Küreselleşme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Küreselleşme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Göçün ikinci 40 yılı


Şaşırtıcı bir yakın gelecek bizi bekliyor
Göçün ikinci 40 yılı


Birkaç yıl önce Hollanda’daki Türkler göçmenliklerinin 40. yılını kutladılar. Bu yazının konusu gelecek 40 yıl içinde olacaklar. Önce biraz geriye gidelim. Çok değil yirmi beş yıl önce bile Avrupa’da kimsenin evinde bilgisayar yoktu. Cep telefonları tedavüle girmemişti. Araba navigatörlerini ise bilimkurgu filmlerinde görmekteydik. O halde çok yakında yaşamımızda bayağı hayati değişiklikler meydana gelecek. Şu anda bile belirtileri var.

Avusturalyalı gelecek bilimciler Richard Watson ve Ross Dawson önümüzdeki kırk yıl içinde neler olacağına dair bütün dünyada yankı uyandıran bir çizelge hazırladılar.

Kara trenlerle Avrupa’ya çalışmaya gelen, Türkiye’ye telefon edebilmek için postahanelerde saatlerce bekleyen, banka havalelerinin bir hafta, on gün içinde alıcıya varmasına çok sevinen birinci kuşak insanımızın çocukları ve torunlarını akıl almaz bir gelecek beklemekte.

İki gelecek bilimcinin bütün dünyada çok popüler olan liste sayısız dergi ve gazetede yayımlandı. Bu listeyi bu derecede ilginç kılan özellikleri bu yazımızda ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Hayatımızdan çıkacak ve hayatımıza girecek şeylerin listesi gerçekten çok ilginç ve düşündürücü.


2010
Hayatımızdan çıkacaklar
Mektup yazmak en başta geliyor. Şu anda bile elektronik posta kağıtla yollanan postanın yerini ciddi ölçüde almış durumda. Bilgisayarı daha fazla kullandığmızda mektup yazmak gerçekten çok nadir raslanan bir etkinlik haline gelecek. Kağıt üzerine el yazısıyla mektup bir şekilde sevgi ve saygı nişanesi olarak kalacak.

Kül tablaları restoranlarda, barlarda, trenlerde, uçaklarda ve daha bir çok yerde giderek azalmakta ve hatta yok olmakta.

Sütçüler artık kapımızı çalmaz oldular. Karton ya da cam kaplarda sütü marketlerde kendimiz almaktayız.

Kişisel gizlilik, mahremiyet teknolojinin gelişmesi nedeniyle giderek yitirdiğimiz bir özellik olmaya devam ediyor. E-posta, telefon, fax vb. her türlü haberleşmemiz kolaylıkla izlenebilmekte. Artık özellikle büyük şehirlerde her yerde gözetleyici kameralar var. Otobanlar hız ölçer radarlarla kaynıyor. Büyük Birader her dakkika ensemizde yani.


Hayatımıza girecekler
Yalan makineleri giderek mahkemelerde, sorgulamalarda falan daha sık kullanılacak. Belki yakında evlere satın aldığımız ucuz modelleri de çıkacak. Böylece eve niye geç geldiğini bir masala dayandıran kimseler çok sıkıntı çekecekler. Ama hemen bu makineleri kandıran aparatlar da çıkacaktır piyasaya. Hep böyle olagelmiştir. Zehir varsa panzehir de olacaktır.

Giyilebilir bilgisayarlar elimizde çanta olarak taşımaktan sonra gelen bir aşama olacakmış. Kim paltosunun cep kapağı şeklindeki bilgisayarda bir şeyler yazmak istemez trenle giderken. .

Uyku makineleri uyuyamayan ve hoş rüyalar görmek isteyen kimselere latif uykular sunacak.


2015
Hayatımızdan çıkacaklar
Kaybolmak tarihe karışacak. Navigatörler, tomtomlar çok popüler olacaklar. Kaybolmak sayesinde yaşadığımız sıkıntılar bitecek, ama bu sayede bazen yaşadığımız hoş sürprizler de öyle.

Teşekkür mesajlarının çok azalacağı tahmin ediliyormuş. Demek ki kabalaşacağız zaman geçtikçe.

Kablolu telefonların yerini uydu bağlantılı telefonlar alacak.


Hayatımıza girecekler
Ay yeniden popüler olacak ve üzerinde yerleşim yerleri kurulacakmış.

Piyasaya daha önce çıkan şipşak fotoğraf makinelerinde olduğu gibi tek kullanımlık cep telefonları da çıkacakmış. Alo diyecek, konuşacak ve çöpe atacaksınız.

Akıllı kozmetik ürünleri üretilecek. Yanlış bir krem ya da pudra alırsak bu sizin cildinize uymuyor diye hemen alarmı basacak.

Yalnızca uyumak için tasarlanmış oteller popülerleşecek. Daha 1980’lerde Japonya’da moda olan bu tüp oteller bütün dünyada hizmete girecek.





2020
Hayatımızdan çıkacaklar
Postahaneler maalesef tarihe karışacaklar. Belki bazıları müze olarak bir miktar daha var kalacaklar.

Ücretsiz otomobil parkları sadece eski filmlerde görebildiğimiz nostalji haline dönüşecek. Bir yerde durunca hemen elimizi cebimize atmaya alışacağız.

Birinci Dünya savaşına (1914 – 1918) tanık olmuşlar tarihten silinecekler.

Videolar ve CD’den sonra DVD’ler de tedavülden kalkacak.

Sekreterlik mesleği de eski roman ve filmlerde varkalacak. Bazı patronlar bu duruma üzülecekler sanırım.

Telefon rehberleri gereksizleşecek. Şu anda bile öyle değil mi?

Normal emeklilik düşüncesi çıkacakmış aklımızdan. Şu anda çok popüler olan İsviçre usülü emeklilik reklamları neye dönüşecek acaba?

Özgür Tayvan Çin idaresine girecek.


Hayatımıza girecekler
Robotlar tarafından yapılan ameliyatlar başlayacak. Kendimizi akıllı, ama hissiz metal ellere teslim edeceğiz.

Yapay gözler devreye girecek. Bir gözü yeşil, bir gözü mavi arkadaşlarımız olacak.




2025
Hayatımızdan çıkacaklar
Doğru yazım ve imla internet devriminin sonucu olarak hayatımızıdan çıkacak. MSN kullanıcıların kaotik, şifrelenmiş, kısaltılmış, bozulmuş dil kullanımları moda olacak.

Yollarda ücretsiz olarak otomobil kullanmak büyüklerin anlattıkları masallarda varkalan bir şey olacak.

Masaüstü bilgisayarları tarihe karışacak.

Hafta sonu izinleri denen şey de değişecek. Cumartesi, Pazar ile diğer günler arasında bir fark kalmayacak.

Maldiv adaları suların altında kalacak.



Hayatımıza girecekler
Hidrojen yakıt istasyonları popüler olacak. Her yerde bu istasyonlara raslayacağız.

Ülke dışında yerleştirilmiş hapisaneler moda olacak. Hapisane ziyaretleri turistik seyahat haline dönüşecek yani.

Hafıza silme işlemleri başlayacak. Kötü anılarını sildirmek isteyenler bu işten çok memnun kalacaklar.

Duyusal internetle tanışacağız. Bizle konuşan, duygularımızı paylaşan sanal bir dünyaya dalacağız.


2030
Hayatımızdan çıkacaklar
Reality showlar televizyonlardan kalkacak.

Şu anda varolan ticari birlikler çözülecek ve yokolacaklar.

Miras vergisi denen büyük eziyet sonunda kalkacak.

İnsanlar normal bir öğlen yemeği yemeyecekler. Beslenme alışkanlıklarımız çok ciddi bir değişikliğe uğrayacak.

Kozmetik malzemeler sayesinde estetik ameliyata ihtiyaç duyulmayacak. Saçlar beyazlamayacak, ciltler kırışmayacak.

Hayatımıza girecekler
Robot çocuk bakıcıları evlerimize adım atacaklar.

Sanal tatiller ucuz deşarj imkânları sunacak. Evde oturduğunuz yerde Ay’da tatil yapıp, serüvenler yaşayıp geri geleceksiniz.

Uzaya bir merdiven kurulacak. Daha altmışlı yıllardan planı yapılan bu yapı, komopozit malzemelerin gelişmesiyle nihayet hayata geçecek.

Yapay hafıza güçlendirici ilaç ve programlar unutkanlık sorunumuzu kökünden çözecekler.

Otomatik şoförlü arabalar piyasaya çıkacaklar. Bunlardan birinin yaptığı ilk kaza birinci haber olacak.

İyi huylu sanal bakterilerimiz bize çeşitli hizmetler verecekler.



2035
Hayatımızdan çıkacaklar
Kendi kendine oynayan çocuklar eski kayıtlarda kalacak. Çocuklar artık çok gelişkin bir programla desteklenmiş aparatlarla ve çoğu kez diğer çocukların da katılımıyla çok zengin oyun şartlarına kavuşacaklar.

Bozuk para denen şey koleksiyoncuların evlerinde varolacak.

Petrol uğruna bu kadar kan döküldükten sonra hayatımızdan çıkacak.

Bilgisayar programı Microsoft yerini başka bir sisteme bırakacak.

Orta sınıf denen kavram ortadan kalkacak.

Düşük fiyatlı yolculuklar eski ilânlarda varolan bir şey olacak.

Bangladeş suların istilasına uğrayacak.


Hayatımıza girecekler
Kendi kendini tamir eden yollar tıpkı organik bir yapı gibi kendini onaracak.

İsteyenler kendi genetik bilgilerine göre ayarlanmış diyetler yapacaklar.

3 boyutlu yazıcılar çıkacak piyasaya.

Oturma odamızın, büromuzun bir yerinde çeşitli manzaralara açılan sanal gerçeklik pencereleri bulunacak. Kışın ortasında güneşten yanan bir plajı seyrederek içimizi ısıtacağız.



2040
Hayatımızdan çıkacaklar
Banknot ve cüzdanlar tarihe karışacaklar.

Petrol ürünleriyle çalışan motorlara artık raslanmayacak. Egzos gazlarının kirlettiği şehir merkezleri eskilerde kalacak.

Bağımlılık ve sağırlık ortadan kalkacak.

Milli para denen şey artık mevcut olmayacak.

Ücretsiz halk alanları diye bir kavram geliştirilecek.

Özür dilemek giderek az raslanan bir şey olacak.

Avrupa Birliği de artık mevcut olmayacak.


Hayatımıza girecekler
Uzayda kurulacak fabrikalar yüksek ücretli kalifiye eleman arayacaklar.

Evrensel para birimi tedavüle girecek.

Video oynatabilen duvar kağıtları reklamları kimseyi şaşırtmayacak.

Yalnızca hapishane olarak kullanılan ülkeler olacak. Hapishane turizminden köşeyi dönmek isteyenler hemen bürolar açarak ‘mahkum akrabanıza en kolay bizle ulaşabilirsiniz’ cinsinden reklamlar verecekler.




2045
Hayatımızdan çıkacaklar
Tekeller ortadan kalkacak.

Kravat özel partilerde, kıyafet balolarında takılır hale gelecek.

İngiliz monarşisi ortadan kalkacak. Prens Charles boşuna sakal bırakıp müslüman sever görünmüyor anlaşılan!

Doğal doğum ortadan kalkacak. Doğum ana karnında değil, yapay rahimlerde meydana gelecek.


Hayatımıza girecekler
Çevreyi kirletmeye göre ayarlanan vergiler çıkacak. Yere sakız atıp üstüne basanlar yandı.

Görünmezlik pelerini piyasaya çıkacak. Bu sayede saklambaç oynamak bayağı ilginç bir oyun haline gelecek.

Mars’a ilk ayak basan insan bize, ‘Bir insan için küçük bir adım, ama insanlık için büyük bir aşama’ diyecek.



2050
Hayatımızdan çıkacaklar
Tek parçalık Belçika sonunda parçalanacak.

Körlük tarihe karışacak.

Bize bunca hizmet vermiş anlı şanlı Google demode olacak.

İkinci Dünya savaşından(1939 – 1945) arta kalanlar yeryüzünden silinmiş olacaklar.


Hayatımıza girecekler
Hastalıklarla mücadele edecek küçük robotlarımız olacak. Sıhhatli kalmamız için canla başla mücadele edecekler.

Beyin nakli gerçekleştirilecek.

Herkes küresel nüfus hüviyetine sahip olacak.

Hafıza yüklemek gerçekleşecek. Belleğinizin kopyalarını çıkartabileceğiniz gibi, bazı bölümlerini de ödünç verebileceksiniz.

Daha yetmişli yıllarda yapılan filmlerde gördüğümüz ışınlanmak sonunda gerçekleşecek. Bir yerden bir yere Hızırvari bir şekilde gidip geleceğiz.


2050 sonrasında hayatımızdan çıkacaklar
Çirkinlik artık mevcut olmayacak. Dünya güzeller cenneti olacak. Belki de çirkinleri özleyeceğiz bu nedenle. Belli mi olur.

Amerika Birleşik Devletler’i ortadan kalkacak.

Ölümün (istenmediği sürece) artık mevcut olmadığı anlar gelecek. Gılgamış’ın rüyası gerçek olacak.

Hayatımıza girecekler
Yapay beyinler, yapay zekalar hayatımızın bir parçası olacak.

Göktaşlarında madencilik denen bir meslekle tanışacağız.

Stres seviyesini ölçen ve gösteren elbiselerimiz olacak.


Daha sonra..?
Yaşayan görecek ancak. Benim 2020 yılı civarı için özel bir beklentim var. Tıpkı yetmişli yılların sonunda Hollanda’da yaşayan İspanyollar’a ve İtalyanlar’a olduğu gibi Türkler için de geriye göç başlayacak ve Avrupa’dan Türkiye’ye yüzbinlerin (belki milyonların) göçtüğüne tanık olacağız.

İkinci 40 yıl
Avrupa’da göçmenliğimizin birinci 40 yılı çok serüvenli, acılı, hasretliklerle çalkantılı, zor ama geliştirici, öğretici ve müteşebbisleştirici olarak geçti. İkinci 40 yılın bizler açısından çok daha olumlu geçeceğini düşünmekteyim.

-------------------------------------------------

7 Mart 2009 Cumartesi

Sessiz Amerikalı ve en yeni Trio durumları


Sessiz Amerikalı ve Trio Durumu

-Pakize’nin en yeni hali-

Sadık Yemni


Ünlü İngiliz yazar Graham Green, Quiet American adlı kitabını 1955’de yayımlandığında anti-Amerikancılık yapmakla suçlanmıştı. İngiliz Gizli servisiyle ilişkisi üzerine çok spekülasyon yapılmış olan Greene, sonradan İkinci Dünya savaşı sırasında MI6 için çalışırken gizli servisin başı Kim Philby’le yaşam boyu arkadaşlık kurduğunu basına açıklayacaktı. Bir ara Komunist partiye de üye olan yazar çok seyahat etti ve dünyanın sorunlu olarak tanımladığı yerlerinde geçen eserler verdi. Indochina savaşı sırasındaki Vietnam, Mau Mau yıkımı sırasındaki Kenya, Stanilist Polonya, Castro’nun Kübası ve Duvalier’in Haitisi bunların arasındadır.

Sessiz Amerikalı (Quiet American) kitabı 1958 yılında Joseph L. Mankiewicz tarafından filme çekildi. Genç Amerikalı Pyle’ı, Audie Murphy, Orta yaşlı İngiliz Fowler’ı, Michael Redgrave ve Vietnamlı dilber Phuong’u da Giorgia Moll canlandırdılar.

Sessiz Amerikalı’nın konusu kısaca şöyledir: 1952 Saygon, Vietnam savaşı sürüyor. Yardım kuruluşları adına orada bulunan Alden Pyle adlı bir Amerikalı London Times gazetesi için çalışan Thomas Fowler’la arkadaş olur. Fowler Vietnamlı metresini adama tanıştırınca aralarında üçlü bir ilişki başlar. Gizli sırlar ortaya dökülür ve sonu ölümle biter.


İki emperyal ve Phuong
Thomas Fowler, eski, deneyimli ve biraz da yorgun bir emperyaldir. Alden Pyle, genç, çocuksu, hevesli yeni emperyali sembolize eder. Fowler Phoung adlı yerli bir kadında sembolleşen üçüncü dünyayı Pyle’la kaptırmamak için ahlaki bir bahane bulur. Kıskançlık daha çok metafordur. Avanta anaforunu gizlemek için ortaya salınmıştır. Üstlerinin kuklası da olsa Amerikalı daha dürüsttür. Tehlike anında Fowler’ın hayatını kurtarmakta tereddüt etmez. İngiliz bunu bir çeşit hakaret ve alçalma olarak algılar. Bu tavrı İngiltere’nin artık Amerika’nın hamisinde, liderliğinin gölgesinde kalacağı devrin geldiğini muştular.

Phuong çocuksu, saf, kendini üsluplu bir şekilde peşkeş çektiren, bir üçüncü dünyalı, oryantal bir ruhtur. Biraz da bitmemeye kararlı gibi görünen savaş ortamı nedeniyle kendini garantiye almak için bir Batılıyla evlenmeye şartlanmıştır. Fowler sadece memleketteki henüz evli olduğu karısı nedeniyle değil, kadının İngiltere’de mutsuz olacağını düşündüğü için de Phuong’u oraya götürmeyi istemez. Oysa bir göçmen ülkesi olan Amerika, Pyle’ın gözünde kadın için ideal bir yerdir.

İngiliz tarafsızlık adı altında savaşta pasif kalırken Amerikalı büyük bir gayretle doğru bildiği şeyleri yapmaktadır. Amerika yavaşça büyük bir kıyıma neden olacağı ve ağır bir hezimet yaşayacağı savaşa doğru çekilmektedir. Pyle öncüdür.

Her gece çektiği afyon sayesinde Saygon’daki yaşamına tahammül edebilen Fowler’ı için için çileden çıkartan bir haldir bu. Dünyaya kendi menfaatine uygun bir şekil verme serüveninde ipler başkasının eline geçmiştir. Kendisi yaşlanmakta ve yolunu yalnızlık beklemektedir. Bu nedenle Phuong türünde genç, güzel, kendisine ömür boyu hizmet edecek, aşkını sunacak, emansipe olmamış, doğası bozulmamış bir kadına ihtiyacı vardır. Aynı şeyi bir İngiliz kadınla gerçekleştirmesi mümkün değildir. Amerikalının değiştirmek istediği dünya Phuong türü kadınların varlığını da sona erdirecektir. Pyle’ın sonunu getiren süreçte bunların da rolü vardır. Amerikalının Phuong’a aşık olduğunu itiraf ettiği sahneye bir bakalım.

“Bundan sonraki hamlen ne olacak?”
Pyle doğrulup sırtını sandıklara dayadı. “Şimdi sen öğrendiğine göre her şey değişmiş görünüyor. Ona evlenme teklif edeceğim, Tom.”
“Bana Thomas desen daha iyi olur.”
“Aramızda bir seçim yapmak zorunda kalacak, Thomas. En adil çözüm bu.”
Öyle miydi gerçekten? İlk kez hissettim yalnızlığın vaat ettiği soğukluğu. Olanlar akıl almaz şeylerdi, ama yine de. Zavallı aşık olabilirdi ben de zavallı bir adamdım. Oysa onun elinde saygınlığın sonsuz serveti vardı.
Pyle soyunurken gençliği de var diye düşündüm. Pyle’ı kıskanmak ne acıydı.
“Onunla evlenemem.” Dedim. “Memlekette karım var. Beni asla boşamaz. Kilisesine çok bağlıdır bilirsin.”
----
“Thomas bu olayı kabul etmenle ilgili ne düşünüyorum biliyor musun? Müthişsin, müthiş!”
“Teşekkür ederim.”
“Sen dünyayı benden çok görmüş bir insansın. Boston biraz sıkıcıdır, biliyor musun? Hatta adın Lovell ya da Cabot olsa bile. Bana öğüt vermeni isterdim, Thomas.”
“Ne hakkında?”
“Phuong.”
“Yerinde olsam vereceğim öğütlere pek güvenmezdim. Ben taraf tutarım. Onu elimden kaçırmak istemiyorum.”
“Senin dürüst, katıksız dürüst bir insan olduğunu biliyorum. Sonra ikimiz de kızın iyiliğini düşünüyoruz.”
Birden onun bu çocuksuluğuna isyan ettim. “Onun iyiliği beni ilgilendirmiyor. “ dedim. “Onun iyiliğini sen düşünebilirsin. Ben onun vücudunu istiyorum. Yatakta onu yakınımda istiyorum. Onun çıkarlarını gözetmektense onunla yatıp onu hırpalamayı tercih ederim.”
“Ah.” Dedi karanlıkta zayıf bir sesle.
“Sen yalnızca onun iyiliğini düşünüyorsan, Tanrı aşkına rahat bırak kızı. Diğer bütün kadınlar gibi o da esaslı bir…” Bir havan mermisinin düşmesi Pyle’ın Boston kulaklarını kaba bir Anglosakson sözcüğünden kurtardı.
---
“Ben de bedene düşkün bir insanım , Thomas. Ancak Phuong’u mutlu etmek için her zevkimden seve seve vazgeçerdim.”
“Ama mutlu o.”
“Olamaz… bu durumda mutlu olamaz. Çocuk sahibi olmaya ihtiyacı var. “
“Sen onun ablasının anlattığı saçmalıklara gerçekten inanıyor musun?”
“Bir abla kimi zaman daha iyi bilir.”
“Senin daha çok paran olduğu için bir fikri sana satmaya çalışıyordu o, Pyle. Bunu gerçekten başardı demek.”
“Benim aylığımdan başka param yok.”
“Eh, hiç olmazsa döviz kuru daha yüksek.”

Sessiz Tanık Vigot
Fowler’ın Pyle’ın ölümü olayını araştıran Fransız polis Vigot’la konuşmaları da çok şey açıklar durumdadır. Fransızlar Vietnam’da kaybeden taraftır artık. Bu nedenle belki de Pyle’yi tanımlayan ve kitaba başlık olan Sessiz Amerikalı deyimini tedavüle Vigot sokar. Sonunda sessiz bir işbirliğini vurgulayan sahne bunu destekler gibidir. Fransız, Amerikalının ölümündeki İngiliz entrikasına sessiz kalır. Yıl 1952. Fransızlar çekilecek ve Vietnamdaki savaş bataklığına Amerika gömülecektir.

Yıl 2002. The Quiet American yine popüler
The Quiet American, 2002 yılında Philip Noyce yönetiminde yeniden filmleştirildi. Fowler’ı o rolle oskara aday gösterilen Michael Caine, Pyle’ı Brendan Fraser ve Puhong’u Do Thi Hai Yen canlandırmaktaydı.

İkiz kulelerin vurulmasından sonra artık yeni Vietnam Orta Doğu’ydu. Körfez savaşları yapılmıştı. Amerika terörle mücadele bahanesiyle Irak’ı işgale hazırlanıyordu. Öykünün ruhu inanılmaz derecede canlıydı hâlâ. Sadece Puhong gitmiş yerine Pakize gelmişti. Diğer iki aktör aynıydı.

Kitabın arka kapağında bulunan açıklayıcı metinden birkaç satıra göz atalım.
Alden Pyle çevresindekilerin saf, utangaç ve sessiz bir adam olarak tanıdığı genç bir Amerikalıdır. Fransız ordusu ile Vietminhlerle(Việt Nam Ðộc Lập Ðồng Minh Hội’nin kısaltılmışı) kıran kırana savaşırken Pyle, ‘Üçüncü Güç’ün bölgeye demokrasiyi getireceğine dair ütopik bir inançla General The’ye mali yardım sağlamaktadır.
Bir yere demokrasi götürmek amacıyla müdahale etmek altmış yıl önce de bayağı popülermiş.

Trio Durumları
1991 de vefat eden Graham Greene Irak işgalini ve bunda İngilizlerin, Blair’in oynadığı trio rolünü göremedi. Ekonomik krizle yeniden şekillenen yeni dünyayı da. Şu anda Vigot(Fransız), Hans(Almanya), Kader(İran), Osman(Türkiye), İvan(Rus) ve diğer aktörler de bundan sonraki filmde rol almak istemekteler. Pakize’nin rolü bu nedenle biraz karmaşıklaşmış durumda.

Sessiz Amerikalı adlı kitap elli küsur yıl sonra dahi hem eğlencelidir, iyi kurgulanmıştır, hem de bize bugünlerin gözde dümenlerini faş eden pasajlarla yüklü olması açısından bilinç parlatıcı bir özelliğe sahiptir.

The Quiet American’ın Mehmet Harmancı’nın keyifli diliyle yapılan çevirisi Everest yayınları tarafından 2003’de basıldı. Yarım yüzyıl sonra kitabın verdiği mesajın zerre kadar eskimediğini görmek şaşırtıcı gelmemeli. Ne de olsa uzun soluklu hesaplar bunlar.

Politik polisiye yazmak isteyenler için ideal bir adrestir Graham Greene. Len Deighton, John le Carre ve daha bir çok tanınmış yazara esin kaynağı olmuştur.

NOT: 1 - Fowl: Kuş, kümes hayvanı anlamına geliyor. Faul okunuyor. Bizde fol yok yumurta yok derler ya. Bu fol, o fowl olmasın? Pyle’de de Pilon, direk, kule tınısı var sanki.
2 - Henry Graham Greene 1904’de Berkhamsted, Hertfordshire’de doğdu. Altı kardeşten dördüncüsüydü. Gençliğinde çok duyarlı ve utangaçtı. Sporu sevmezdi ve Rider Haggard ve R. M. Ballantyne türü yazarların serüven öykülerini okumak amacıyla okulu sık sık ekerdi. Bu eserler üzerinde çok etkili olmuş ve yazım üslubunu şekillendirmesinde rol oynamıştır. Birkaç intihar girişiminden sonra on beş yaşında okulu bırakan Greene’i tedavi eden psikoloğu onu yazmaya özendirdi ve edebiyat çevrelerine tanıştırdı. Bayağı hayırlı bir iş yapmış psikolog.

------------------------------

1 Mart 2009 Pazar


Turuncu devrimlerin sonu
Uçurumun eşiğindeki dünyamız


A planet at the brink?

By Michael T Klare
26.02.2009

Michael T Klare is a professor of peace and world security studies at Hampshire College and the author, most recently, of Rising Powers, Shrinking Planet: The New Geopolitics of Energy (Metropolitan Books).



The global economic meltdown has already caused bank failures, bankruptcies, plant closings, and foreclosures and will, in the coming year, leave many tens of millions unemployed across the planet. But another perilous consequence of the crash of 2008 has only recently made its appearance: increased civil unrest and ethnic strife. Someday, perhaps, war may follow.


As people lose confidence in the ability of markets and governments to solve the global crisis, they are likely to erupt into violent protests or to assault others they deem responsible for their plight, including government officials, plant managers, landlords, immigrants, and ethnic minorities. (The list could, in the future, prove long and unnerving.) If the present economic disaster turns into what President Barack Obama has referred to as a "lost decade", the result could be a global landscape filled with economically-fueled upheavals.


Indeed, if you want to be grimly impressed, hang a world map on your wall and start inserting red pins where violent episodes have already occurred. Athens (Greece), Longnan (China), Port-au-Prince (Haiti), Riga (Latvia), Santa Cruz (Bolivia), Sofia (Bulgaria), Vilnius (Lithuania), and Vladivostok (Russia) would be a start. Many other cities from Reykjavik, Paris, Rome, and Zaragoza to Moscow and Dublin have witnessed huge protests over rising unemployment and falling wages that remained orderly thanks in part to the presence of vast numbers of riot police. If you inserted orange pins at these locations - none as yet in the United States - your map would already look aflame with activity. And if you're a gambling man or woman, it's a safe bet that this map will soon be far better populated with red and orange pins.


For the most part, such upheavals, even when violent, are likely to remain localized in nature, and disorganized enough that government forces will be able to bring them under control within days or weeks, even if - as with Athens for six days last December - urban paralysis sets in due to rioting, tear gas, and police cordons. That, at least, has been the case so far. It is entirely possible, however, that, as the economic crisis worsens, some of these incidents will metastasize into far more intense and long-lasting events: armed rebellions, military takeovers, civil conflicts, even economically fueled wars between states.


Every outbreak of violence has its own distinctive origins and characteristics. All, however, are driven by a similar combination of anxiety about the future and lack of confidence in the ability of established institutions to deal with the problems at hand. And just as the economic crisis has proven global in ways not seen before, so local incidents - especially given the almost instantaneous nature of modern communications - have a potential to spark others in far-off places, linked only in a virtual sense.


A pandemic of economically driven violence

The riots that erupted in the spring of 2008 in response to rising food prices suggested the speed with which economically-related violence can spread. It is unlikely that Western news sources captured all such incidents, but among those recorded in the New York Times and the Wall Street Journal were riots in Cameroon, Egypt, Ethiopia, Haiti, India, Indonesia, Ivory Coast, and Senegal. In Haiti, for example, thousands of protesters stormed the presidential palace in Port-au-Prince and demanded food handouts, only to be repelled by government troops and United Nation (UN) peacekeepers. Other countries, including Pakistan and Thailand, quickly sought to deter such assaults by deploying troops at farms and warehouses throughout the country.


The riots only abated at summer's end when falling energy costs brought food prices crashing down as well. (The cost of food is now closely tied to the price of oil and natural gas because petrochemicals are so widely and heavily used in the cultivation of grains.) Ominously, however, this is sure to prove but a temporary respite, given the epic droughts now gripping breadbasket regions of the United States, Argentina, Australia, China, the Middle East, and Africa. Look for the prices of wheat, soybeans, and possibly rice to rise in the coming months - just when billions of people in the developing world are sure to see their already marginal incomes plunging due to the global economic collapse.


Food riots were but one form of economic violence that made its bloody appearance in 2008. As economic conditions worsened, protests against rising unemployment, government ineptitude, and the unaddressed needs of the poor erupted as well. In India, for example, violent protests threatened stability in many key areas. Although usually described as ethnic, religious, or caste disputes, these outbursts were typically driven by economic anxiety and a pervasive feeling that someone else's group was faring better than yours - and at your expense.


In April, for example, six days of intense rioting in Indian-controlled Kashmir were largely blamed on religious animosity between the majority Muslim population and the Hindu-dominated Indian government; equally important, however, was a deep resentment over what many Kashmiri Muslims experienced as discrimination in jobs, housing, and land use. Then, in May, thousands of nomadic shepherds known as Gujjars shut down roads and trains leading to the city of Agra, home of the Taj Mahal, in a drive to be awarded special economic rights; more than 30 people were killed when the police fired into crowds. In October, economically-related violence erupted in Assam in the country's far northeast, where impoverished locals are resisting an influx of even poorer, mostly illegal immigrants from nearby Bangladesh.


Economically driven clashes also erupted across much of eastern China in 2008. Such events, labeled "mass incidents" by Chinese authorities, usually involve protests by workers over sudden plant shutdowns, lost pay, or illegal land seizures. More often than not, protestors demanded compensation from company managers or government authorities, only to be greeted by club-wielding police.


Needless to say, the leaders of China's Communist Party have been reluctant to acknowledge such incidents. This January, however, the magazine Liaowang (Outlook Weekly) reported that layoffs and wage disputes had triggered a sharp increase in such "mass incidents," particularly along the country's eastern seaboard, where much of its manufacturing capacity is located. By December, the epicenter of such sporadic incidents of violence had moved from the developing world to Western Europe and the former Soviet Union. Here, the protests have largely been driven by fears of prolonged unemployment, disgust at government malfeasance and ineptitude, and a sense that "the system," however defined, is incapable of satisfying the future aspirations of large groups of citizens.


One of the earliest of this new wave of upheavals occurred in Athens, Greece, on December 6, 2008, after police shot and killed a 15-year-old schoolboy during an altercation in a crowded downtown neighborhood. As news of the killing spread throughout the city, hundreds of students and young people surged into the city center and engaged in pitched battles with riot police, throwing stones and firebombs.


Although government officials later apologized for the killing and charged the police officer involved with manslaughter, riots broke out repeatedly in the following days in Athens and other Greek cities. Angry youths attacked the police - widely viewed as agents of the establishment - as well as luxury shops and hotels, some of which were set on fire. By one estimate, the six days of riots caused $1.3 billion in damage to businesses at the height of the Christmas shopping season.


Russia also experienced a spate of violent protests in December, triggered by the imposition of high tariffs on imported automobiles. Instituted by Prime Minister Vladimir Putin to protect an endangered domestic auto industry (whose sales were expected to shrink by up to 50% in 2009), the tariffs were a blow to merchants in the Far Eastern port of Vladivostok who benefited from a nationwide commerce in used Japanese vehicles. When local police refused to crack down on anti-tariff protests, the authorities were evidently worried enough to fly in units of special forces from Moscow, 3,700 miles away.


In January, incidents of this sort seemed to be spreading through Eastern Europe. Between January 13th and 16th, anti-government protests involving violent clashes with the police erupted in the Latvian capital of Riga, the Bulgarian capital of Sofia, and the Lithuanian capital of Vilnius. It is already essentially impossible to keep track of all such episodes, suggesting that we are on the verge of a global pandemic of economically driven violence.


A perfect recipe for instability

While most such incidents are triggered by an immediate event - a tariff, the closure of local factory, the announcement of government austerity measures - there are systemic factors at work as well. While economists now agree that we are in the midst of a recession deeper than any since the Great Depression of the 1930s, they generally assume that this downturn - like all others since World War II - will be followed in a year, or two, or three, by the beginning of a typical recovery.


There are good reasons to suspect that this might not be the case - that poorer countries (along with many people in the richer countries) will have to wait far longer for such a recovery, or may see none at all. Even in the United States, 54% of Americans now believe that "the worst" is "yet to come" and only 7% that the economy has "turned the corner", according to a recent Ipsos/McClatchy poll. A quarter of the population also think the crisis will last more than four years. Whether in the US, Russia, China, or Bangladesh, it is this underlying anxiety - this suspicion that things are far worse than just about anyone is saying - which is helping to fuel the global epidemic of violence.


The World Bank's most recent status report, Global Economic Prospects 2009, fulfills those anxieties in two ways. It refuses to state the worst, even while managing to hint, in terms too clear to be ignored, at the prospect of a long-term, or even permanent, decline in economic conditions for many in the world. Nominally upbeat - as are so many media pundits - regarding the likelihood of an economic recovery in the not-too-distant future, the report remains full of warnings about the potential for lasting damage in the developing world if things don't go exactly right.


Two worries, in particular, dominate Global Economic Prospects 2009: that banks and corporations in the wealthier countries will cease making investments in the developing world, choking off whatever growth possibilities remain; and that food costs will rise uncomfortably, while the use of farmlands for increased biofuels production will result in diminished food availability to hundreds of millions.


Despite its Pollyanna-ish passages on an economic rebound, the report does not mince words when discussing what the almost certain coming decline in First World investment in Third World countries would mean:
Should credit markets fail to respond to the robust policy interventions taken so far, the consequences for developing countries could be very serious. Such a scenario would be characterized by ... substantial disruption and turmoil, including bank failures and currency crises, in a wide range of developing countries. Sharply negative growth in a number of developing countries and all of the attendant repercussions, including increased poverty and unemployment, would be inevitable.

In the autumn of 2008, when the report was written, this was considered a "worst-case scenario." Since then, the situation has obviously worsened radically, with financial analysts reporting a virtual freeze in worldwide investment. Equally troubling, newly industrialized countries that rely on exporting manufactured goods to richer countries for much of their national income have reported stomach-wrenching plunges in sales, producing massive plant closings and layoffs. The World Bank's 2008 survey also contains troubling data about the future availability of food. Although insisting that the planet is capable of producing enough foodstuffs to meet the needs of a growing world population, its analysts were far less confident that sufficient food would be available at prices people could afford, especially once hydrocarbon prices begin to rise again. With ever more farmland being set aside for biofuels production and efforts to increase crop yields through the use of "miracle seeds" losing steam, the Bank's analysts balanced their generally hopeful outlook with a caveat: "If biofuels-related demand for crops is much stronger or productivity performance disappoints, future food supplies may be much more expensive than in the past."


Combine these two World Bank findings - zero economic growth in the developing world and rising food prices - and you have a perfect recipe for unrelenting civil unrest and violence. The eruptions seen in 2008 and early 2009 will then be mere harbingers of a grim future in which, in a given week, any number of cities reel from riots and civil disturbances which could spread like multiple brushfires in a drought.


Mapping a world at the brink

Survey the present world, and it's all too easy to spot a plethora of potential sites for such multiple eruptions - or far worse. Take China. So far, the authorities have managed to control individual "mass incidents", preventing them from coalescing into something larger. But in a country with a more than 2,000 history of vast millenarian uprisings, the risk of such escalation has to be on the minds of every Chinese leader.


On February 2, a top Chinese Party official, Chen Xiwen, announced that, in the last few months of 2008 alone, a staggering 20 million migrant workers, who left rural areas for the country's booming cities in recent years, had lost their jobs. Worse yet, they had little prospect of regaining them in 2009. If many of these workers return to the countryside, they may find nothing there either, not even land to work.


Under such circumstances, and with further millions likely to be shut out of coastal factories in the coming year, the prospect of mass unrest is high. No wonder the government announced a $585 billion stimulus plan aimed at generating rural employment and, at the same time, called on security forces to exercise discipline and restraint when dealing with protesters. Many analysts now believe that, as exports continue to dry up, rising unemployment could lead to nationwide strikes and protests that might overwhelm ordinary police capabilities and require full-scale intervention by the military (as occurred in Beijing during the Tiananmen Square demonstrations of 1989).


Or take many of the Third World petro-states that experienced heady boosts in income when oil prices were high, allowing governments to buy off dissident groups or finance powerful internal security forces. With oil prices plunging from $147 per barrel of crude oil to less than $40 dollars, such countries, from Angola to shaky Iraq, now face severe instability.


Nigeria is a typical case in point: When oil prices were high, the central government in Abuja raked in billions every year, enough to enrich elites in key parts of the country and subsidize a large military establishment; now that prices are low, the government will have a hard time satisfying all these previously well-fed competing obligations, which means the risk of internal disequilibrium will escalate. An insurgency in the oil-producing Niger Delta region, fueled by popular discontent with the failure of oil wealth to trickle down from the capital, is already gaining momentum and is likely to grow stronger as government revenues shrivel; other regions, equally disadvantaged by national revenue-sharing policies, will be open to disruptions of all sorts, including heightened levels of internecine warfare.


Bolivia is another energy producer that seems poised at the brink of an escalation in economic violence. One of the poorest countries in the Western Hemisphere, it harbors substantial oil and natural gas reserves in its eastern, lowland regions. A majority of the population - many of Indian descent - supports President Evo Morales, who seeks to exercise strong state control over the reserves and use the proceeds to uplift the nation's poor. But a majority of those in the eastern part of the country, largely controlled by a European-descended elite, resent central government interference and seek to control the reserves themselves. Their efforts to achieve greater autonomy have led to repeated clashes with government troops and, in deteriorating times, could set the stage for a full-scale civil war.


Given a global situation in which one startling, often unexpected development follows another, prediction is perilous. At a popular level, however, the basic picture is clear enough: continued economic decline combined with a pervasive sense that existing systems and institutions are incapable of setting things right is already producing a potentially lethal brew of anxiety, fear, and rage. Popular explosions of one sort or another are inevitable.


Some sense of this new reality appears to have percolated up to the highest reaches of the US intelligence community. In testimony before the Senate Select Committee on Intelligence on February 12th, Admiral Dennis C Blair, the new Director of National Intelligence, declared, "The primary near-term security concern of the United States is the global economic crisis and its geopolitical implications ... Statistical modeling shows that economic crises increase the risk of regime-threatening instability if they persist over a one to two year period" - certain to be the case in the present situation.


Blair did not specify which countries he had in mind when he spoke of "regime-threatening instability" - a new term in the American intelligence lexicon, at least when associated with economic crises - but it is clear from his testimony that US officials are closely watching dozens of shaky nations in Africa, the Middle East, Latin America, and Central Asia.


Now go back to that map on your wall with all those red and orange pins in it and proceed to color in appropriate countries in various shades of red and orange to indicate recent striking declines in gross national product and rises in unemployment rates. Without 16 intelligence agencies under you, you'll still have a pretty good idea of the places that Blair and his associates are eyeing in terms of instability as the future darkens on a planet at the brink. ------------------

2 Eylül 2008 Salı

Naomi Klein - Şok Doktrini





Sevgili Fikir Yongalamacıları,

1 mart cumartesi günü ilk olarak yarım kalan bir işimizi tamamlayacak ve Naomi Klein’in
Şok Doktrini adlı yapıtının son bölümünü işleyerek diğer konulara geçeceğiz.

Yeni yerimizde zaman sınırı olmayacak. Kahve, çay içme için de böyle olacak.

Bu arada Fikir Yonga kulübümüz kendi Blog’unu kuruyor. Bu Blog kurulana kadar http://sadikyemni.blogcu.com ’ı kullanacağız.

Diğer sürpriz çalışmalar da yavaştan yürümekte ve gelişmekte.

15 mart cumartesi günü John M. Hobson’un YKY tarafından basılan Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri kitabı incelemeye alınacak ve iki oturumda bitirilecek.

Sırada bir sürü kitap ve konu incelenmeyi bekliyor. Daha geniş katılımlı konulu toplantılar organizesi için hazırlıklarımız var.

Sineoda için de bir yerimiz oldu sonunda. Yakında bu programların da başlayacağını ummaktayım.

Bu arada ODA Edebiyat ve Fikir yongalama dergimiz birinci yılını doldurarak 6. sayısını yayınladı.

www.odasanat.org


Yakında görüşmek üzere.

Sadık Yemni

John Gray - Küresel Yanılgılar


Sevgili Fikir yongacıları,

Bildiğiniz gibi yeni sezona Naomi Klein’in dünyaca ünlü The Shock Doctirine (2007) adlı kitabını analiz etmekle başladık. Bu kitapla ilgili üçüncü ve son toplantıyı katılımcıların eski yılı yeni yılla değiş tokuş sırasında tebdili mekân etmeleri nedeniyle erteledik.

Bu nedenle 22 aralık cumartesi günü gerçekleştirdiğimiz toplantıda Simon Kuper’in Retourtjes Nederland adlı kitabını inceledik.

Dünya olayları hızlanırken entelektüel yayınlar da ivmelenmeye devam etmekte.

19 ocak cumartesi günü Naomi Klein’in Şok Doktrini adlı kitabını noktalayacağız.

Ev edebiyat sohbetleri de katılımcıların önceden bildirmesiyle, birlikte tarih saptayarak periyodik olarak başlayacak.

5 ocak cumartesi günü daha önce kararlaştırdığımız Köprü kitabı yerine John Gray’e eğileceğiz. Bu toplantı diğer john Gray oturumları için ısınma olacak. Aşağıda ele alınacak önermeleri ve kaynak malzemeyi bulacaksınız. Toplantımızda bu önermeler merkez alınacak ve haliyle bütün çağrışımlarına açık kalınacak.


Tarih: 5 Ocak 2007 Cumartesi

Yer: STOC
Türk Egitim Merkezi
J. Huizingalaan 78-80
1065 JD Amsterdam

Saat: 14.15 – 17.00

Önermeler:

1-Neoliberalizm de komünizm gibi nutuk çekmeyi ve bilimi kullanan mesihvari, bir kurtarıcıdır.

Messalliance:yakışık almayan evlilik
Dünya pazarı insanlığın kurtarıcı modelidir.
Amerikanın Irak’a demokratik kapitalizm götürmesinin açtığı felaket. Nisan 2004 tarihli.

2-Komunizm ve neoliberalizm Aydınlanma fikrinin olduğu gibi tutkulu dinsizlerdi. Aynı zamanda da gelecek vizyonları batılı tek tanrılılığa dayanmaktadır. İnsanlığa kurtuluş vaadetmektedirler.

Gelişme(ontwikkeling) bir ileriye gidiş gibi görülmektedir. Aslında bu değişimler modern zamanın askeripolitik dinciliğine bir beslenme tabanı oluşturmaktadır. Evangelisme.

3-Bilimde ilerleme bir olgu, ahlaki alan ve politikada ise batıl inançtır.
Bilmek yakıttır.
Bilmek güçtür, erktir.

Elde edilmiş olan kaybedilebilir, öyle de olacaktır.

4-Tarih insanlığın ilerlediği bir spiral değildir ve hatta daha iyi bir dünyaya doğru santim santim bile de olsa bir ilerleme söz konusu değildir.

Bilginin artmasıyla insanlığın daha ileriye ve iyiye gideceği bir tezdir. Yaşanan gerçeklikte karşılığını bulmak zordur.

Bir şeylerin iyiye gittiği sanrısına inanmanın olumlu yanları da vardır. Örneğin işkencenin yasaklanması için girişimler. Ne yazıkki şimdi yeniden kullanıma sokulmaktadır.

Goethe’nin spirali. Tökezlemeli ilerleme.

5-Geçen yüzyılın dersi açık. Bilimin gücü yeni dünya yaratmak için kullanılmıyor. Bazen korkunç formlarda olmak üzere eskinin yeniden yapımı söz konusudur.

Bilginin özgürleştirdiği doğru mudur?

*

6 -Matrix filminden iyi tanıdığımız ajan Smith bir sahnede şöyle der: “Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun? Sonuç bir felaket oldu.” Matrix sonuçta insanların bir koza içinde yaşadığı, hayalinde işe gittiğini, sokaklarda yürüdüğünü, aşık olduğunu, savaştığını düşündüğü sanal bir dünya. Bunu yapanlar da bilgisayarlar. Kimbilir kaçıncı kez insanlığın mükemmel bir dünya arayışı hüsranla sonuçlanmakta.
7- İnsanın kozaların içindeki enerji kaynağı olarak kullanılması, çalıştırılması yani, matrix programının
hedefi değildi. Hedef mükemmel bir dünya yaratmaktı.

8-Matrix üzerine çeşitli yorumlar vardır. Filozoflar dış dünya gerçekliğini sorgulamaktalar, din bilginleri mitolojik terimleri hıristiyanlığın, budizmin ve hıristiyanlığın başlangıcındaki sırları bilen mezheplere gönderme olarak yorumladılar. Bu filmlerin kaçınılmaz olarak iğneleyici, batıcı, alaycı, rahatsız edici ve nüktedan şekilde verilen politik yankıları da mevcuttur. Dünyanın nasıl yönetildiğini açımlamaktadırlar.

9-Şu sıralar politikaya inanç önemli ölçüde yokolmuş ve teknoloji dönüştürülmüş dünya rüyasını tek başına ifade eder hale gelmiştir. Çok az kimse refahın daha adil bölüştürülmesiyle açlık ve fakirliğin bertaraf edileceğine inanmaktadır. Politikayla ne Irak’ın işgalini engelleyebildik, ne de açlık sorununu.

10-Anenevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için yerine video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak. Çevreye kafayı takmamak için de walkman.

11-Matrix insanın daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzularının en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı bir rotadır.

12- Ünlü Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem meslekdaşlarından birkaç on yıl önce 1964’te yayımlanan summa techonologiae adlı kitabında Phantomat(düşomat/hayalmatik) adlı sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Phantomat’ın içinde yeni bir hayat seçmek mümkündü. Phantomat bize sufistlerin daima aradıkları
şeyi vermekteydi. Materyal dünyadan ve ölümlülükten sıyrılma. Sonsuza dek sanal bir âlemde varolmak.

13-Cypher davranışı/vakası. Lem insanların rüyalar âlemini kargaşa ve kavgalarla dolu gerçek dünyaya tercih edeceklerinden korkmaktaydı. Şu anda Batı dünyasında kitlesel medya tarafından oluşturulmuş illüzyon içinde yaşamayı seçenler vardır.

Cahillik bir nimettir.

Bilinç ve bellek sorunu.


14- Matrix kendini sonsuza kadar yenileyebilecek şekilde inşa edilmemiştir. Er ya da geç kader ya da zaman nedeniyle yokolup gidecektir.

15- Matrix üzerine yapılan yorumlardan birinde sistem içinde arıza yaratacak bir kaynağa değinilir. Bu insani serbest iradedir. Koza içinde yaşayanlar bir sanrı içinde yaşarlar. Ama bir kez bunun sanrı olduğunu keşfederlerse karşı çıkabilirler.

Serbest iradenin metafizik yorumunun yeri neresidir.

16-Gerçekliğin problemlerimizin aslında çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur.

17-Matrix filmleri teknolojik sihirin harika bir sanat ürünüdür. Eğer bir mesajları varsa, bu teknolojinin sihir olmadığıdır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez.

---------------------------------

Bazı Türkçe kaynaklara değinmeler:

Benim 2006’da kaleme aldığım bir yazım

AVRUPA HAYALİ

Jeopolitik bir terim olarak Avrupa diye bir şey mevcut değildir.

Bugünün küreselleşme çılgınlığı yirminci yüzyılda akıl almaz yıkımlara neden olmuş komünizm ve diğer hareketler cinsinden
bir aydınlanma çarpıtmasıdır.

islamik terör ilhamını Avrupa’dan almış tipik modern öncü bir harekettir.

Ülkenin iç güvenliği uğruna hukuki haklarımız ve özgürlüğümüzden feragat etmemeliyiz. Çünkü terörizmin amacı da budur.

Avrupa hukuki haklar ve özgürlüklerden fire vermemelidir. Avrupa’nın olağanüstü gücü belki de terörizme demokratik kalarak dayanabilmesidir.

Yukarıdaki sözlerin sahibi olan İngiliz felsefe profesörü John Gray bütün dünyanın yanı sıra Hollanda’daki aydınlar tarafından da yakından takip edilen bir düşünürdür. Aşağıda Avrupa kimliği, aydınlanma, küreselleşme, aşırı sağ ve terör gibi güncel dünya olayları üzerine olan düşüncelerinden bir demeti bulacaksınız.


Avrupa nefsi müdafanın kendi başına bir varlık sürdürmenin ilk koşulu olduğunu unutmamalıdır. Biz şimdi bizi hırpalayan ve istenmeyen bir duruma sürüklendik. Amerikalılarla birlikte dünyaya karşı nüfuz şavaşı açtık, ama işin emeğini ve kârını Irak’ta gördüğümüz gibi parterimiz üstlendi. Avrupa Balkanlardaki sorunları tek başına halledemeyeceğini de göstermişti. Daha da kötüsü, İkinci Dünya savaşı sonrasında Avrupa birlik olarak tek bir başarılı etkinlik sergileyememiştir.


Jeopolitik bir terim olarak Avrupa diye bir şey mevcut değildir. Ortak bir dış politika geliştirmemiz bile işe yaramayacaktır. Savunmasına daha fazla para harcamadığı sürece Avrupa bir sanal terim olarak kalmaya mahkumdur.

Köktenaydınlanmacılık

Aydınlanma köktenciliği Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra neoliberal serbestpazar kılığında fasılasız her yere burnunu sokan tipik bir Avrupa ideolojisidir. Sahte Şafak (False Dawn 1998) adlı kitabında bu ideolojiyi şöyle tanımlar. Bugünün küreselleşme çılgınlığı yirminci yüzyılda akıl almaz yıkımlara neden olmuş komünizim ve diğer hareketler cinsinden bir aydınlanma çarpıtmasıdır. En derinliklerinde hıristiyanlığın laik bir negatifidir. Bilimin bizi evrensel bir medeniyete götürdüğü inancı deneysel sonuçlara dayanmaktan çok monoteizmin bir kalıntısıdır.

Benim aydınlanmaya eleştirim Avrupalı ve Amerikalı düşünürlerin onu ancak tarih tarafından kurtarılabilecek laik bir din haline getirmelerinedir.
18. yüzyılda Condorcet ve Thomas Paine, 19. yüzyılda John Stuart Mill ve Karl Marks ve 20. yüzyılda da Habermas ve Fukuyama. Bunlar bilimin ve teknolojinin gelişmesini ileriye gitmek olarak yorumlamışlardır. Bu mesihvari kurtuluş sürekli suret değiştirerek varlığını sürdürmüştür. Jakobenler, Bolşevikler ve şimdi de neoliberaller. Tabii ki ironik olarak neoconslar da. Yani yeni muhafazakârlar.

Küreselleşme ve modernite tusunamisi

Aydınlanma filozofları bizi küreselleşmenin mutlaka demokratikleşme bilinci vermesi gerekmeyen bir şekilde bilimin ve teknolojinin dünya çapında yaygınlık kazanması olduğuna inandırmak istiyorlar. Serbest pazarın yaygınlaşmasıyla ilintili olarak bilginin artması sosyal uyumluluğa, anenevi hasletlere ve sosyal kurumlara indirilen darbe olarak yepyeni yıkımlara ve kararsız dengelere neden olacaktır. Rusya , Çin ve Arap yarımadasını ele alalım. Bu ülkelerde modernite farklı yollarda gelişmiştir. Ekonomik sistemleri kapitalizmin farklı farklı yorumlarıdır. Demokratik olmayan örgütlenme biçimleri de oluşmuştur. Biz bu olguyu ne kadar inatçılıkla reddedersek o şiddette jeopolitik çatışmalarla cezalandırılacağız.


Avrupa bu hatadan sıyrılabilir mi?

Avrupa’nın bu hataları yinelememesi mümkündür. Amerikalıların Irak’a liberal demokrasi getirme çabasındaki başarısızlığı örnek alalım. İçinde iki ironi birden saklı. Birincisi Irak’ta Batılı modelle şekillenmiş, merkeziyetçi, Türkiye ve Suriye kadar laik devlet aparatının çökertilmiş olmasıdır. Irak İngilizler tarafından 1920lerde çeşitli halklar ve mezheplerin suni olarak, tampon işleviyle bir araya getirilmesiyle kurulmuş bir devletti. Şimdilerdeyse Şii çoğunluk nedeniyle ikinci bir İran olma ihtimali var.

Rusları doksanlı yıllarda liberalizme zorlayarak neden olduğumuz zarara bir göz atalım. Devlet aparatı serbest pazar adına iyice çökertildi. Bunun yerine kleptokrasi(hırsızlık sistemi), mafyanın elinde sözüm ona bir tekelci kapitalizm inşa edildi. Ve Ruslar 1990’larda dünyanın en Batıcı halkıydılar. Son yıllarda bize karşı iyice yabancılaştılar.

Yeni şartlar ve terörizm

Berlin Duvarının yıkılmasından sonra Soğuk Savaş yıllarında baskı altında tutulan güçlerin karşılıklı dirilmesi devri başladı. Tarihin etnik çatışmalar ve dinler arası sürtüşmelerle dolu klasik oyun alanına geri döndük. Çin ve Hindistan endüstrileri Big Game’de, büyük oyunda yer aldılar. Durumu soğukkanlılıkla yeniden değerlendirmeliyiz.

Avrupa Amerika’nın her türlü askeri girişiminde çekingen ve sakıngan davranmalıdır. Böyle yapmalıdır çünkü El Kaide cinsi gruplar her türlü farklılığın yittiği dünya çapında bir silahlı çatışma, din savaşı istemektedirler. Bunun yerine müslüman ülkelerle olan ilişkilerimizde radikal gruplarla müslümanların çoğunluğunu ayrı kefelere koymalıyız. Avrupa hukuki haklar ve özgürlüklerden fire vermemelidir. Avrupa’nın olağanüstü gücü belki de terörizme demokratiklikten fire vermeden dayanabilmesidir.


Postfaşizm

Uzun vadede köktenaydınlanmacılığın Avrupa’da da yıkımlara yol açacağını düşünmekteyim. Eurozone Amerikan milli pazarının bir kopyasını oluşturmak için tasarlanmış pek demokratik olmayan bir projedir. Bu projeye katılan ülkelerin halklarının farklı tradisyonlarıyla, değerleriyle ve milli duygularıyla çatışan bir gelişmedir. Sonucu Avrupa’da aşırı sağın yükselen bir değer haline gelmesidir. Bu serbest pazar projesi bu tür akımlara ideal bir beslenme alanı vermektedir. Sadece huzursuz, hoşnutsuz gruplar olarak değil, o konuda konuşacak tek kelimeleri bile olmamasına rağmen demokrasinin gerçek temsilcileriymiş gibi de örgütlenebilirler. Hollanda’daki göçmenlik yasası tartışmasındaki sert tonlarıyla kendilerini belli ettiler. Postfaşist tehlike gündemdedir.


AB genişlemesi ve Türkiye

Avrupa birliği bütün halinde zayıf bir kuruluş olduğu için yeni ve potansiyel üyelerini dışlamamalıdır. Bu Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’nin birliğe girmesi Batı Avrupa için kaçınılmaz olarak bir yabancı korkusu(xenofobe) darbesi olacaktır. İslama karşı çoğalan direnç de patlayıcı durumlara yol açabilir. Fakat Türkiye’nin üyeliğe alınmaması en azından bu derece risklidir. Türkiye’nin yirminci yüzyılda geçirdiği modernleşme en iyi örneklerden biridir. Modernleşme Türk halkının gözünde tamamiyle meşrudur. Türkiye’deki orta sınıfta kökleri derindir.
Türkiye’deki islamcı partiler dahi bu üyelik için çaba göstermektedirler. Biz Türkleri hıristiyan değiller diye AB dışında tutarsak yüzlerini Orta Doğu’ya çevirmeleri mümkündür. Bu durumda müslümanlar yelkenlerine ekstra rüzgar temin edeceklerdir. Türkiye’nin NATO’ya üyeliği sonlanabilecektir. Bu sonuç Avrupa güvenliğinin köşe taşlarından birisini kaybetmesi demek olacaktır. İki kötü arasından birisi seçilecektir yani. Politikanın özü budur.

Önerilen kaynaklar:
John Gray, Al-Qaida en de moderne tijd, Ambo, 2003, 151 blz
John Gray, Strohonden. Gedachten over mensen en andere dieren, Ambo, 2002
John Gray , Verlichting en terreur, Damon Uitgeverij ▪ 2005
Nihal B. Karaca. Zaman Gazetesi. 5.12.2005 Perşembe Küreselleşmenin arsız çocuğu

Yukarıdaki metin 10 Nisan 2004 yılında De Groene Amsterdammer’da Aart Brouwer imzasıyla yayımlanmış Hollandaca söyleşi ve çeşitli İngilizce kaynaklar temel alınarak hazırlanmıştır. Kesim, fotoğraflar, başlıklar benim serbest yorumumla şekillenmiştir. Sadık Yemni

*
Küresel Yanılgılar-John Gray-ETKİLEŞİM YAYINLARI
Yaşadığımız dönemde dünyaya yeni bir biçim veriliyor, her toplumun aynı kalıba sokulması, aynı değerleri benimsemesi isteniyor. Elinizdeki kitapta John Gray, büyük bir ustalıkla çağımızın egemen düşünce biçiminin arkasında yatan hesapları ortaya çıkarıyor. Köhnemiş ilerleme düşüncesini ve dolayısıyla ilerici gerici ikilemini, hümanizm yanılgısını, bilim efsanesini, özgür bir dünya vaadden komünizm sonrası düzenin baskıcılığını, neo-con'ların splantılarını hem felsefi kökleriyle, hemde güncel boyutlarıyla inceliyor, 11 Eylül sonrası dünya siyasetinin gidişatını yorumluyor, insanlığın tabiatı hoyratça sömürmesi sonucu dünyayı bekleyen biliçli bir şekilde anlamak için okumamız gereken zengin bir kitap Küresel Yanılgılar.
Çeviren: Zerrin Koltukçuoğlu Yayın Yılı: 2006 207 sayfa İthal 13,5x21 cm Karton Kapak

*


Post Liberalizm

Yazarı: JOHN GRAYSavaş sonrası dönemin en önemli ve en etkin Britanyalı düşünürlerinden John Gray, küresel kapitalizm, komünizmin çöküşü ve sanayi sonrası dünyada pazar dinamikleri gibi konularda kaleme aldığı onlarca kitap ve yüzlerce makaleyle son yılların en tartışılan isimlerinden biri. Türkiye’de okurun Sahte Şafak (OM Yayınları, 1999) isimli kitabıyla
tanıdığı Gray, London School of Economics’te “Avrupa Düşüncesi” üzerine dersler veriyor ve halen Londra’da yaşıyor. Yazarın diğer önemli eserleri arasında Capitalism and Global Free Markets, Mills Liberalism and Liberalism’s Posterity ve Dost Kitabevi Yayınları tarafından, bu kitaptan önce yayınlanan Liberalizmin İki Yüzü sayılabilir.İÇİNDEKİLERI. Düşünürler1. Hobbes ve Modern Devlet2. Santayana ve Liberalizmin Eleştirisi3. Bir Muhafazakar Olarak Hayek4. Bir Liberal Olarak Oakeshott5. Buchanan ve Özgürlük6. Berlin'in Agnostik LiberalizmiII. Eleştiriler7. Harabeler Sistemi8. Glasnost Yanılgısı9. Marksizmin Aklademik Öyküsü10. Marksizmde Felsefe, Bilim ve Mit11. Emekçi Özgürlüksüzlük Üzerine Cohen'e Karşı12. Totalitarizm, Reform ve Sivil Toplum13. Batı Marksizmi: İmgeselci Bir Yapısöküm14. Post-totalitarizm, Sivil Toplum ve Batı Modelinin Sırları15. Siyasal Güç, Toplumsal Kuram ve Temel Tartışılabilirlik16. Liberalizm İçin Bir Mezar Yazıtı17. Tarihin Sonu mu Liberalizmin Sonu mu?III. Sorular18. Kültürel Çeşitlilik Politikası19. Muhafazakarlık, Bireysellik ve Yeni Sağın Siyasal Düşüncesi20. Liberalizmde Ne Öldü Ne Kaldı?