evrensel terörizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
evrensel terörizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Eylül 2008 Salı

Matrix ve Felsefe


Sevgili Fikir Yongalamacıları,

28 haziran cumartesi günü 14.30’da yaz öncesi son kez toplanacağız.

Yaz sonrası programının ve yeni gelişmelerin de ele alınacağı toplantının konusu Günümüzde Matrix. William Irwin’in Matrix ve Felsefe adlı kitabı merkez alınacak.

Matrix ve Felsefe
Orjinal isim: The Matrix And Philosophy
William Irwin
Güncel Yayıncılık / Açık Felsefe Dizisi
Çeviri : Murat Sağlam

Sizin de kafanız Keanu Revees gibi Matrix'ten sonra karıştıysa bu kitap kesinlikle sizin için yazılmış. Eğer film kafanızı karıştırmadıysa, hemen bir doktora görünün. Matrix'i henüz seyretmediyseniz, o zaman bu kitabı mutlaka okumalısınız. Böylece bu filmin insanlar için neden o kadar önemli olduğunu bulursunuz.Seçim sizin, hayatınızın sonuna kadar onun sonuçlarıyla yaşayacaksınız. Mavi hapı seçip bu kitabı tekrar rafa koyarak kendinize Matrix sadece bir film mi diyeceksiniz? Yoksa, kırmızı hapı seçip bu kitabı okuyararak, beyaz tavşanın peşinden mi gideceksiniz?"Matrix ve Felsefe, filmdeki felsefi temaların neler olduğunu belirleyişi ve ele alışıyla, felsefi zenginlik açısından filmden daha üstün. Sizce akılcılar, deneyciler, gerçekçiler, gerçeküstücüler, maddeciler, bütüncüler, varoluşçular ve yapıbozumcuları Matrix hakkında ne düşünür? İşte bu sorunun cevabı Matrix ve Felsefe kitabında."-Lou Marinoff, Felsefeci-yazar-William Irwin, Pennsiylvania King's Üniversitesi'nde Profesördür. Birçok felsefi esere editör olarak imza atmıştır. Hermeutik, Sartre, Platon, hukuk felsefesi ve felsefi pedagoji hakkında sayısız makalesi vardır.(Arka Kapak)
312 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 21 cm ISBN : 9789758621347
*

ODA Sanat ve Edebiyat vakfının kurduğu Amsterdam Filokafe(Felsefe Kulübü)namı diğer, Amsterdam Fikir Yongalama Kulübümüz 5 Kasım 2008 tarihinde 2. yılını kutlamaya hazırlanıyor malum. Toplantılarımıza sürekli olarak katılan üyelerimiz John Gray’in Matrix’te İnanç adlı ilginç makalesini hatırlayacaklar. O makaleden seçilen önemli noktalara da yeniden bir göz atmakta yarar var.

*
Geloof in de Matrix. Sayfa 54 – 61
Matrix’(t)e inanç.

Ana noktalar

1-Matrix filminden iyi tanıdığımız ajan Smith bir sahnede şöyle der: “Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun? Sonuç bir felaket oldu.” Matrix sonuçta insanların bir koza içinde yaşadığı, hayalinde işe gittiğini, sokaklarda yürüdüğünü, aşık olduğunu, savaştığını düşündüğü sanal bir dünya. Bunu yapanlar da bilgisayarlar. Kimbilir kaçıncı kez insanlığın mükemmel bir dünya arayışı hüsranla sonuçlanmakta.

2- İnsanın kozaların içindeki enerji kaynağı olarak kullanılması, çalıştırılması yani, matrix programının
hedefi değildi. Hedef mükemmel bir dünya yaratmaktı.

3-Matrix üzerine çeşitli yorumlar vardır. Filozoflar dış dünya gerçekliğini sorgulamaktalar, din bilginleri mitolojik terimleri hıristiyanlığın, budizmin ve hıristiyanlığın başlangıcındaki sırları bilen mezheplere gönderme olarak yorumladılar. Bu filmlerin kaçınılmaz olarak iğneleyici, batıcı, alaycı, rahatsız edici ve nüktedan şekilde verilen politik yankıları da mevcuttur. Dünyanın nasıl yönetildiğini açımlamaktadırlar.

4-Şu sıralar politikaya inanç önemli ölçüde yokolmuş ve teknoloji dönüştürülmüş dünya rüyasını tek başına ifade eder hale gelmiştir. Çok az kimse refahın daha adil bölüştürülmesiyle açlık ve fakirliğin bertaraf edileceğine inanmaktadır. Politikayla ne Irak’ın işgalini engelleyebildik, ne de açlık sorununu.

5-Anenevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için yerine video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak. Çevreye kafayı takmamak için de walkman.

6-Matrix insanın daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzularının en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı bir rotadır.

7- Ünlü Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem meslekdaşlarından birkaç on yıl önce 1964’te yayımlanan summa techonologiae adlı kitabında Phantomat(düşomat/hayalmatik) adlı sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Phantomat’ın içinde yeni bir hayat seçmek mümkündü. Phantomat bize sufistlerin daima aradıkları
şeyi vermekteydi. Materyal dünyadan ve ölümlülükten sıyrılma. Sonsuza dek sanal bir âlemde varolmak.

8-Cypher davranışı/vakası. Lem insanların rüyalar âlemini kargaşa ve kavgalarla dolu gerçek dünyaya tercih edeceklerinden korkmaktaydı. Şu anda Batı dünyasında kitlesel medya tarafından oluşturulmuş illüzyon içinde yaşamayı seçenler vardır.

Cahillik bir nimettir.

Bilinç ve bellek sorunu.

9- Matrix kendini sonsuza kadar yenileyebilecek şekilde inşa edilmemiştir. Er ya da geç kader ya da zaman nedeniyle yokolup gidecektir.

10- Matrix üzerine yapılan yorumlardan birinde sistem içinde arıza yaratacak bir kaynağa değinilir. Bu insani serbest iradedir. Koza içinde yaşayanlar bir sanrı içinde yaşarlar. Ama bir kez bunun sanrı olduğunu keşfederlerse karşı çıkabilirler.

Serbest iradenin metafizik yorumunun yeri neresidir?

11-Gerçekliğin problemlerimizin aslında çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur.

12-Matrix filmleri teknolojik sihirin harika bir sanat ürünüdür. Eğer bir mesajları varsa, bu teknolojinin sihir olmadığıdır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez.

*
Ünlü kültür eleştirmeni Slavoj Jijek ne diyor? ‘Matrix filmi felsefecilerin mürekkep lekesi testidir. Felsefeciler orada kendi gözde felsefelerini görüyorlar.’ Toplantımızda Jijek’in görüşleri de yonga malzememiz olacak.

*
Benim de bu konu ile çeşitli yerlerde yayımlanmış bir denemem var. Üç başlığı var. Burada Kahverengi Hap ve Cypher Hapı
yerine sonuncusunu kullanmayı yeğledim.

İhanet Hapı

Hapı yutma diye argo bir deyim vardır. Olumsuz anlamda kullanılır. İnsan hastalanınca iyileşmek için hapı yutmaz mı? O halde hapı yuttuk denince neden bir şeylerin ters gittiğini düşünürüz? Bizi hap yutacak hale getirecek bir rahatsızlıktır sözü edilen mecaz olarak. Ya da yıllar öncesinden ünlü Matrix filmindeki kırmızı ve mavi haplara bilinci örtülü bir göndermedir. Olur ya!

Matrix filmini hepiniz görmüşsünüzdür. Wachowski kardeşlerin 1999’da yeni milenyum öncesi dünyayı sarstıkları film. Konusu filmi görmeyenlerin kulağına bile çalınmıştır bir yerlerde. Tek bir film yeterdi, ama para hırsıyla üç ayrı film yapıldı. Diğer iki bölüm ilkinin tadını veremedi. Çünkü bütün felsefe cephanesi birinci filmde patlatılmış ve tüketilmişti.

Matrix üzerine çeşitli yorumlar yapıldı. Filozoflar dış dünya gerçekliğini sorguladılar. Din bilginleri mitolojik terimleri hıristiyanlığın, budizmin ve hıristiyanlığın başlangıcındaki sırları bilen mezheplere gönderme olarak yorumladılar. Bu filmlerin kaçınılmaz olarak iğneleyici, batıcı, alaycı, rahatsız edici ve nüktedan şekilde verilen politik yankıları da mevcuttur. Dünyanın nasıl yönetildiğini açımlamaktadırlar.

Filmin konusu özetle şöyledir: Bilgisayar hackerı Thomas Anderson dünyada sıradan bir yaşam sürmekte ve 1999 yılında yaşadığını sanmaktadır. Gizemli Morpheus’la tanışınca gerçeğin farklı olduğunu fikrine toslar. Aslında 200 yıl ötededirler ve akıllı makineler dünyada kontrolu ele geçirmişlerdir. Bilgisayarlar 20. yüzyılın sahte bir kopyasını oluşturmuşlardır. Aslında insanlar küçük hücrelerde hapistirler. Bütün bu sahte hayat ve makineler varlıklarını onların ürettiği biyo enerji vasıtasıyla sürdürülebilmektedir. Anderson, Neo yani Yeni lakabıyla makinelerin ürettiği insan kılıklı ajan Smithlerle mücadele etmeye başlar. Dünyayı yeniden insanların idaresine kavuşturmaktır amacı.

Bu mega bütçeyle üç bölüm halinde gösterilen film çok ilgi gördü. İnsanlar Matrix’in ana öyküsünde ve Anderson’un mücadelesinde neyi ilginç bulmuşlardı? Film tekniği gerçekten harikaydı. Bu tek başına yetmezdi. Bu öyküde bizi çeken neydi? Kırk yıl kadar geriye gidelim.


Ünlü Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem meslekdaşlarından birkaç on yıl önce 1964’te yayımlanan summa techonologiae adlı kitabında Phantomat(benim serbest çevirimle düşomat ya da hayalmatik) adlı sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Phantomat’ın içinde yeni bir hayat seçmek mümkündü.


İnsan böyle bir şeyi arzu eder mi? İster. Tanrım beni baştan yarat arzusunun şarkılara, romanlara ve operalara konu olmuş çok güçlü ve yaygın bir duygu olduğu unutulmasın.

Düş otomatı bize sufistlerin daima aradıkları şeyi vermekteydi. Materyal dünyadan ve ölümlülükten sıyrılma. Sonsuza dek sanal bir âlemde varolmak. Uyusam uyanmasam derler sıkıntıda olan kimseler. Bunla ölüp gitmekten çok rüyalara dalıp, hayalmatiğe kapılıp eskisinden çok daha olumlu bir gerçekliğe, daha keyifli, katlanılır bir hayata ulaşma özlemini kastederler.

Matrix filminde Anderson böyle bir imkânı kırmızı ve mavi haplar yardımıyla elde edecektir. Uyku tanrısı Morpheus kendisine hapları uzatır. Maviyi alırsa eski mutlu sorunsuz, ama sanal olan hayatına dönecektir. Kırmızı hapı yutarsa gerçekliği adım adım tanıyacak ve insanların yeniden normal hayata kavuşmaları için mücadele edecektir. Tabii ki kırmızı hapı seçer.

Neo bir seçilmiştir. Bir tür Mesihtir. Kurtarıcıdır. Yani nafile bir karakterdir. Mesih beklentisi insan aklının ve sezgilerinin iflasından başka bir şey değildir. Dünyada iyi olarak yapılan her şey sabrın ve kolektif çalışmanın sonucudur. En üstün vasıflı liderler, dahi dediğimiz bilim adamları ve sanatçılar, çevrelerinde onlara hazırlanmış bir ortamın çocuklarıdır. Dağ başından düzlüğe inmiş mitolojik yarı tanrılar değillerdir.

Matrix yapılmadan önce de bu konuları işleyen bazı filmler vardı.
Matrix’in yapılabilmesinde etkin olmuşlardır. Bunlardan biri Matrix’ten sadece bir yıl önce gösterime giren The Dark City’dir. Karanlık Şehir adlı öykü Matrix’i izleyicilere hazırlayan en önemli filmdir desek sanırım abartma olmaz. Öyküsü kısaca şöyledir: Filmin kahramanı John Murdock vahşice işlenmiş cinayetlerin katili olarak aranmaktadır, ama hafızasını kaybettiği için hiçbir şey hatırlamamaktadır. Kim olduğunu öğrenmek ve hafızasını yeniden kazanmak için verdiği uğraşlar sonucunda, insanın düşünce yapısının ne olduğunu inceleyip beynine hákim olmak üzere gizli deneyler yürüten yaratıklarla karşılaşır. Bütün şehir, yaşamı sandığı her şey bir simülasyondan ibarettir.

Bir diğer film de 13 kat, The Thirteenth Floor’dur. Matrix’le neredeyse aynı zamanda (1999) gösterime girdi. İki bin küsurlu yıllardaki bir bilişim uzmanı 1930’larda geçen bir simülasyon yaratır. Zaman zaman oraya yolculuk yaparak gönül eğler. Yarattığı sanal gerçeklik öyle güçlüdür ki, can verdiği sanal kahramanlar da zekaları sayesinde simülasyonlar yaratırlar.

Simülasyonlar niçin büyük bir titizlilikle planlanır? Bu mükemmellik arzusu neyi amaçlamaktadır. Kusursuz bir dünya mümkün müdür?

Matrix filminden iyi tanıdığımız ajan Smith bir sahnede şöyle der: “Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun? Sonuç bir felaket oldu.”

İnsanın kozaların içindeki enerji kaynağı olarak kullanılması, çalıştırılması yani, Matrix programının hedefi değildi. Hedef mükemmel bir dünya yaratmaktı. Kimbilir kaçıncı kez insanlığın mükemmel bir dünya arayışı hüsranla sonuçlanmakta.

Şimdi zamanımıza hepimizin ittifakla kırmızı hap kürü yaptığını düşündüğü anlara bir bakalım. İngiliz felesefecisi John Gray Matrix filminin çağrıştırdığı durumlar üzerine çok güzel bir deneme yazmıştır. Zamanımızı çok iyi gören bu denemeden önemli bulduğum birkaç önermeye bir göz atalım.

Şu sıralar politikaya inanç önemli ölçüde yokolmuş ve teknoloji dönüştürülmüş dünya rüyasını tek başına ifade eder hale gelmiştir. Çok az kimse refahın daha adil bölüştürülmesiyle açlık ve fakirliğin bertaraf edileceğine inanmaktadır. Politikayla ne Irak’ın işgalini engelleyebildik, ne de açlık sorununu.

Anenevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için yerine video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak. Çevreye kafayı takmamak için de walkman ya da MP3.

Matrix insanın daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzularının en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı bir rotadır.

Matrix kendini sonsuza kadar yenileyebilecek şekilde inşa edilmemiştir. Er ya da geç kader ya da zaman nedeniyle yokolup gidecektir.

Matrix üzerine yapılan yorumlardan birinde sistem içinde arıza yaratacak bir kaynağa değinilir. Bu insani serbest iradedir. Kozada yaşayanlar bir sanrı içinde yaşarlar. Ama bir kez bunun sanrı olduğunu keşfederlerse karşı çıkabilirler.

Aslında gerçekliğin, problemlerimizin çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur.

Matrix filmleri teknolojik sihirin harika bir sanat ürünüdür. Eğer bir mesajları varsa, bu teknolojinin sihir olmadığıdır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez.

Matrix filminde Morpheus’un hovercraftındaki asilerden birinin adı Cypher’dır. Zamanla insan ve makine arasıhdaki bitmez tükenmez savaştan yorulmuştur. Bu gerçeği hiç bilmediği, kozasında mutlu hayatını sürdürdüğü anları özlemektedir. Sonunda aşırı yorulur ve ajan Smith’le bir anlaşma yapar. Neo’nun yerini ele verecek, bunun karşılığında sorunsuz eski durumuna, mavi hap yuttuğu zamanlara dönebilecektir. Arkadaşlarına ihanet eder. Çok kayıplar verdirir ve kendi de telef olur gider.

Cypher filimde İsa’yı eleveren Yahuda gibi canlandırılır. Bu Neo’ya kutsal bir aura kazandırmak için düşünülmüş kasıtlı bir yanıltmadır. Bence esas ihanet uydurma bir mesih olan Neo’yu elevermek değildir.

Az önce sözünü ettiğim yazar Lem insanların rüyalar âlemini kargaşa ve kavgalarla dolu gerçek dünyaya tercih edeceklerinden korkmaktaydı.
Bu korkuyu simgeleyen Cypher ihaneti karşılığında sadece eski konumuna dönmeyi isterken, bildiği gerçekliği de tümden unutmak ister.

Bu mümkün müdür?

Şu anda dünyanın her yerinde kitlesel medya tarafından oluşturulmuş illüzyon içinde yaşamayı seçenler vardır. Bunlar sanıldığı gibi tümden mavi hap yutanlar değildirler.

Zamanımızda mavi hap konumunda kalmak iyice zorlaşmıştır. Kitle iletişim araçları bizi yamulmuş, anlamı dönmüş de olsa gerçeklikle bombalarlar. Bu nedenle kursaklarımızdan geçen artık kahverengi bir haptır. Yaşanan illüzyonun gerçek olmadığını, sonsuza kadar devam etmeyeceğini biliriz, ama mış gibi yaparız. Bir sabah mış gibi gerçekliğine uyanacağımızı hayal eder dururuz. Cypherlık yaparak gerçekliği görmezden gelmeye çabalarız. Markalı giysiler, yeni arabalar, hızlı bir bilgisayarla kaçış yolunda tutunmaya çabalarız.

Sonra bir an gelir, illüzyon çöker ve kaba gerçeklik acımasızca üzerimize abanır.

Başta çevre felaketleri olmak üzere bir çok acil sorun bize renk renk haplar sunmak üzere sırasını beklemektedir.

Kısacası: Neo’lar ve kırmızı haplar mevcut değil. Mavi hap uyuşturucu ve boş bir umut. Mesihin geleceği falan da yok. Önemli olan bütün haplardan uzak durarak külyutmazlık formatı edinebilmektir.
Sadık Yemni- 2007

-----------------------------------------------

*
Yaz sonrası programımız G. Monbiot, S. Jijek, David Graeber, Andrej Grubacic vb. gibi yazar ve düşünürler, Panopticon, Psikolojik savaş, GDO felaketi, Çevre sorunları, yakın geleceğe komplo teorileri gözlüğüyle bakmak vb. gibi konularla devam edecek.

*
SineODA çalışmalarımız eylül ortasından itibaren haftada birlik periyotlarla film gösterimine başlayacak. Aylık programlar önceden kulübümüzün üyelerine yollanacaktır. Birlikte şu ana kadar yapılmış en iyi filmleri izleyecek ve bitiminde (bazen yemekli olarak) üzerine tartışacağız.

*
Geçen altı ayda işlenen konuların bazılarına görsel bir bakış:

*
Yazı Atölyesi çalışmalarımızın hazırlıkları tamam. Çok yakında sürekli işlik şeklinde çalışmaya başlayacağız.

*
Oda Edebiyat ve Fikir Yonga dergimizin 8. sayısı şu anda sanal uzayda salınmakta. 9. sayı 1 ağustosta dalından düşecek. Dergimizin genç yazarları Türkiye’deki basılı ve dijital dergilerde boy göstermeye başladılar. Yakın gelecekte kitap kapaklarının üstünde de adlarını göreceğimizi umuyorum.

www.odasanat.org

*
Başka gelişmeler de var, ama şimdilik sürpriz kalsın.

Hepinize şimdiden hoş senaryolu, kazasız belasız, sıhhatlı, bol dinlenmeli, az stresli bir yaz tatili diliyorum.

Selamlar ve sevgiler

Hayal Tozu Gölgecisi


---------------------------------

Emmanuel Todd - İmparatorluktan Sonra


Sevgili Fikir Yongacıları,

17 Mayıs Cumartesi günü Emmanuel Todd’un İmparatorluktan Sonra adlı kitabını işlemek üzere 14.30’da toplanacağız.

Önermeler:

1 – 11 Eylül saldırısı sonrasında Amerika’nin (Amerikalıların) kafa yapısı belli oldu. Joseph Nye’nin Soft Power adlı yapıtında yazdığı şeyin gerçek olduğunu kavradık. Amerika sadece silahının gücüyle yönetmiyor, değerleri, kurumları ve kültürüyle dünyaya egemen oluyordu. Kısacası bizim Amerika’nın gönüllü köleleri olduğumuz ortaya çıkmıştır.

Soft Power - Fighting terror and extremism is not just a question of military action and law enforcement. Culture, ideas and non-military policies — often referred to as soft power — are just as important. And it is in this area that other countries — especially in Europe — can complement U.S. strengths. Joseph Nye, author of "Soft Power," outlines how in this excerpt.


2 – Amerikan dış siyasetini yönlendiren gizemli etken onun sahip olduğu aşırı güç değil, içine düştüğü zafiyettir. Amerika’nın baştan aşağı yanlışlarla dolu, saldırganlık üzerine kurulmuş stratejisi, tek güç şımarık tavırları ancak bu yetersizlik korkusuyla açıklanabilir.

3 – Eğitim düzeyini artırıp nüfusunun gelişimini sağlamış ve demokrasisini kurmuş ülkeler, Amerika olmadan da yaşayabileceklerini görmeye başlamışken ABD diğer ülkeler olmadan yaşayamayacağını anlamıştı.

4 - Demokrasi zayıf olduğu ülkelerde giderek güçlenmekte, güçlü olduğu ülkelerde ise zayıflamaktadır.

NOT: G: Monbiot yaz sonrası listemizde duruyor. Burada kısaca değiniyorum:
İki hafta önce, the Telegraph, benimsenmesi halinde yeni bir terörist saldırıyı engelleyeceğini öne sürdüğü, "Britanya kimliğinin 10 temel değerinin" listesini yayımladı. (6) Bunlar bağrımıza basmayı tercih edeceğimiz değerler değildi, ama "kimliğimizin tartışılmaz bileşenleriydi". Bunların arasında, "kraliyetin parlamentodaki egemenliği" ("Lordlar, Avam ve kraliyet bu topraklardaki en üst yetkeyi oluşturur"), "özel mülkiyet", "aile", "tarih" ("Britanyalı çocuklar ... bir dizi muazzam ulusal başarıyı miras alırlar") ve "İngilizce'nin konuşulduğu dünya" ("11 Eylül 2001'deki acımasız saldırılar yabancı bir ülkeye karşı değil, anglodünyaya karşı düzenlenmiştir") yer alıyordu. Bu tartışılmaz talepler teröristlerinkinden o kadar da farklı değil. Ebedi bir halife yerine ebedi bir monarşi. İslami bir tarih görüşü yerine Eton usulü bir tarih görüşü. Ümmet yerine, anglodünya.


5 – Evrensel terörizim kavramı sadece, sürekli savaş halinde olacak bir Eski Dünya’ya gereksinimi olan Amerika Birleşik Devletleri’nin işine yaramaktadır.

6 – Toplumların belli bir modernleşme sürecinden sonra barışı sağladığı ve erktekelci olmayan, çoğunluğun kabullendiği bir yönetim şekli oturtmayı başardıkları görülmektedir.

7 – ABD’den, yeniden diğer ülkelerden farksız liberal ve demokratik bir ülke olması, askeri kadrolarını azaltması ve dünyada barışın sağlanmasına katkılarından dolayı kendisine minnettar olan dış dünyanın takdirini toplayarak hak ettiği emekliliği alması istenecektir.

8 - İmparatorluk Boyutu: ABD İmparatorluğu! Atina’ya mı, Roma’ya mı benziyor?

9 – Hiç kuşkusuz ABD ilk zamanlarda dünyanın büyük bir bölümüne barış ve refah getirme iddiasında tamamen haklıydı.

10- Rakamlar (Sayfa.74) bize büyük ya da küçük servetlerin üretimle değil, dış dünya üzerinde kurulan siyasi egemenliğin sonucunda elde edildiğini anlatmaktadır.

11- Evrensellikten uzaklaşma: Amerikalılar, bazı yabancıları kendilerinin benzeri ve eşiti, bazılarını da kendilerinden farklı ve aşağı görüyorlar. Avrupa ne kadar evrensel?

------------------------------------


*

Emmanuel Todd: Kouchner's "Military-Without-Borders" Marianne2 Interview
Monday 17 September 2007

Emmanuel Todd, along with Youssef Courbage, has just published a book, "Le rendez-vous des civilisations"(1), which debunks the thesis of the clash of civilizations. For these two demographers, the rise in radical Islam is only one among many signs of the modernization of the Muslim world, the demographic aspect of which, moreover, is the most striking. The societies of the Muslim world have entered a demographic transition that sees men's literacy progress, then women's, before the number of children per woman approaches the level in the West. According to the authors, all that evokes a rise in individualism in societies. Demographic analysis consequently leads them to reject the idea of a difference in nature between formerly Christian and Muslim societies.
Marianne2: What is one to think of Bernard Kouchner's jackbooted statement about Iran?


Emmanuel Todd: His intervention reanimates a personal question that dates back to the war in Iraq when he already pronounced himself in favor of the American intervention: What can the psychology of a doctor who demonstrates a stable preference for war be? We go too quickly from Doctors-of-the-World to "Military-Without-Borders."
More seriously, Bernard Kouchner has only rather clumsily expressed the Sarkozy position, which, in fact, is the Washington position. Before the presidential election, I had suggested that the Americans would wait for Nicolas Sarkozy's election to attack Iran.
The Quai d'Orsay proposes another reading of that statement: It's not, in fact, about threatening Iran, but about showing its present leaders the economic cost of their refusal to obey the international community's recommendations.
They can say what they want, but the word war has been pronounced and the Quai d'Orsay will teach other news through the press.
Iran worries some observers more than Iraq did before the American intervention.
The question of Iran presents itself in the form of a stream of images and facts difficult to interpret as seen from France. There are the absurd statements of President Ahmadinejad, images of women covered in black and the ambient Islamophobia. All that masks the deep reality of Iran: a society in the midst of rapid cultural development, in which there are more women than men enrolled in university, a country in which the demographic revolution has reduced the number of children per woman to two, as in France or the United States. Iran is in the process of giving birth to a pluralistic democracy. It's a country where, certainly, not everyone can stand for election, but where people vote regularly and where swings in opinion and majority are frequent. Like France, England and the United States, Iran has lived through a revolution that is stabilizing itself and where a democratic temperament is blossoming.
All that must be related to a religious matrix in which the Shiite variation of Islam values interpretation, debate and, ultimately, revolt.
For a simple Western observer, the similarity between Shiism and Protestantism is not particularly obvious.
It would be ridiculous to push this comparison to the extreme. But it is clear that - just as Protestantism was an accelerator of progress in European history and Catholicism was a break - Shiism today brings a positive contribution to development, notably in the domain of birth control: Azerbaijan, certainly post-Communist, but also Shiite, has a 1.7 fertility rate, while the Shiite Alawite regions of Syria have completed their demographic transition, unlike the majority-Sunni regions. In Lebanon, the Shiite community, Hezbollah's social base, was behind on the educational and social levels, but is in the process of catching up with the other communities, as one sees in the development of fertility rates.
Iran is also a very big nation that demonstrates a realistic awareness of its strategic interest in a region where most of its neighbors possess the nuclear weapon: Pakistan, (and, via the presence of the American Army) Iraq and Afghanistan, Israel. In that context, the reasonable European attitude would be to accompany Iran in its liberal and democratic transition and to understand its security preoccupations.
In your book, you make the altogether surprising hypothesis of a possible secularization of Muslim societies.
To the extent that within the Catholic, Protestant, Orthodox and Buddhist worlds, the drop in fertility has always been preceded by a weakening of religious practice, one must wonder whether the Muslim countries in which the number of children per woman is equal to or less than two are not also in the process of experiencing, unknown to us - and perhaps also unknown to their leaders - a process of secularization. That's the case of Iran.
Why have the Americans and Sarkozy adopted this strategy of confrontation with Iran?
The American diplomatic services are perfectly up-to-date with respect to the Iranian reality, the rise in democracy and the country's modernization. But they want to destroy a regional power that threatens their control of the oil region. It's pure cynicism exploiting the present lack of understanding of the Muslim world. In the case of Sarkozy, I would lean more towards the idea of incompetence or sincere ignorance that nonetheless leads him to initiate a foreign policy contrary to France's moral values and interests. Possible French economic sanctions against Iran will make the Americans - who no longer have interests in that country - laugh and make the Germans - who, like us, have many interests, but seem more realistic for the moment - smile.
(1) "Le rendez-vous des civilisations," Emmanuel Todd and Youssef Courbage, Le Seuil, 2007.


For Todd, No "Clash," but a "Rendezvous of Civilizations" By Le Yéti Rue89
Wednesday 19 September 2007
In 1976, when he was 25 years old, he predicted the dissolution of the Soviet Union ("La Chute finale" ["The Final Fall: An Essay on the Decomposition of the Soviet Sphere"]). Before he demurred, the paternity for the discovery of the "social fracture" in 1994 was attributed to him, following a study conducted for the Fondation Saint-Simon.
In 2002, he settled the fate of the United States ("Après l'empire" ["After the Empire: The Breakdown of the American Order"]) and in 2006, he waged war against the "empty candidates" he considered Nicolas Sarkozy and Ségolène Royal to be. For this season, demographer/anthropologist Emmanuel Todd, grandson of the writer Paul Nizan, authors with sidekick Youssef Courbage, also a demographer, an essay that debunks the so-frequently-heralded "clash of civilizations." And demonstrates that we could be on our way to a convergence of the same. With a few punishing ignition failures, it is true.
The authors establish a correlation between two essential factors of human development that very frequently precede revolutions.
First of all, literacy, almost infallibly accompanied by an ebb of religious believers. Men's literacy generally precedes that of women, with a time lapse that differs between communities. Second, the reduction in fertility rates that arises almost naturally from the phenomenon of literacy and precipitates the decline of fundamentally natalist religions. These factors are obviously not the only ones at work.
A number of other parameters must be considered: the type of familial organization, the stranglehold of the religious order, demographic pressure.... As for economic takeoff, eternally advanced by Western societies to explain humanity's progress, it is much more a consequence of literacy than its main cause.
The phenomenon affects all human societies at different eras. In France, the 1789 Revolution punctuated the Enlightenment, but the fertility rate began to drop twenty years before those "events." In Russia, the literacy rate for men crossed the 50 percent threshold around 1900, or seventeen years before the Revolution. It took until 1942 for China to achieve the same level (victory of the Maoist People's Liberation Army in 1949). In Iran, adult male literacy (for at least 50 percent) occurred in 1964, that of women in 1981, with a fall in fertility as of 1985 (Khomeini arrived in power in 1979).
We note that revolutions are not solely liberating! The phenomena of transition induced by the modernization that the increase in literacy represents often entail reactions of rejection by a social body sandbagged by its traditions.
The history of our Old Europe is marked by violence, from the Protestant Reformation to the Second World War. Communism, a "substitution faith," prospered on the ruins of religious beliefs in Russia (Orthodox Christianity) and in China (Buddhism). In Muslim countries, the undermining of paternal authority, when the father is the central and significantly protective figure after God of the Muslim family, exacerbates and radicalizes tension. "Fundamentalism is but a transitory aspect of the shake-up in religious belief, the new fragility of which induces re-affirmative behaviors," note Courbage and Todd.
This need for religious re-affirmation strikes even those who have the most reason to be assailed by doubt: scientists, savants, philosophers.... Descartes and Pascal in their time; the engineer bin Ladin today.
Of course, one would like to think that growing literacy of populations inevitably leads to a happy convergence of civilizations in the long run. The suppositious and inevitable "clash of civilizations" that some advance acts above all as a decoy to hide the pitiless economic war based on control of energy resources that the Western bloc and the nations of the South are conducting against one another. For it's at this level that the shoe of optimism pinches. And someone like Kouchner may, still just recently, announce that we must prepare ourselves for the worst, even a "war" against Iran, without setting off anything but a few isolated and tired expressions of indignation.
One should not underestimate the unbelievable and hypnotic self-destructive capacity of human societies, their insatiable and blind appetite for power. Nor their inability to accept their human condition as ephemeral and imperfect beings, to vanquish their own demons, to jam the gears of the catastrophes that they themselves have provoked.
How to explain that, having reached an unequaled summit of material comfort and technical modernity as we have, the suicide rate of our so-very-rich societies is so elevated? With over 10,000 deaths in France, suicide kills more people than traffic accidents. Courbage and Todd cite sociologist Émile Durkheim who, in "Suicide," already pointed out man's "propensity to self-destruct in anticipation of reciprocal murder on a Continental scale during the First World War."
A happy or unfortunate Rendezvous? Or something in between? And when? We shall undoubtedly find out very soon.
(1) "Le Rendez-vous des civilisations" by Emmanuel Todd and Youssef Courbage - Le Seuil / La République des idées.
Translation: Truthout French language editor
Leslie Thatcher.
-------
Jump to today's Truthout Features:
Formun Üstü

Formun Altı
(In accordance with Title 17 U.S.C. Section 107, this material is distributed without profit to those who have expressed a prior interest in receiving the included information for research and educational purposes. t r u t h o u t has no affiliation whatsoever with the originator of this article nor is t r u t h o u t endorsed or sponsored by the originator.)
"Go to Original" links are provided as a convenience to our readers and allow for verification of authenticity. However, as originating pages are often updated by their originating host sites, the versions posted on TO may not match the versions our readers view when clicking the "Go to Original" links.
-------------------------------------------