oluşturmuştu.
İşte, eğer Obama dönemi hem ABD hem de küresel denklemler açısından "yeni bir dünya düzeni" kurulması ise, Başkan'ın bu sınavdan geçmesi gerekiyordu. Kriz tezi buna dayanıyordu ve aslında Karagül'ün alıntıladığı isimler içinde bu örneğe gönderme yapan açıklamalar da var.
Meselenin "standartlara oturmuş", uluslararası politika disiplini açısından okuması bu. Ancak bu sefer bir fark var.
Küresel şaşkınlık ve global birlik?!
Fark, biraz üsluplardan geliyor ama ifade biçimleri arasındaki farkı, söyleyenlerin kimliğine bakarak küçümseyemeyiz. "Bu sefer biraz sert ve heyecanlı konuşmuşlar" gibi bir açıklama durumu izah etmiyor. Esasen dünya sistemi de böyle işlemiyor.
Tüm bu ikaz dolu açıklamaların temel tınısı, bugüne kadar görülmedik, şaşkınlık yaratacak, uluslararası ortaklık yaratacak bir yeni gelişmenin olacağı biçiminde. Bu elbette önemli. Ardından gelen soru da gayet doğal olarak: Bu nedir?
Olağanüstü/olağandışı gelişme ne? "Paranormal" sayabiliriz. Tıpkı Karagül gibi, bir "gariplik" olacağını sezenlerin "köşesinden" hissettikleri gelişme, global bir birlik oluşturma ve bunun dünyayı yeni bir düzende yönetmesi mi, Obama ruhuna uygun olarak dünyanın bir araya gelmesi mi? Öyle ise neye karşı?
Hayli tartışmalı bir mesele! Şimdi bakış açımızı kaydıralım. Yukarı doğru.
2008 sıkıntılarının gölgesinde kalan?
İstisnasız dünyanın bütün medya kuruluşlarının fark ettiği, fark edince yayınlarında "nispi" olarak yer verdiği "seri" gelişmeler bulunuyor. Bunlar günlük krizlerin, savaşların, tartışmaların veya ülkelerin sıkıntılarının dışında.
Denebilir ki, bu "seri" gelişmelerin" ortak noktası "yabancı yaşam formları" ile ilgili, daha açık yazalım, UFO ve uzaylılar ile ilgili yeni olaylar. Şimdi unuttuğumuz bu olayları yine kısaca bir anımsayalım.
Paranormal aktivitelerle ilgili gelişmelerin başını 2008 yılında İngiltere çekti. Londra hükümeti, hem savunma hem de istihbarat birimlerinin geçmiş yıllarda yaşanmış, kayıtlara geçmiş resmi belgelerini kamuoyuna açtı.
Bu dosyalarda UFO ve yabancı varlıkların dünyamızı ziyaretine ilişkin sayısız örnek, tanık ve resmi kaynakların resim, görüntü ve çizimleri ile yorumları bulunuyordu. İngiltere ardı sıra bu açıklamaları yaptı ve dünyaya sundu. Ek olarak Kanada hükümeti de bizzat Başbakan yardımcısının ağzından UFO'ların varlığını kabul etti.
Aynı konu üzerinde ciddiye alınması gereken en kritik gelişme Vatikan'da oldu. Vatikan Kardinaller Kurulu, resmi olarak UFO'ların yani uzaylıların varlığını kabul etti, tanıdı. Bu tanıma, Papa'dan habersiz ve izinsiz olamayacağı gibi, dini fenomenler konusunda uzman olan Josehp Ratzinger'in (bugünkü Papa) dönemine denk gelmiş olması da manidar sayılmalı.
Muhafazakar kimliği ile bilinen Vatikan-ki yıllar içinde dünyanın yuvarlak olduğuna bile direnmişti-açıklamasına tek bir ek yaptı. Bu varlıklar Tanrı'nın kullarıydı! Makul. Neticede tüm bunlarla beraber, bu dönemde uzaylı ve UFO vakalarında kayda değer bir artışın olduğu biliniyor.


Uzaylılar dosyasında Türkiye'nin rolü?
Eğer uzaylılar ve UFO konusu bir fenomen ise-herhalde bunda bir tartışma yok-resmi kayıtlara geçen en ciddi vakalardan biri 2008 yılı içinde Türkiye'de yaşandı. Aslında bu konuyu da meraklıları dışında fark eden pek olmadı, olduysa da üzerinde ziyadesiyle durulmadı.
Yine İngiltere'de yapılan bir UFOloji konferansında Türkler, buraya dikkat, "yabancı yaşam formlarını, yani uzaylı varlıkları ilk kez görüntüleyen bir malzemeyi sundu". Büyük ilgi gördü ve İngiliz televizyonları bu çekimleri flash haber olarak aynen yayınladı.
Son olarak bu görüntüler dün akşam (12 Kasım 2008) HaberTürk kanalında çekimi yapanların da katılımıyla kamuoyuna yansıtıldı. Beyanlarına göre-ki çekimler yayınlandı-varlıkların gözleri seçilecek kadar açık görüntüler elde edildi. (Meraklıları siriusufo.org adresinden bilgilenebilir.)
Bu tür görüntü ve iddialar üzerinde yapılan, "gerçektir değildir" tartışmaları da bir fenomen sayılabilir. Ancak bu görüntüler çeşitli ülkelerin laboratuarlarına gönderilerek kontrol edildi ve orijinal olup herhangi bir oynama olmadığı tespit edildi. Keza TÜBİTAK bunların UFO olduğunu açıkladı.
Ancak tam bir derya olan bu konu şu anki çalışmamızın konusu değil. Bu tartışmaların ne kadar uzayabileceği, bin türlü yorumunun olabileceği herkes tarafından zaten biliniyor.

Enerji! Yenisi ve bizdeki?

Burada gerçekten ilginç ve belki UFO'lardan bile garip bir başka gelişmeye dikkat çekmek istiyoruz. Bu nokta hayli ıskalandı. Gerçek: dünyadaki tüm ülkelerin ana açmazı enerji konusu. Tüm çatışma, savaş ve denklemler bunun üzerine kuruluyor.
Ama çözülecek gibi de değil. Bu en küçük ülkeler için de böyle en güçlü ülkeler için de-hatta daha çok-böyle. Obama'nın ana sorunu da bu olacak. Ama şimdi, bir yandan Obama'nın kişiliğinde sembolleşen bir yandan küresel krizle zemini hazırlanan yeni bir dünya düzeni söz konusu.
Ve öyle ise yeni bir enerjiden bahsetmek gerekmiyor mu? Atlanan konu o ki, önümüzdeki dönemde kırılma yaratacak bir kriz bekleyenler aynı zamanda yeni bir tür enerji kaynağının ortaya çıkacağını dillendiriyor. Bu her açıdan önemli.
Bunu yazıyor ve söylüyorlar ama nerede ve nasıl henüz belli değil. Ama beklenen kadastrof kadar aynı oranda bekleniyor ve olursa, dünyadaki tüm dengeleri değiştireceği zaten aşikar. Enerji konusu dendiğinden ikinci nokta ise Türkiye.
Türkiye uzun zamandır enerji meselesinin odağında ve küresel bir vana olmaya çalışırken, doğu-batı ekseninde enerjinin stratejik yolu olmaya didiniyor. Yeni enerji başta Rusya ve Ortadoğu olmak üzere bölgenin tüm dengelerini alt-üst edebilir.
Ama bu aynı zamanda Ankara'nın planlarını da bozabilir. Bir istisna ile! Eğer o yeni enerji kaynağı Türkiye üzerinden ivmelenmezse!
Bu sorunun yanıtını da yine belki uzaylılardan almak gerekebilir! Çünkü büyük iddia şudur ki; şu an Türkiye'de bulunan ve bir Türk olan kadın bir fizik bilimci yeni enerji kaynağı konusunda "onlarla" konuşuyor! Açıklanacak mı? Evet. Ama biraz daha zaman gerekiyormuş!
Bu gerçekten mümkün mü? Bu tür konularda hep aynı yanıtı alacağımız kesin. İsten inanın ister inanmayın!



Tüm dünyayı korkutan kâhin!
09 Kasım 2008

Tüm gözler onun kehanetlerine çevrildi. Obama'dan sonra kehanetleri ün saldı. Peki dünyayı neler bekliyor?


ABD'ye 11 Eylül 2001'deki terör saldırısını 12 yıl öncesinden bilen Bulgar kâhin Vanga ölümünden iki yıl önce "Rusya bir gün dünyaya hâkim olacak" demişti.
11 Eylül saldırıları, Kursk faciası, ve Rusya’nın Gürcistan’ı işgal edeceğini bilen Baba Vanga Amerika’ya dair şu kehanetlerde bulundu:
“Amerika Birleşik Devletleri’nin 44’üncü başkanı (Yani George Bush’tan sonraki başkan) siyah olacak. Bu Amerika’nın göreceği son lider olacak. Çünkü siyahi liderin göreve gelmesinden kısa bir süre sonra ülke büyük bir ekonomik krize girecek.
Kuzey ve güney eyaletler arasında anlaşmazlık çıkacak. Endonezya karışacak. Tüm bunlar Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatacak... Üçüncü Dünya Savaşı’nda ilk kez atom bombası kullanılacak.
BİRÇOK ŞEYİ BİLMİŞTİ
Hayattayken kehanetleri Bulgar hükümeti tarafından kaleme alınarak saklanan Baba Vanga’nın kehanetlerinin yüzde 80’i doğru çıktı. 1989’da Rus televizyonuna “İki çelik kuş kulelere çarpacak gökyüzü aydınlanacak, (11 Eylül saldırıları) Kursk (2000 yılında 118 Rus askerine mezar olan denizaltının adı) su altında kalacak bütün dünya arkasından ağlayacak, dedi. Kahin 1994 yılında da ” Vladimir’in zaferi dünyada herşeyi eritecek. (Gürcistan savaşı). İklimler değişecek (küresel ısınma). Rusya ayakta kalacak ve dünyaya hakim olacak” demişti.
BUNDAN SONRAKİ YILLAR İÇİN KEHANETLERİ
2008 - 4 ülkenin 4 devlet başkanına suikast girişiminde bulunulacak. Bu 3. Dünya Savaşı'nın başlama sebeplerinden biri olacak.
2010 - 3. Dünya Savaşı Kasım 2010'da başlayacak ve 2014'e kadar sürecek.
2011 - Radyoaktif dalgaların yoğunlaşması nedeniyle hayvan ve bitkiler yok olma noktasına gelecek. Müslüman ülkeler kimyasal savaşla Avrupalıları yok edecek.
2014 - İnsanlığın yarısı kanserle boğuşacak.
2016 -Avrupa'nın nüfusu azalacak
2018 - Dünyanın yeni hakimi Çin olacak. Çin ekonomik olarak güçlenecek.
2043 - Müslüman bir devlet yeniden Avrupa'nın tek hükümdarı olacak.
2046 - Tedavi edilmeyecek organ kalmayacak. Hastalıklı organın yerine yenisi yapılacak.
2076 - Bütün dünyada "sınıfsız" komünizm sistemi yerleşecek.
2088 - Bütün hastalıklar bir kaç saniyede tedavi edilecek.
2097 - Çabuk yaşlanmanın önüne geçilecek.
2167 - Yeni bir din
2304 - Ay'ın sırrı, gizemi çözülecek.
3797 - End of the world - Dünyanın sonu... Başka bir gezegende insan yapımı yeni bir hayat başlayacak.

2 Kasım 2008 Pazar

S. Zizek: Kaybolan Leydiler ve SineODA - Queimada


Sevgili Fikir Yongalamacılar
ve
Sevgili SineODA Sakinleri,

Oda etkinlikleri giderek çeşitleniyor. Film kulübümüz SineODA, 7 Kasım Cuma akşamı saat 20.00’de ünlü İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun Queimada(Yangın ya da Türkçe başlığıyla İsyan) adlı filmiyle açılış yapıyor. Temmuz, Ağustos ve özel tatil günleri dışında cuma akşamları her hafta bir film göstermeyi planlamaktayız yazmıştım bir önceki Sinenamemde.

3. yılda önemli bir değişiklik yapıyoruz.

Fikir Yongalama toplantıları ile sineODA etkinlikleri birleşiyor.

Bundan böyle:

Artık cumartesileri yerine Cuma akşamları 19.30’da aynı yerde buluşulacak.

Filokafe etkinliği yine ayda iki kez yapılacak ve ardından film seyredilecek. Böylece film ve konulu toplantılar füzyona uğruyor.

İlk film gösterimiz bu nedenle 14 Kasım Cuma akşamına alındı.

3. yılın ilk Fikir Yongalama toplantısı da o akşam yapılacak.

Konu:
Kaybolan Leydiler ‘Kadın yoktur’
Daha önce politik ve felsefi düşünceleriyle tanıştığımız S. Zizek’in ünlü Hitchcock filmlerindeki kadın karakterleri işleyen bir makalesini tartışacağız.

Ardından da film izleyeceğiz.

Program şöyle:
19.30 - 20.45 – Kaybolan Leydiler
21.00 – 22.45 - Film - Quiemada

Bilgi için daima http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com adresine başvurabilirsiniz.

İletişim ile ilgili bir NOT: Bazı arkadaşlarımız uzaklık ve iş saatleri nedeniyle toplantılarımıza katılamıyorlar. Bizden bildirilerimizi sürekli yollamamızı rica ettiler. Bunun dışında kalıp uzun süre ses seda çıkarmayanların bu benden alacağı son bildiri. Yukarıdaki blog adresi sürekli güncel tutulduğu için oraya her zaman başvurulabilir.

SineODA’nın ve Fikir Yongalamanın zihinsel ve görsel buluşma akşamlarına bekliyoruz.

Selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni



Kasım ayının programı şöyle uyarlandı:

14 Kasım Cuma 20.00’de Quiemada(1969) – Gillo Pontecorvo


21 Kasım Cuma 20.00’de Kader(2006) – Zeki Demirkubuz


28 Kasım Cuma 20.00’de The Conformist(1970) – Bernardo Bertolucci

25 Ekim 2008 Cumartesi

Monbiot ve Dünya Parlementosu


Sevgili Fikir Yongacılar,

1 Kasım cumartesi günü saat 14.30’da herzamanki yerimizde George Monbiot’un eserlerine genel bir göz atmak üzere toplanacağız. İncelememizde Türkçe olarak da basılan Manifesto adlı kitabı merkez alacağız.


Bu arada görsel bir haber kıymığı uçurayım: SineODA film kulübünün teknik çalışmaları tamamlandı. Altyapı eksiklikleri giderildi. 7 Kasım Cuma akşamı açılış yapacağız. Haberi aylık program şeklinde ayrıca bildireceğim.

Daha ayrıntılı bilgi edinmek için: http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com/

Yazarlar ve yazmak istiyenler için Güçlü Okuma (Power Reading) toplantıları küçük bir grupla bu yakınlarda başlayacak. Etkin olabilmesi için grubun küçük tutulması elzem. Bu nedenle katılmak isteyenler bildirsinler lütfen.

Görüşmek üzere

Selamlar ve sevgiler

Sadık Yemni




Kitaptan seçme önermeler:

1 – Demokratik bir şekilde seçilen bir dünya parlementosu küresel sorunların çözümü olabilir mi?

2 – Baskı çağından Rıza(Age of Consent) çağına geçiş nasıl olacak?

3 - Yeni mutasyon ile hiçbir olgunun nihai bir senteze varmadığı bir değişim süreci idealize edilmektedir. Komunizm ve anarşizm bunu yapmaya yetmemektedir.

4 - Demokrasi, anarşizmin tersine devletsizliğin sonucu olarak ortaya çıkan korku ve tehdit duygusunu da ortadan kaldırabilir ve komünizmin tersine muhalefet hakkını savunabilir. Kısacası, demokrasi daha fazla ‘rızaya’ dayalıdır.

5 - Ticareti ya da ithalatı engellemek hiçbir şeyin çözümü değildir; sonuçta ithalatın yasaklanması bu sektörde çalışan birçok işçiyi işinden edecektir. Ancak, dünya çapında stressiz bir iş için grev yapılırsa sektör ciddi bir zarar görebilir. Bu örnekle Monbiot yerel çapta eylemlerin amaca hizmet edemeyeceğini açıklayarak küresel bir hareketin neden şart olduğuna da ışık tutuyor.


6 - Monbiot başka bir çarpıcı yorumunda ise; tüm dünya vatandaşlarının BM’de eşit olarak temsil edilmesi söz konusu olsa bile, BM bünyesinde demokrasinin mümkün olamayacağı sonucuna varıyor. Çünkü 5 daimi üyenin, tüzüğe göre BM anayasasında dahi söz sahibi oluşu, Birleşmiş Milletler’in yapı itibariyle demokrasiye uygun olmadığını kanıtlıyor.

7 – Monbiot, BM’nin yerine kurulacak yeni bir ‘Dünya Parlamentosu’nda yattığını savunuyor. Küresel ve uluslararası güçlerden hesap sorabilen, geniş bir görüşler yelpazesini temsil edecek kadar büyük; ama etkili kararlar alabilecek kadar küçük (10 milyon kişilik bölgeden 600 temsilci), üyelerinin temsil ettiği ülke politikalarından ayrı, özgür kararlar alabildiği, hiçbir devletin veto hakkının olmadığı ve yoksul bir ülkede kurulan, böylece kurulduğu topraklara yatırım da sağlayabilecek bir parlamento.

8 - Tayland ve Endonezya gibi ülkeler IMF’nin dayattığı politikaları reddederek ve söylenen şeylerin tam tersini yaparak zenginleşmeye başlamışlardır. Bu örnek, hem IMF politikalarının işe yaramadığını göstermekte hem de Stiglitz’in şu savını doğrulamaktadır:Dolayısıyla IMF yatırımcıları ‘peculation’ (zimmete para geçirme) denen eski öğretiyi alıyorlar ve başına bir ‘s’ ekleyip ‘speculation’ (spekülasyon) yaparak saygınlaştırıyorlar. ( s. 125)

9 - Monbiot’a göre, ‘Köleleştirme’ politikası güden Dünya Bankası bu gibi tasarıları reddettiği sürece yoksul halklara tek bir çare kalıyor. Tıpkı IMF ve Dünya Bankası’nın yoksul ülkelere borçlarını ödemezlerse ekonomilerini çökertme tehdidinde bulunduğu gibi, yoksul ülkeler de her ne kadar kesin bir ekonomik kriz yaşayacak olsalar da borçlarını ödememe tehdidinde bulunabilir ve hem IMF ve Dünya Bankası’na bir ekonomik çöküntü yaşatabilir hem de bir şeylerin kırılmasına katkıda bulunabilirler.10 - Yazar, Adil Ticaret Örgütü kurulmasını talep etmektedir. Yazara göre, Adil Ticaret Örgütü bir ruhsatlandırma kurumu gibidir. Bu kurum denetlemeler yapıp, belirli standartları geçmiş şirketlere ticaret verme izni verebilir. Bu yüzden zorunlu, küresel bir yönetmelikler bütünü oluşturulmalıdır. Örneğin, şirketler sosyal ve çevresel tahribatlarının sonucu bir bedel ödemeye zorunlu kılınmalıdır.

11 - Kitaba eleştirel bir gözle baktığımızda, dikkati çeken ilk nokta, Monbiot’un bazı fikirlerinin çelişki yaratıyor olmasıdır. Örneğin; anarşizm ve demokrasinin, şiddet kullanımı açısından farklarını karşılaştırırken, Monbiot, devletin her koşulda keyfi ve nedensiz şiddet kullanımını engelleyeceğini savunmaktadır.


Son yıllarda yaşanan olaylar gösteriyor ki, devlet kaynaklı terörizm (state terrorism) giderek artmakta ve şiddet, kasıtlı bir devlet politikası haline gelmektedir. Örneğin; İslam fobisi ya da anti-Amerikanizm gibi anlayışlar adeta bir grup üzerinde şiddeti teşvik etmekte ve düşmanca duyguları körüklemektedir. Demokratik olduğunu iddia eden bazı devletler, çıkarları yüzünden başka bir devletin masum insanlarını öldüren terör örgütlerine maddi yardım yapmaktan kaçınmazken, bazı devletler ise belirli bir grubun dini ve milli figürleri hakkında sözde demokratik yayınların yapılmasına izin vererek hem dolaylı yoldan belirli bir grubu şiddete kullanmaya teşvik etmekte hem de diğer grubun doğruyu yansıtmayan haberlere inanmasını sağlayarak kültürler arası barışı yıkmaktadır. Bu iki örnekte de yönetim biçimi anarşi değilken, demokrasi tanımına uygun bir karşılık bulamamaktadır ve “şiddetin keyfi kullanımı ve öfke duygusunun yaratılıyor olması” şüphesiz ki Monbiot’un savının sadece teoride kaldığını da göstermektedir.



George Monbiot kimdir?

Zooloji eğitimiyle başlayan akademik kariyerini İngiltere’nin birçok üniversitesinde yaptığı felsefe, siyaset ve çevre bilimi dallarında misafir profesör görevi ile devam ettiren Monbiot, aynı zamanda İngiliz siyasi yelpazesinin sol kanadında yer alan politik ve çevreci bir eylemcidir. Araştırmacı gazeteci yönü ile dünya çapında bir üne sahip olan Monbiot birçok ülke dolaşmış ve anılarını kitaplaştırmıştır. Siyasi duruşuyla, Endonezya dahil, bir kaç ülkede persona non grata ilan edilmesine rağmen, küresel ısınma ve çevresel konulardaki hassasiyeti ona ‘Birleşmiş Milletler Küresel 500’ ödülünü kazandırmıştır. Monbiot halen BBC Wildlife dergisi danışma kurulunda görev almakta ve The Guardian gazetesindeki köşesinde yorumlarını yayımlamaktadır.


Gökçe ARSLAN, U.S.A.K.

Kitap Tahlili Yazar: George Monbiot.

Çeviren: Pınar Şengözer Şiraz.

İstanbul: Plan B Basım, 2006. 217 sayfa + son notlar.

ISBN 975-8723-15-4


Monbiot’un beşinci kitabı olan Manifesto: Farklı Bir Dünya Düzeni İçin, Küresel Adalet Hareketini destekleyen pozitif bir manifesto niteliğindedir. Kitap “Giriş” kısmını takiben 7 bölümden oluşmuştur. Anarşizm ve Marksizm’i eleştiren Monbiot, demokratik bir sistemin dünyadaki adaletsizliğe çare olacağını savunur ve mevcut yönetim şekline temel olarak dört ayrı önerme sunar: Demokratik bir şekilde seçilen bir “Dünya Parlamentosu”, BM Güvenlik Konseyi’nin yerine gelecek olan Birleşmiş Milletler Genel Meclisi, ticaret dengesizliğini ortadan kaldıracak Uluslararası Kliring Birliği ve yoksul ülkelere yardım edecek olan Adil Ticaret Örgütü.Keltik mitolojisinde “daha fazla sevgi” anlamına gelen Angharad’a seslenerek giriş bölümüne geçen yazar, bir açıdan kitabın devamında sunacağı önermelerin farklı bir dünyayı anlatıyor gibi görünse de aslında günümüz dünyası için tasarlandığının altını çiziyor. İnsanları daha iyiye götürecek ve zincirleme bir reaksiyonun ilk fitilini ateşleyecek bir düşünceler paketi hazırladığını belirterek, ilk bölüme geçmeden, okuyucuların kitapta anlatılanları sonuna kadar takip etmesi gerektiğini, çünkü bu kitabın yeni bir dogma yaratma amacıyla değil tam tersine özgür düşünceye ışık tutma amacıyla yazıldığını vurguluyor.Yazara göre, bir döneme damgasını vuran düşünce sistemleri, ancak bir diğeri ile değiştirilebilir. Tıpkı Hıristiyanlıktan sonra Müslümanlığın doğuşu gibi her düşünce sistemi kendinden sonra gelen yeni ve apayrı düşünce bir sistemine, bir mutasyona gebedir. Bu örnekle, kitabın ilk bölümüne adını veren ve daha sonra yazar tarafından sıklıkla kullanılacak olan “mutasyon” metaforu da açıklanmış oluyor.Kitapta da görülebileceği gibi, dünya savaşlarının bitiminden sonra yeni bir düşünce sistemi doğmuştur. Bu yeni mutasyonu yaratmada küreselleşme büyük bir rol oynamıştır. Küreselleşmede katalizör görevi gören ise değişime aç milyonlarca insan olmuştur. Bu insanlar küresel politikanın kontrolünü ele geçirmedikleri sürece bu mutasyonu gerçekleştiremeyeceklerinin farkındalardı. Amaçları ise bir iktidar şeklini herhangi bir diğeriyle değiştirmek değil tüm iktidarı karşı bir iktidarla değiştirmekti. Dolayısıyla, mutasyonun ön koşulu olarak dünya insanlarının iradesine cevap veren ve Rıza Çağı’nı (Age of Consent) başlatacak olan bir düzen temenni ediyorlardı.Monbiot, “Kötünün İyisi Bir Sistem” adlı ikinci bölümde demokrasinin anarşizm ve Marksizm göre artılarını açıklayarak devam ediyor. Bu noktada yazarın eleştiri yönelttiği ilk yönetim şekli komünizmdir: Öncelikle Monbiot’un komünizme getirdiği en önemli eleştiri Marx ve Engels’in ‘Komünist Manifestosu’nun insanların
karmaşık sosyal ve politik ilişkilerini basit bir formüle indirgemiş olmasıdır. İnsanları kapital sahibi ve proletarya olarak iki ayrı grupta sınıflandıran bu düşünce sistemi, kapital sahiplerini ezici bir üstünlükle pasivize etmeyi amaçlamıştır. Yasa koyucular, yani proletarya taraftarları ise, sınırsız bir güce sahip olurken hükümetler insan hayatı üzerinde emsalsiz bir iktidar haline gelmiştir. Monbiot’un komünizm hakkındaki bu yorumları açıkça gösteriyor ki komünizm insan doğasının çeşitliliğini, özgürlüğünü ve seçimini sınırlı ve önceden kararlaştırılmış bir prototipe indirgemeye programlıdır. Halbuki Monbiot’a göre, yeni mutasyon ile hiçbir olgunun nihai bir senteze varmadığı bir değişim süreci idealize edilmektedir.Komünizmin bu zayıf noktasını açıkladıktan sonra kitap anarşizmin eksik yanlarına da açıklık getiriyor. Monbiot tarafından anarşizmin insan özgürlüğünü her şeyin üstünde tutması neredeyse gerçeküstü bir mükemmeliyet olarak ifade edilse de devletsizliğin hangi sorunlara yol açtığı da yazar tarafından incelenmiştir. Monbiot savını iki örnekle güçlendiriyor: SSCB çöktüğünde asayiş kimse tarafından kontrol edilemeyen bir grup asiye ve mafya örgütlerine kalmış, bu gruplar da yerel halkı yağmalamaktan geri kalmamıştı. Şiddet ve kontrolsüzlük bir veba gibi yayılmış ve bundan en çok masum insanlar nasibini almıştı. Bu noktada Monbiot incelendiğinde siyasi duruşundan beklenmeyecek bir önerme ile; devlet tarafından her ne kadar şiddet kullanılıyor olsa da bunun belli kurallara göre yapıldığını ve en önemlisi şiddetin keyfi kullanımının engellendiği iddia ediyor. Yazara göre, tam demokratikleşme sürecinden geçmiş devletler, asayiş birimlerinin aşırı güç kullanımı engelleyebilirler ve şiddeti sınırlandırabilirler; tıpkı İngiltere’de devletin vatandaşlarına başka bir “Kanlı Pazar”ın yaşanmayacağını temin etmesi gibi.Bu iki yönetim biçimini karşılaştıran Monbiot, sentezin demokraside yattığının altını çiziyor. Eksikleri olsa da demokrasi kötünün iyisi bir sistem olarak düşünülüyor çünkü her ne kadar hükümetler çoğunluğun oyuyla iş başına gelseler de her zaman onları protesto edecek bir azınlık olacaktır. Demokrasi, anarşizmin tersine devletsizliğin sonucu olarak ortaya çıkan korku ve tehdit duygusunu da ortadan kaldırabilir ve komünizmin tersine muhalefet hakkını savunabilir. Kısacası, demokrasi daha fazla ‘rızaya’ dayalıdır.Monbiot, kitabın üçüncü bölümünde küresel ve uluslararası gücü, ulusal ve yerel bir düzleme karşı savunmaktadır. Bu bölümde yazarın ilk referans noktası Colin Hines tarafından kuramsallaştırılan yerelleştirme (localization) nosyonudur. Hines, günümüz küresel dünyasında zenginin daha da zenginleşirken fakirin giderek yoksullaştığı; bunun da çözümünün devletlerin yerel ekonomilerini korumak adına ithalatı yasaklamaktan geçtiği görüşündedir. Esasen Hines akılcı bir görüş sunuyor gibi olsa da Monbiot, şu karşı tezi geliştirmiştir: Ticareti ya da ithalatı engellemek hiçbir şeyin çözümü değildir; sonuçta ithalatın yasaklanması bu sektörde çalışan birçok işçiyi işinden edecektir. Ancak, dünya çapında stressiz bir iş için grev yapılırsa sektör ciddi bir zarar görebilir. Bu örnekle Monbiot yerel çapta eylemlerin amaca hizmet edemeyeceğini açıklayarak küresel bir hareketin neden şart olduğuna da ışık tutuyor.“Biz Halklar” isimli dördüncü bölümde temelde mevcut dünya düzeninin eksiklikleri ve yanlışları, bazı uluslararası kuruluşlara göndermeler yapılarak ve istatistikler kullanarak incelenmiştir. Birleşmiş Milletler’in (BM) amacı ve işleyişi hakkında yorumlarla bu bölüme devam edilmektedir. Birleşmiş Milletler 1941 yılında ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ve Çin tarafından 3. Dünya Savaşını engellemek amacıyla kurulsa da geçen süre zarfında ülkeler edindikleri küresel güçlerinin azalmasına razı göstermeye başlamıştır. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi her ne kadar demokratik bir yapı olarak lanse edilse de kararları veto etme hakkının her zaman ve her koşulda 5 daimi üyede olduğunun altı çizilmektedir (BM Anayasası 108 ve 109. maddeler). Dolayısıyla isminde ‘güvenlik’ ifadesi geçen bu yapı aslında zorba bir yapıdır. Monbiot başka bir çarpıcı yorumunda ise; tüm dünya vatandaşlarının BM’de eşit olarak temsil edilmesi söz konusu olsa bile, BM bünyesinde demokrasinin mümkün olamayacağı sonucuna varıyor. Çünkü 5 daimi üyenin, tüzüğe göre BM anayasasında dahi söz sahibi oluşu, Birleşmiş Milletler’in yapı itibariyle demokrasiye uygun olmadığını kanıtlıyor. Monbiot bu örneklere dayanarak çözümün, BM’nin yerine kurulacak yeni bir ‘Dünya Parlamentosu’nda yattığını savunuyor. Küresel ve uluslararası güçlerden hesap sorabilen, geniş bir görüşler yelpazesini temsil edecek kadar büyük; ama etkili kararlar alabilecek kadar küçük (10 milyon kişilik bölgeden 600 temsilci), üyelerinin temsil ettiği ülke politikalarından ayrı, özgür kararlar alabildiği, hiçbir devletin veto hakkının olmadığı ve yoksul bir ülkede kurulan, böylece kurulduğu topraklara yatırım da sağlayabilecek bir parlamento.Yazara göre, parlamento olabildiğince çok dilde broşür yayınlayarak ve internet siteleri kurarak, halkın rızasının alındığına emin olmak için müzakereler düzenleyerek ve bir komisyon tarafından tarafsız raporlar sunup ortak kararlar alarak tam demokratikleşme sürecine dahil olabilir ve tam verimle çalışabilir. Öyle ki, parlamento ilerici ve insanlık yararına kararlar almakta gecikmeyecektir. Bu noktada parlamentonun alacağı kararlar, Monbiot gibi politik ve çevreci bir eylemci olan Meyer’in “Kısma ve Yakınlaşma modeli” ile örnekleniyor:[…]Bu model öncelikle insanların, bir yılda gezegeni kızartmadan ne kadar karbondioksit ve diğer sera gazlarını üretebileceği belirliyor. Ardından bu toplam, dünyanın tüm insanları arasında bölünüyor ve her ülkeye nüfusunu temel alarak gaz üretimi için bir kota ayrılıyor. Model, iklim değiştirici gazların hem toplam dünya üretiminde hem de kotalarını aşan ülkelerdeki aşırı üretimde bir kısma (azalma) öngörüyor[…] (s.89)Parlamentonun hangi çizgide yol alacağı ana hatlarıyla belirtilse de Monbiot okuyucudan mükemmellik için uğraşmamalarını istiyor; keza ona göre demokrasi düzensizdir ve toparlamaya çalışmak ise tutsaklığı getirecektir. “Bir Şeyler Kırılıyor” adlı 5.bölümünde Monbiot uluslararası kuruluşları analiz ederken ticaret dengesindeki bozukluk ve ticaret yapma koşulları hakkındaki önerilerini de okuyucuyla paylaşıyor. Yazara göre, bir ülke ne kadar çok borca girer ve ne kadar çok faiz ödemek zorunda kalırsa, ekonomisini kurtarmak ve ihracatını artırmak için yatırım yapacak o kadar az parası olur. Bu devletlere IMF ya da Dünya Bankası tarafından gelecek yardım ise Monbiot’a göre başarısız kalacaktır. Çünkü, BM Güvenlik Konseyi gibi IMF de ticaret savaşının galiplerinden oluşmaktadır. Ticaret konusunu ele alırken yazar, dünyaca ünlü ekonomist Joseph Stiglitz’in Küreselleşme ve Sıkıntıları adlı kitabına da birçok referansta bulunuyor. Stiglitz’ e göre, IMF, zengin bankalara ve güçlü finans spekülatörlerine yardım etmek amacıyla kurulmuştur. Zayıf ülke liderleri, IMF’nin hem kendi kredi fonlarını kesip hem de özel bankalara aynı şeyi yaptırmaları olasılığından IMF’nin ‘köleleştirme’ politikalarına boyun eğmemektedirler. Fakat Stiglitz çarpıcı bir gözleminde ise şu noktaya parmak basmaktadır: Tayland ve Endonezya gibi ülkeler IMF’nin dayattığı politikaları reddederek ve söylenen şeylerin tam tersini yaparak zenginleşmeye başlamışlardır. Bu örnek, hem IMF politikalarının işe yaramadığını göstermekte hem de Stiglitz’in şu savını doğrulamaktadır:Dolayısıyla IMF yatırımcıları ‘peculation’ (zimmete para geçirme) denen eski öğretiyi alıyorlar ve başına bir ‘s’ ekleyip ‘speculation’ (spekülasyon) yaparak saygınlaştırıyorlar. ( s. 125)Monbiot, IMF hakkında yorumlarını cesurca dile getiren Stiglitz’in kaldığı yerden, Stiglitz’in eski iş vereni olması dolayısıyla negatif yorumlardan kaçındığı Dünya Bankası hakkında incelemelerine devam ediyor. Yazara göre, Dünya Bankası’nın asıl amacı savaş sonrası yıkıma uğrayan ekonomileri düzeltmek için uzun vadeli kredi olanakları sunmak olsa da yetki alanının genişlemesi, Dünya Bankası’nın bir baskı organı haline gelmesine neden oldu. Şüphesiz ki G8 ülkeleri ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya’nın Dünya Bankası içindeki oyların %48’ine ait olması ve tek başına ABD’nin %17’lik bir oy oranına sahip olması, Dünya Bankası başkanlığına, tüzüğüne göre, sadece bir Amerikan vatandaşının atanma zorunluluğu ve belki de en masum gibi görünen Dünya Bankası tüzüğünün ‘döviz kuru rezervlerinin dolar olarak hesaplanması’ maddesi ve ABD’nin her ödemeden %3 komisyon alması, Monbiot tarafından Dünya Bankası’nın saygınlığına ve adaletine gölge düşüren maddelerden sadece bir kaçı olarak sıralanıyor.Yazar, Dünya Bankası’nın tarihçesine bakıldığında yanlışın nereden kaynaklandığının görülebileceğini düşünüyor. 1944 yılında ABD heyetinden White ve İngiltere heyetinden (borçlar dengesi sorunundan muzdarip) Keynes tarafından ilk toplantılar gerçekleştirilirken Keynes dahiyane bir fikir öne sürmüştür: alacaklı ülkelerin fazla paralarını borçlu ülkelerin ekonomilerine harcamaya ikna etmek. Bu anlamda Uluslararası Kliring Birliği adında bir banka kurulmasını ve bankanın ‘bankor’ adını verdiği kendi para birimlerini kullanmasını talep etmiştir. Ulusal para birimleriyle takas edilen ‘bankor’ ülkenin ticaret açığını ya da fazlasını örtmek için kullanılacaktı. Her ülkenin son 5 yıldaki ticaretinin ortalama değerinin yarısına eş değer kredi çekme hakkı olacaktı. Limitin yarısından fazlasını kullanan ülke para değerinin %5’e kadar düşürmek zorunda kalacağından aşırı borçlanma önlenecekti. Çektiği kredi limitlerde olan ve ticaret fazlası olan ülkelerin hesabına ise %10 faiz uygulanacaktı. Böylece para birimi arttığından ihracat daha az çekici olacaktı. Kısacası, bu ilginç sistem ile açık veren ülkelerin para birimi azalıp ihracatı canlandırılırken fazlası olan ülkelerde para birimi arttığından ticaret dengelenecekti.Fakat ABD heyeti bunu reddetmiştir ve yazarın savına göre “ne kadar çok para koyarsan o kadar çok oyun olur” politikasını desteklemiştir. Keynes sonuna kadar karşı çıksa da anlaşma imzalanmış ve ticaret fazlası ülkelerin gönüllü olarak açık vermesini ön gören bu sistem kabul edilmemiştir.Monbiot’a göre, ‘Köleleştirme’ politikası güden Dünya Bankası bu gibi tasarıları reddettiği sürece yoksul halklara tek bir çare kalıyor. Tıpkı IMF ve Dünya Bankası’nın yoksul ülkelere borçlarını ödemezlerse ekonomilerini çökertme tehdidinde bulunduğu gibi, yoksul ülkeler de her ne kadar kesin bir ekonomik kriz yaşayacak olsalar da borçlarını ödememe tehdidinde bulunabilir ve hem IMF ve Dünya Bankası’na bir ekonomik çöküntü yaşatabilir hem de bir şeylerin kırılmasına katkıda bulunabilirler.“Dengeleme” adını taşıyan 6. bölümde ise okuyucu, ticaret dengesi hakkında daha detaylı örnekler ve analizler buluyor. Yazara göre, her şeyden önce dünya eğer özenle kullanılır ve adil bir şekilde dağıtılırsa, insanoğlu ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar kaynaklara sahip olabilir. Fakat yazar bunun sürekliliğinin ancak zenginin fakiri sömürmesini engelleyen kurallarla gerçekleşebileceğini vurguluyor.Monbiot’un görüşüne göre, dünyanın en güçlü ve zengin hükümetleri uluslararası ticaret ilişkisini “serbest” ekonomi olarak adlandırıyorlar; fakat serbest ekonomi sadece zenginin ticaret yapmasına olanak tanırken fakiri sınırlandırıyor. Örnek verilecek olursa; Monbiot yaptığı araştırmalar sonucunda, 2002 yılında, ABD’nin sadece 25 bin pamuk işçisine 3.9 milyar dolar verdiğini ve bunun dünya fiyatlarında %26 düşüşe neden olduğunu iddia ediyor. Yani ‘süper güç’ Amerika’nın tek bir ticari kararının, yoksul dünyada on milyonlarca insanın geçim kaynağını yok ettiğini savunuyor (s.160). Bu analizinde bir ironi de ortaya çıkarılıyor Monbiot tarafından. Serbest ekonominin hamisi olarak gösterilen İngiltere, devletçilik ilkesini sıkıca benimseyerek, işlenmiş ithal ürünlere ambargo ya da yüksek vergiler koyarak ve yerel ürünleri teşvik ederek savaş sonrası ekonomisini güçlendirmiştir, yani yerel hammaddeler korunarak yerelleşme savunulmuştur. Bu görüşe ek olarak yazar, yerli üretimin desteklenmesi gerektiğini, fakat eğer yerli üretimi sağlayacak malzemeler ya da parçalar yoksa ülkenin daha çok hammadde ihracatı yapmak zorunda kalacağını savunuyor. Dolayısıyla aynı miktar kazanç için daha fazla emek ve zaman harcamış olacaktır.Bunun yerine, yazar, Adil Ticaret Örgütü kurulmasını talep etmektedir. Yazara göre, Adil Ticaret Örgütü bir ruhsatlandırma kurumu gibidir. Bu kurum denetlemeler yapıp, belirli standartları geçmiş şirketlere ticaret verme izni verebilir. Bu yüzden zorunlu, küresel bir yönetmelikler bütünü oluşturulmalıdır. Örneğin, şirketler sosyal ve çevresel tahribatlarının sonucu bir bedel ödemeye zorunlu kılınmalıdır.Sosyal platformda adil ve demokratik bir parlamento ve meclis kuran Monbiot, ticaret bağlamında da adaleti sağladıktan sonra bütün bu zincirleme reaksiyonun fitilinin nasıl ateşleneceğinin ipucunu da son bölüm olan “İktidar Olasılığı”nda açıklıyor. Yorumlarını okuduktan sonra okuyucularının bir şeylerin yapılması gerektiğinin farkına varacağını tahmin ettiğini belirten Monbiot, harekete geçilmediği ve bir çıkış yolu hayal edilmediği sürece kanımızı uyuşturan diye bahsettiği tembellikten sıyrılamayacağımızı düşünüyor. Bu kitabın çok kapsamlıolmadığının altını çizerken başka insanların bu önerileri daha da iyiye götürüp, geliştirip bu yeni mutasyon için kullanmaları çağrısında bulunuyor. Sonuç olarak, bütün bu analizlerden öte Monbiot’un değişimi, kendi deyimiyle, “belirsiz bir ‘onlara’ değil belirli bir ‘size’ bağlı” kalıyor.Kitaba eleştirel bir gözle baktığımızda, dikkati çeken ilk nokta, Monbiot’un bazı fikirlerinin çelişki yaratıyor olmasıdır. Örneğin; anarşizm ve demokrasinin, şiddet kullanımı açısından farklarını karşılaştırırken, Monbiot, devletin her koşulda keyfi ve nedensiz şiddet kullanımını engelleyeceğini savunmaktadır. Son yıllarda yaşanan olaylar gösteriyor ki, devlet kaynaklı terörizm (state terrorism) giderek artmakta ve şiddet, kasıtlı bir devlet politikası haline gelmektedir. Örneğin; İslam fobisi ya da anti-Amerikanizm gibi anlayışlar adeta bir grup üzerinde şiddeti teşvik etmekte ve düşmanca duyguları körüklemektedir. Demokratik olduğunu iddia eden bazı devletler, çıkarları yüzünden başka bir devletin masum insanlarını öldüren terör örgütlerine maddi yardım yapmaktan kaçınmazken, bazı devletler ise belirli bir grubun dini ve milli figürleri hakkında sözde demokratik yayınların yapılmasına izin vererek hem dolaylı yoldan belirli bir grubu şiddete kullanmaya teşvik etmekte hem de diğer grubun doğruyu yansıtmayan haberlere inanmasını sağlayarak kültürler arası barışı yıkmaktadır. Bu iki örnekte de yönetim biçimi anarşi değilken, demokrasi tanımına uygun bir karşılık bulamamaktadır ve “şiddetin keyfi kullanımı ve öfke duygusunun yaratılıyor olması” şüphesiz ki Monbiot’un savının sadece teoride kaldığını da göstermektedir.Fakat bunun gibi birkaç çelişkinin kitabın inandırıcılığını ve objektifliğini zedelediği söylenemez. Keza, Monbiot’un araştırmacı gazeteci kişiliğinin de kitapta açıkça görülebileceği de altı çizilmesi gereken başka bir ayrıntıdır. Verdiği detaylı istatistikler, tezinin inandırıcılığını artırırken, genel olarak başka ekonomistlere verdiği referanslar ve sayısal örneklerin ekoloji ile ilgili oluşu ise okuyucunun dikkatini daha çok çekmekte ve teorilerin pratiğe dökülmesi açısından gerçekçi kanıtlar teşkil etmektedir.Sonuç olarak, Monbiot kitabında ticaret, politika ve çevre konularını ‘yeni bir mutasyon’ deklarasyonu olarak incelemekte ve okuyucuya cesur yorumları, çevre bilinci ve farklı bakış açısıyla her zaman karşılaşamadıkları bir önermeler paketi sunmaktadır.Mayıs 2007, JTW Türkçe

*


George Monbiot seeks to uncover what many have suspected but few have been able to prove: that big business is taking over Britain. "Captive State" documents the end of representative government in Britain. The traditional business of government - economic and development planning, law and order, protection of the workforce, consumer and environment - is rapidly being twisted out of its hands. The state is no longer the initiator of policy but an increasingly helpless bystander. Quietly, the state, the police, academia and the nominally independent media are falling into the hands of private business. And as institutional corruption strikes at the heart of public life, in a contrast between the desires of big business and the needs of the electorate, the electorate loses out every time.


*

GEORGE MONBIOT
Yeni Şovenizm

Uyruğumdan utanmıyorum, ama bu ülkeyi neden bir başka ülkeden daha çok sevmem gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yok. Kendi ülkelerimizi ilk sıraya koymaktan vazgeçtiğimizde, dünya daha mutlu ve güvenli bir yer haline gelecek.
Bombalamalardan ulusal bir görüş birliği doğdu: Britanya'da bize gereken şey yeni bir yurtseverlikmiş. Sağ kanat gazeteler, eski hizmetçilerle sıcak biralar hakkında her zamanki gürültüleri çıkarıp duruyorlar; ama son on gün içinde, bunlara the Guardian'dan Jonathan Freedland, the New Statesman'dan Tristram Hunt, the New Statesman'ın kendisi ve ağzını terörizm ve ulusal kimlik üzerine açan hemen herkes katıldı.
Bu görüş birliğinden cesaret bulan the Sun, şimdi, bu ülkeye sadık olmayan herkesin ülkeyi terk etmesi gerektiğinde ısrar ediyor. (1) İşler böyle giderse, benim de sınır dışı edilmem uzun sürmez.
Öne sürülen şey şöyle: Yurtsever insanlar birbirlerini tahrik etmez. Yurttaşlık kodları ve Britanya'nın faziletlerine genel bir inanç olursa, yurtiçi terörizmin gerçekleşme ihtimali düşük olur. Jonathan Freedland'in söyleyişiyle, "sadakatin sürekli olarak aşılandığı" ABD, "kendi topraklarında boy atmış bir İslami terörizmle hiç sürtüşmüş değil." (2)
Bu doğru olabilir (ABD'de Müslüman olmayan bir sürü saldırı olmasına karşın). Ama yurtseverlik, yurttaşların birbirlerine saldırmaya meylini azaltırken, devletin diğer devletlere saldırma meylini artırıyor; çünkü devlet halkının desteğine daha çok komuta edebileceğini biliyor. Eğer yurtseverlik ABD'de bunca güçlü bir kuvvet olmasaydı, Bush Irak'ı işgal edebilir miydi?
Ulusal bağlılığın insanların çektiği acıyı hafiflettiğini öne sürebilmek için, yurtiçi terörizmin, hepsi ulusal çıkar adına gerçekleştirilmiş olan bütün bölgesel ve sömürgeci savaşların, etnik temizlik eylemlerinin ve holokostun acılarından daha az zarar verdiğini iddia edebilmeniz gerekir. Buna inanmak içinse, yalnızca yurtsever olmanız yetmez; şovenist de olmalısınız.
Freedland, Hunt ve the New Statesman'ın önde gelen diğer yazarlarının, elbette bununla ilgisi yok. Hunt, Britanyalılığın "kurumlardan çok değerlere dair" olması gerektiğini öne sürüyor: Britanya'nın "mükemmel bir siyasi liberalizm ve entelektüel araştırma tarihi var; bu da bize dünyanın her tarafından gelen düşüncelere, dinlere ve felsefelere açık bir kamusal alan veriyor." (3) Doğrudur, ama bu değerler yalnızca Britanya'ya özgü değildir; bir de bu değerleri uyandırmak için neden yurtsever olmamız gerektiğini anlamak biraz zor. Britanya'nın korkunç bir emperyalizm ve domuz kafalı bir kafatasçılık tarihi de var; bayrağı salladığınızda bu tarihlerden hangisini övdüğünüzden kimse emin olamaz. Liberalizmi savunmak istiyorsanız, savunun da; sevginizi belli bir ülkenin belli değerlerinin etrafında toplamak niye?
Bu arada, liberal bir yurtseverlik tam olarak neye benzer? Ülkenizin çıkarlarıyla başka birininki çatıştığında, yurtseverlik, tanım itibarıyla, kendi ülkenizinkini seçmenizi ister. Bunun tersine, enternasyonalizm, insanlar için, nerede yaşadıklarına bakmaksızın, en iyi olanı ya da onlara en az zarar verecek olanı seçmek demektir. Enternasyonalizm bize, Kinşasa'da yaşayan birinin Kensington'da yaşayan birinden hiç de değersiz olmadığını ve 101 Kongolu pahasına 100 Britanyalının çıkarını savunan bir politikayı izlemememiz gerektiğini söyler. Yurtseverlik, bir anlamı varsa eğer, bize 100 Britanyalının çıkarını üstün tutmamız gerektiğini söyler. Bunu liberalizmle nasıl bağdaştırırsınız? Bunun ırkçılıktan farkını nasıl açıklarsınız?
İşte bu, her doğru dürüst düşünen kişinin kendi Orwell'iyle kapıştığı noktadır. Koca bilge "yurtseverliğin muhafazakarlıkla bir ilgisinin olmadığını" savunup (4) "İngiltere'nin entelektüellerinin kendi uyruklarından utandıkları belki de tek ülke olmasından" yakınmamış mıydı? (5) Öyle yapmıştı. Ama bunları 2. Dünya Savaşı sırasında yazmıştı. Hitler'le savaşmak gibi bir görevimizin olduğuna -ve böylece bir tarafı tutmamız gerektiğine- kuşku yoktu. Taraflar da ulusal çizgilerle belirlenmişti. Britanya'yı destekleyemiyorduysanız, düşmana yardım ediyordunuz. Ama bugün bizi öldürmeye çalışanlar Britanya yurttaşı. Bizden uyruklarıyla değil, ideolojileriyle ayrılmış durumdalar. Teröristleri harekete geçirenin Irak'ın işgali olmasına varana, Britanya'nın bu işgale katılmasına olanak sağlayan şeyin yurtseverlik olmasına varana kadar, bizi bu pisliğin içine sürükleyen şey yurtseverlik olmuştur.
Çoğu heveslinin bizden göstermemizi istediği bu bağlılık, seçici bir bağlılık. Bir Nazi sempatizanının büyük torunu, birkaç vergi sürgünü ve Amerika vatandaşlığına sahip bir Avustralyalının sahip olduğu sağ kanat basın, kurumlarımızı Avrupa'dan korurken amansız derecede milliyetçi, ama çoğumuzu ABD'ye teslim etmenin peşindeler. Cotswolds'a bayılır, Galler'den nefret eder. Cılız, aristokratik kadınlara, ikinci bir eve bayılır, yontulmamışlardan, çingenelerden, yoksul konutlarından ve karavan parklarından nefret eder.
İki hafta önce, the Telegraph, benimsenmesi halinde yeni bir terörist saldırıyı engelleyeceğini öne sürdüğü, "Britanya kimliğinin 10 temel değerinin" listesini yayımladı. (6) Bunlar bağrımıza basmayı tercih edeceğimiz değerler değildi, ama "kimliğimizin tartışılmaz bileşenleriydi". Bunların arasında, "kraliyetin parlamentodaki egemenliği" ("Lordlar, Avam ve kraliyet bu topraklardaki en üst yetkeyi oluşturur"), "özel mülkiyet", "aile", "tarih" ("Britanyalı çocuklar ... bir dizi muazzam ulusal başarıyı miras alırlar") ve "İngilizce'nin konuşulduğu dünya" ("11 Eylül 2001'deki acımasız saldırılar yabancı bir ülkeye karşı değil, anglodünyaya karşı düzenlenmiştir") yer alıyordu. Bu tartışılmaz talepler teröristlerinkinden o kadar da farklı değil. Ebedi bir halife yerine ebedi bir monarşi. İslami bir tarih görüşü yerine Eton usulü bir tarih görüşü. Ümmet yerine, anglodünya.
Beni bu ülkeden nefret ettirecek bir şey varsa, o da the Telgraph'la "tartışılmaz bileşenleri". Beni Amerika'dan nefret ettirecek bir şey varsa, o da Cumhuriyetçi Parti kongresi sırasında, Zell Miller'ın kendilerini "bu deniz komandosunu Amerikan birliklerine kurtarıcı yerine işgalci diyen birinden daha fazla kimse çıldırtamaz" (7) diye bilgilendirdiği kalabalığın ayağa kalkıp "ABD, ABD" diye bağırması. Her zamanki gibi, bizden teröristlerin işini yapmamız bekleniyor; bu ülkeyi onların adına çirkinleştirmemiz.
Ben Britanya'dan nefret etmiyorum, uyruğumdan da utanmıyorum, ama bu ülkeyi neden bir başka ülkeden daha çok sevmem gerektiğine dair en ufak bir fikrim yok. Bu ülkenin sevdiğim yanları da, sevmediğim yanları da var; aynı şey gittiğim her yer için de geçerli. Yurtsever olmak, kendinize yalan söylemektir; kendinize, yurtdışında ne görürseniz görün, bunun karşısında kendi ülkenizin diğerlerinden daha iyi olduğunu söylemektir. Bunu gözlerinizin sunduğu kanıtla da, insanlığın eşitliğine olan inançla da bağdaştırmak mümkün değil. Orwell'in 1940'ta talep ettiği yurtseverlik, ancak diğerlerinin yurtseverliğiyle karşı karşıya gelindiği zaman gereklidir: Britanyalıların safları sıklaştırmasını gerektiren 2. Dünya Savaşı, eğer Hitler Almanların ulusal bağlılıklarını sömürmeseydi gerçekleşmeyebilirdi. Kendi ülkelerimizi ilk sıraya koymaktan vazgeçtiğimizde, dünya daha mutlu ve güvenli bir yer haline gelecek.
* George Monbiot'nun the Guardian'da 9 Ağustos'ta yayınlanan yazısını Tolga Korkut Türkçeleştirdi.
1. Eg Richard Littlejohn, 26th July 2005. Patriotism. The Sun.
2. Jonathan Freedland, 3rd August 2005. The Identity Vacuum. The Guardian.
3. Tristram Hunt, 1st August 2005. Why Britain is Great. The New Statesman.
4. Orwell bu ifadeyi hem My Country Left or Right (1940) hem de The Lion and the Unicorn'da (1940) kullandı. İkisi de şu kitapta yer alıyor: George Orwell, 1968. Essays. Penguin, London.
5. George Orwell, 1940. The Lion and the Unicorn. age.
6. Leader, 27th July 2005. Ten core values of the British identity. The Telegraph.
7. Miller'ın konuşmasının tam metnini şu adreste bulabilirsiniz:
http://www.cnn.com/2004/ALLPOLITICS/09/01/gop.miller.transcript
kaynak:www.bianet.org
*



George Monbiot
İnsanlığın Duyarsızlaşmasıyla Medeniyet Sona Eriyor
Tarih: 1 Kasım 2007

Kaynak: Açık Radyo

Yazan: George Monbiot

Çeviren: Nuray Soysal

Birkaç hafta önce, çevre hakkında yazılmış en önemli kitap olduğunua düşündüğüm bir kitap okudum. Sessiz Bahar, Küçük Güzeldir hatta Walden da değil. Kitapta, grafikler, tablolar, rakamlar, öngörüler, kanıtlar yoktu. Ya da onu diğer çevre yazınının çoğundan farklı kılacak iç karartıcı bir cümle bile içermiyordu. Bu bir roman, bir yıl önce yayımlanmış ve dünyaya bakışınızı değiştirecek. Cormac McCarthy'nin kitabı The Road (Yol), dünya biyosferini kaybederse ve yeryüzünde tek canlı olarak, ölü ormanlarda ve külün içinde yiyecek için avlanan insan ırkı kalırsa neler olabileceğinden bahsediyor. Olay başlamadan birkaç yıl önce, kitabın kahramanı, üzerinden uçan son kuşların sesini duyuyor: “yarı sağırlaşmış biçimde kilometrelerce yüksekte dönüp duruşları, bir kasenin kenarında gezen böceklerinki kadar anlamsız” McCarthy bunun olabileceğini yazmıyor, ama olursa sonuçlarının neler olabileceği hakkında fikir veriyor. Önceden var olan tüm sosyal kodlar yok oluyor ve yerini önce organize katliamlar, ardından da kaotik ve kör bir korku alıyor. Geride kalanlar başka ne yapıyor? Tek kaynak insan… McCarthy, insanlık zamanında, nükleer kış nedeniyle bile yeryüzünde bunun olabileceğini düşünmenin zor olduğunu söylüyor. Ancak bu düşünce egzersizi, teknolojik kibrimizin bizi nasıl kör ettiğini korkunç bir şekilde gösteriyor: biyolojik üretime bağımlılığımızın bâki kalışı. Medeniyet, sadece biyosferin tenindeki bir kızarıklık gibi, çevresel değişimin, bir giysinin kolununki gibi, tahriş edici etkisine karşı dirençli değil. Yol’u bitirdikten altı hafta sonra bile etkisinden kurtulamadım. Birleşmiş Milletler’in gezegenin durumu üzerine son raporunu okuduğumda, zihnim haftalarca bazı rakamlara takıldı. Bazı önemli noktalar - hemen her yerde benzin artık kurşunsuz ve sülfür emisyonları zengin ülkelerin çoğunda kısıldı- ve bir dolu can sıkıcı konu var. Ama beni özellikle durduran üretim meselesi oldu. Tahıl üretimi son 20 yılda arttı (1980’lerdeki hektar başına 1,8 tondan bugün 2,5 tona yükseldi), ama yine de nüfus artışıyla aynı oranda değil. “Dünyada kişi başına düşen tahıl üretimi 1980’lerde en üst düzeye ulaştı, o dönemden bu yana da düşüyor.” 2050 yılında dünyada kabaca 9 milyar insan olacak: Onları beslemek ve açlık konusunda milenyumun gelişme hedeflerini tutturmak için dünya yiyecek üretimini iki katına çıkarmak gerekiyor. Atıkları azaltmayıp, aşırı yemekten, biyoyakıtlardan ve et tüketiminden vazgeçmediğimiz sürece, tahıla olan ihtiyacımız bugünkünün üç katına çıkacak. Burada iki sınırlayıcı unsur var. Biri, raporda öylesine söz edilen fosfat meselesi: Gelecekte, rezervlerin nerede olabileceği çok açık değil. Daha acil sorun ise su. “Milenyumun açlığa karşı hedeflerini tutturmak için tahıl üretiminde, 2050 yılında, bugünkünden iki katı fazla su kullanılması gerekiyor.” Nereden gelecek bu su? “Su kıtlığı birçok bölgede şiddetli hale geldi ve tarım yeraltı sularından, akarsulardan gelen sudan aslan payını alıyor.” Dünyanın büyük nehirlerinin yüzde 10’u artık yıl boyunca denize ulaşamıyor. 148. sayfada şu açıklamayı buldum: “Bugünkü eğilimler devam ederse, 1,8 milyar kişi 2025 yılında kurak bölgelerde ve ülkelerde yaşıyor olacak ve dünya nüfusunun üçte ikisi su sıkıntısıyla karşı karşıya kalacak.” Aşırı tüketim ve ormansızlaştırma sebeplerden biri, ama kuraklığın en önemli nedeni iklim değişikliği. Su ihtiyacının çok fazla olduğu yerlerde yağmurlar azalacak. O halde, en azından, karbon emisyonlarında nasıl bir azalma sağlayacağız? Dünyayı besleyebilecek miyiz? Birçok ülkede bu yetersizlik yüzünden çıkacak sosyal kargaşalardan nasıl korunacağız? Göle bir taş düşüyor, ama birkaç saniye sonra herşey yine süt liman. Sayfayı çeviriyor ve hayatınıza devam ediyorsunuz. Geçtiğimiz hafta küresel ısınmanın yeryüzündeki canlıların yarısını yok edebileceğini öğrendik. 25 canlı türü yok olma sınırında; karbon emen biyolojik unsurlar, öngörülenden on yıl daha önce karbon salmaya başladı. Ama yine de herkes bir başkasının harekete geçmesini bekliyor ve seyrediyor. Konuşulmayan evrensel düşünce şu: “Eğer gerçekten çok ciddi bir durum olsaydı, birileri bir şey yapmaz mıydı?” Cumartesi günü, BM raporundan biraz nefes alayım diye (kim demiş çevreciler eğlenmeyi bilmez diye?) Birmingham’daki yol protestocuların toplantısına gittim. Ülkenin her yerinden gelmişlerdi ve 18 yeni şema ortaya çıkarmışlardı. İngiliz hükümetinin planladığı yeni yol projelerinin bir kısmı. Çevre Bakanı Hilary Benn’in dün açıkladığı iklim değişikliğiyle mücadele planı memnuniyetle karşılanmıştı. Ama hükümet, havacılık, inşaat, kömür madenleri, petrol araması, ulaştırma gibi büyük sektörlerde emisyonları artıracak politikaları desteklemeye devam ediyor. Peki, o zaman planlanan yüzde 60 kısıntı nasıl sağlanacak? Kimse bilmiyor, ama muhtemel cevap planın önemli maddelerinden birinde gizli: karbon ticareti. Hükümet, Britanya’da yüzde 60 kısıntıya gidemezse, bunu bizim yerimize yapan ülkelere ödemede bulunacak. Ama ticaret, ancak küresel kısıtlamada tutturulması planlanan hedefler küçükse işe yarar. Küresel ısınmadan korunmak için, dünyadaki emisyonlardan büyük bir miktar kısıtlamalıyız. Britanya’nın karbon ticareti yapacağı ülkelerin çoğu da kendi büyük kısıntılarını yapacak sonra da artanı bize satacaklar. Çok geçmeden karbon kredimizi Mars veya Jüpiter’den satın almak zorunda kalacağız. İklim değişikliğinden korunmanın tek yolu, şimdi ve burada karbon emisyonlarını azaltmaktır. Peki, harekete geçmek için bizi kim ikna edecek? Muhalefet partilerinin politikaları ne kadar güçlü görünse de onları harekete geçirecek seçmenler arkalarında olmadıkça devam edemezler. Medya bizi harekete geçiremez. BBC, tarafsızlığını bozmama korkusuyla ‘Planet Relief’i (Gezegeni Kurtarmak) yayından kaldırıyor –Allah korusun, toplu yok oluşa karşı çıkabilir-, ama her hafta akışına koyduğu yarışma ile, Black and White Minstrel Show’unkine* benzeyen bir ilgiyle karşılanan programı–Top Gear’ı- yayınlamaya devam ediyor. Haftalık program, daha fazla seyahat etmeye, daha hızlı araba kullanmaya, daha büyük evler inşa etmeye, daha fazla satın almaya yönlendiren programlarla tıka basa dolu; hiç biri kuralları bozmuyor, yani gerçekten iş dünyasının çıkarına dokunmayan, üst sınıfın duyarlılıklarını pohpohlayan programlar. Medya, korku ve reklamla yönetilirken, umutsuzca tüketim ekonomisinin yanında ve biyosferin karşısında yer alıyor. Bana öyle geliyor ki, bizden sonraki insanları ‘Yol’dan aşağı itiyoruz. McCarthy, biyosfer gittikçe büzülürken, kitabın kahramanının temel inançlarındaki çöküşü tanımlıyor. Öyle hissediyorum ki, bu her an olabilir: Çıkarlarının zora girmesi ve duyarsızlaşma zengin dünyanın insanları arasında görülüyor . Bu doğruysa, medeniyetin başının dertte olduğuna karar vermek için ormanların yanmasını ya da besin kaynaklarının tükenmesini beklememeliyiz.

-------------------------------------------

29 Eylül 2008 Pazartesi

Kâinat Nedir?


Sevgili Fikir Yongacıları,

Önce bütün arkadaşların bayramını kutluyorum. Seri sevinçlere vesile olsun.

4 Ekim Cumartesi günü saat 14.30’da CERN deneyleri ile bütün dünya çapında yeniden önem kazanan bir konuyu, Kâinat nedir?’i işleyeceğiz.


Geçen toplantımızda bilindiği gibi Yeni Dünya Düzeni konusuna giriş yapmıştık. Bütün dünyada vahşi kapitalizmin sürdürücülerine karşı tepki büyümekte ve yayılmakta. Önümüzdeki toplantılarda meydana gelen ekonomik krizlerin ve bu tepkilerin nasıl bir geçiş yaratacağını ve neye gebe olduğunu hep birlikte irdeleyeceğiz. Bilinç açıcı entelektüel çabalar insansever bir küreselleşmenin tesisine bizim koyacağımız minik bir tuğlacık olacak.

SineOda bildiğiniz gibi ekim ayının ortasından itibaren başlayacak. Sizlere en kısa zamanda üç aylık programı bildireceğiz.

Görüşmek üzere,

Selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni


KÂİNAT NEDİR konusu ile ilgili konuşma başlıkları

Kâinat nasıl oluştu?

Big Bang’e bilimsel bakış.

Mistik yorumlarla yanaşma. http://kutuphane.uludag.edu.tr/Univder/PDF/ilh/2000-9(9)/htmpdf/M-41.pdf

Zaman nedir?

Düz bir çizgi olarak zaman.

Çember ya da helezon yaklaşımı.

Zamanda yolculuk mümkün müdür?

Paralel evrenler? Bilimkurgu ya da gerçek?

Eski evren modeli.

Herkesin bir yıldızı var mı?

Sonlu ama sınırsız kâinat modelhttp://www.pbs.org/wnet/hawking/universes/html/bound.htmli

Fizikte ve biyolojide en yeni gelişmelerin ışığında varoluş.

CERN’in daha on fırın ekmek yemesi gerekli mi?



NOT: Zaman’a özel bir ilgi göstereceğiz. Aşağıda küçük bir zihin alıştırması bulunmakta.



ZAMAN KAVRAMI

Zaman, iki hareket arasındaki süredir. Hareket ve maddenin nesnel hali zamanla belirir. Zamanın olmadığı yerde , nesnellikte yoktur! Bu nedenle zaman cismin kesinlikle belirleyici faktörüdür. Hareketin hızı zamanın da hızıdır. Görelilik ve kuantum varsayımlarına göre zaman ile uzay birbirleriyle doğrudan ilişkili ve bağlantılıdır. Zaten zaman ile uzay birlikte anlamlıdır. Biri olmadan diğerinin olması mümkün değildir. Bunu şöyle özetleyelim : elektrik yükünün çevresindeki elektrik alanı , o elektrik yükünün bir bağlantısıdır. Tıpkı bunun gibi geometri ile kinamatik 'den oluşan eğri yada düz uzay-zaman metrik alanı damaddenin bir bağlantısıdır. Elektrik yükü olmadıkca, elektrik alanı nasıl olmaz ise ; maddesiz bir '' metrik alan'', eş anlamıyla '' uzay-zaman '' da varolamaz. uzayla zaman, düşünsel tasarımlar değil , maddesel nesnenin içinde bulunan nesnel zaman-uzay madde somutluğundan oluşmuş bir bütündür. Böylece uzayın boyutları kadar zaman boyutunun kendiside uzay boyutlarının bir devamı niteliğinde bir nesnel uzam boyutu olarak varolmaktadır. Madde özünde ışıma kuatlarından oluşma bir yapıdır. Bu ışıma kuantları kendilerini özde zamansal bir varoluş olarak, bir frekans olarak bir zaman yapısı olarak ortaya koyarlar.

Zaten Birleşik Alanlar Teoreminin özündeki ana fikir 'de ışık kuantları düzeyinde elektrik alanı - manyetik alanı ve gravitasyon alanlarını tek bir alan yapısı altında formüllemekten başka bir şey değildir. Bu ise elektro-gravitasyon alanı denebilecek yeni bir alan anlayışını öngörecektir. Eğer elektrik- manyetik ve gravitik alanlar içerisinden zaman kayması -boyut değişimi hadiselerini açıklayabilirsek bir Birleşik Alan Kuramı anlayışına sahibiz demektir.

Zaman mekanı (uzayda bir noktayı) temsil eden enerji dalgasının dördüncü boyut çizğisi boyunca yer alan önceki ve sonraki salınım değerlerinin bir toplamıdır.Geçmiş - gelecek ve şimdi olmak üzere üç zaman dalgası vardır.

Bir dördüncü boyutta üst-üste binen ya da yanyana gelen iki ayrı zaman dilimindeki- iki ayrı olayı -üç boyutlu zihnimizle hayal edebilmek oldukça güçtür. Zaman'ı fiziksel bir uzunluk olarak görebilmeyi başardığımızda onu eğip-bükerek geçmişin ve geleceğin fiziksel noktalarıyla bitiştirebileceğimiz gerçeği ortaya çıkar.

Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır, bir boyuttur ya da bir uzamdır derken 'zaman fenomeninin' enerji alanlarına bağlı bir titreşimsel ritmin yansıması olduğunu bilmeliyiz.Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının birbirine devreden zaman titreşimlerinin- uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle senkron hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini ifade etmek istiyorum.Dev elektromanyetik düzeneklerce 'uzay-zamanın enerji vakumu' içerisinde yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizgilerince zamanda ya da mekânda kaymalara uğrayabilirler.

Aslında zaman boyutlarının dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda, katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız herşey tüm binalar, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan-içine alan 'Geçmiş-Şimdi-Gelecek' dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.Bu
bilgi bize kendi zaman boyutumuzu nasıl etkileyerek değiştirebileceğimize dair derin bir öngörü sunar! Sonuçta basit bir anlamda zamanmakinesi modeli yüksek güç ve frekanslarda elektromanyetik alanlar üreten bir araç olarak karşımıza çıkar. Bu araç kendi alansalenerjisiyle ''bir alan frekansı yapısında olan zaman'a'' doğrudan etki ederek bir tür frekans bandı yapısında olan zaman dalgaları(boyutu) içerisinde ileri ve geri yer değiştirebilir. Zaman'ın, maddeyi oluşturan enerjinin titreşimsel bir ritmi oluşu, zaman'ın maddeden ayrılmaz olması anlamına gelir.

Zaman burada, maddesel oluşumun yapısına karışan bir öğe durumundadır. Öyleyse enerji denetimi ile zaman'ın akışı da(ritmi) denetlenebilir. Ayrıca konuya şöyle bir yaklaşımda da bulunabiliriz; Evren, doğa, insan ve zamanı ayrı ayrı düşünmek yerine, hepsini içiçe düşünmek ve bir bütünün parçaları gibi algılamak gerekir. Öncesiz ve sonrasız zamanı, evrenin yaratılışına paralel olarak düşündüğümüzde ortaya evrensel zaman çıkmaktadır.Bu zaman kavramı, herşeyi içine alan bir karekterdedir. Zaman deyince, insan aklının sınırlarını zorlayan zaman kavramı budur.

Aslında tüm evren tek bir evrensel zaman dalgası kalıbı içerisnde kendini gösterir.Fakat zaman o kadar plastiksi bir yapıdadır kievrendeki madde ve enerji dağılımına bağlı olarak farklı yerlerde farklı hızlarda akarak zaman/uzay çerçevesini delmeyecek şekilde esneklikler gösterebilmektedir.Yani temel zaman dalgası harmonik sapmalar ve esnemeler yapmaktadır.Ama hiç bir madde ve enerji olağan koşullar zorlamadıkça temel zaman alanının dışına çıkmaz. Her varlığın yapı ve konumları itibariyle, izafi zamanları vardır.Zaman, evren boyunca ne kadar esneyip kasılsa da ''zaman'ı'' heryerde geçerli olmak üzere genel bir an olarak nitelemek yerinde olur.Buradan hareketle, doğası açısından zamanın tekliği ve sabitliği söylenebilir.Zaman boyutlar içinde farklılıklar gösterir.Bizim için çok önemli olan zaman olgusu, farklı bir boyutta belki hiç önemli olmayacaktır.

An,evrenin heryerinde şimdi değildir.Her yerin, her sistemin kendine özgü bir zamanı vardır.Bu nedenle, bir olayla ilgili, her sistemin yaşamakta olduğu zamanı, bu sistemin diğer sistemlere olan relatif, yani izafi durumunu belirlemezsek,o olayın şimdi ve bu anda olduğunu söylememiz
imkansız olur. Bizim için şimdi ve sonra kavramları, başka bir boyutta, farklı bir şimdi ve sonra kavramı haline dönüşür. O halde bizim için “an” şimdi olmakla birlikte,başka bir boyutta şimdi değildir.Acaba evren insanın bildiği üç boyuttanmı oluşmuştur?Başka boyutlar var mıdır?Ancak zaman, mekan içinde bir dördüncü boyuttur.Evet başka zaman/uzay süreklilikleride vardır.Zaten boyut farkına neden olan şey farklı zaman akış hızları yada farklı zaman fazları denen şeydir.

Aslında ne ilginçtir ki, kendi zaman ve mekanlarına sahip farklı boyutlar burda bizim zamanımızda kesişiyorlar. Yani iç-içe farklı boyutsal realiteler vardır.Ve her boyut bir temel titreşim düzeyini(temel zaman alanını) ifade eder.Buna göre bu boyutlardan birine ait bir maddenin titreşim frekansının bir şekilde diğer boyutlardan etkilenerek bir anda diğerine atlaması anlaşılmaz birşey değil! Cisimler bir anda başka bir boyuta geçiyor ve sonra yeniden kendi boyutunun frekansına dönüyor.Zaman frekansları bizim şu anımızdan geçmiş ve geleceğe doğru açılan bir zaman çizgisini oluşturmakla birlikte, Şu AN'ın zaman frekası dalgasını genişletecek olursak bizim geçmiş ve geleceğimizde yer almayan farklı bir uzay/zaman sürekliliği içerisine doğru kendimizi kaydırmış oluruz. Bu zamanda yolculuk değildir. Sadece farklı bir paralel evrene geçiştir.Oranın kendine göre farklı bir zaman akış hızı vardır. O boyut bizim zaman/uzay sürekliliğimizden ayrı bir maddesel realitedir.

----------------------------------------------