27 Ocak 2009 Salı

They Live - Onları yaşatanlar biziz


They Live - Onları yaşatanlar biziz


Ünlü rejisör John Carpenter, 1988 yılında yaptığı filmin adı They Live. Carpenter, Frank Armitage takma adıyla Ray Nelson’un 1963 yılında yazdığı Sabah saat sekizde (Eight O’Clock in the Morning) adlı öyküden ve 1981 ile 1987 yılları arasında çıkan Alien Encounters (Alien ile karşılaşma) adlı dergiden hareketle yazmış senaryoyu.

Kısmen bilimkurgumsu thriller, kısmen kara komedi olan film tamah, güdümlü tüketim ve günümüzde ekonomik krizlere karşı duyulan korkuyu da yansıtmakta.

1980’lerin Amerikası. Toplumu ve ekonomiyi yöneten elit sınıflar medyayı ekonomik çıkarları için kullanan, aslında dünyalı olmayan kimseler olarak gösteriliyor.

Filmin öyküsü kısaca şöyle: O sıralar ünlü bir güreşçi olan Roddy Piper’in canlandırdığı John Nada Los Angeles’de evsiz barksız ve iş arayan biridir. Bir şahtiyede iş bulur. Oradan tanıdığı arkadaşı sayesinde evsiz ve barksızların barındığı shantytown’da, derme çatma kurulmuş bir gecekondu biriminde kalır. Gece sokağın karşısındaki küçük kilisede bazı garipliklerin yaşandığını farkeder. Sonra gece yarısı polis kiliseyi basar ve gecekonduda oturanları orayı terketmeye zorlar. John çöplerin arasında bulduğu bir karton kutuda yüzlerce güneş gözlüğü bulur. Bu kutu daha önce dikkatini çekmiştir. Birini alır ve diğerlerini saklar. Gözlüğü takınca birden şehrin görüntüsü değişir. Her yerde normal gözlerle görünmeyen, ama beyin tarafından farkedilmeden algılanan kocaman reklam panoları asılıdır. Obey-İtaat et, conform- boyun eğ, watch television and sleep-televizyon izle ve uyu yazılıdır. Bir diğer panoda Karayipler’e gel yazısı bulunmaktadır. Daha yukarıda plajda yatan bir kadın resmi ve Evlen ve üre yazısı göze çarpmaktadır. Bir kumbara resminin altında Bu senin tanrın yazılıdır.

Gözlükle bakılınca bazı insanların yüzleri kurukafa şeklinde olan Uzaylılar (Alien) olduğunu farkeder. Bunlar her yerdedirler. Dünyayı idare eden kesim olmuşlardır kimseye belli etmeden.

John Nada o kilisede gördüğü kimseleri bulur ve uzaylılara karşı (aliens) kurulmuş örgütte yer alır. Katıldığı seminerde uzaylıların dünyadaki karbondioksit ve metan çıkışını mahsus artırmakta olduklarını, bunu dünyayı geldikleri yere benzetmek için yaptıklarını öğrenir. Lensleri Albert Hoffman adlı biri icat etmiştir. Bu kimsenin LSD’nin mucidi olduğundan söz edilmez tabii ki. Lensler sayesinde kara gözlük takmadan kurtulurlar ve rahatlıkla gerçek dünyayı izleyebilirler.

Bu arada cable 54 adlı yerel bir televizyon vericisinden uzaylıları kamufle eden sinyalin verildiğini saptamışlardır. Nada güçlükle çatıya çıkar ve ölmek pahasına çatıdaki anteni imha eder. Son nefesini verirken zaferle uzaylılara fallus işareti yapar.

Işın kesilince Los Angeles sürprizlerle dolu bir yer olur. Barda sohbet eden kibar giyimli birinin, televizyonda haberleri veren spikerin vb. alien olduğu çıkar ortaya. Film seks yapan iki kişiden birinin şoke olmasıyla sona erer.


Carpenter’ın filmindeki politik mesajın yoğunluğu 1980’lerde iyice belirginleşen bir hastalıktan, popüler kültür ve politikanın giderek artan derecede ticarileşmesinden duyulan rahatsızlıktan kaynaklanmaktadır. Carpenter o sıralardaki deneyimini şöyle anlatır: Tekrar televizyon seyretmeye başladım. Ve hemen gördüğümüz her şeyin bize bir şey satmak için dizayn edildiğini farkettim. Bütün istedikleri bizim bir şey satın almamızdı. Tek istedikleri şey paramızı almaktı. Bunlar bir çeşit Alien’dı ve bütün insanlığı hipnotize etmişti.

Bu film yapılalı yirmi yılı geçti. Şu anda içinde bulunduğumuz ekonomik kriz bu alienlerin işi. Kan döken ve dünya çapında barışa izin vermeyenler de onlar. O bahsini ettiğimiz ışın sayesinde foyalarını belli ölçüde gizlemeyi başarıyor ve gerçeği çarpıtıyorlar. Işının acımasız hizmetkârları her yerdeler. Ama Nada’ların sayısı da artmakta.

Bir gün ışın kesildiğinde alienlar maskesiz kalacaklar. Maskeleri besleyen ışının kaynağı biziz. Mini Cable 54’ler hipnozla beynimize iliştirilmiş durumda. Işın onların yenilebilir olduğunu düşündüğümüzde kendiliğinden kesilecek.

Bu kadar basit!

------------------------

21 Ocak 2009 Çarşamba

KORKU ZAMANLARI - Açık Toplum için bir savunma


Hollandalılar En Çok Nelerden Korkuyor?
Açık Toplum için bir savunma

Hollanda bir korkunun pençesinde.

Üniversite profesörü Louise Fresco 2008’in şubatında, İtalya’da uzun bir süre kalıp döndükten sonra, aynı gazetede yayımladığı yazısında Hollanda’nın kolektif bir depresyon yaşadığını, bunun hakkında konuşulmadığı için ülkede durumun asla iyileşmeyeceğinin düşünüldüğünü saptıyor.

Kısacası Hollanda halkı gerçekten korkuyor ya da Hollanda halkı özellikle korkutuluyor? Biz korkutulduğunu düşünüyoruz.

Hollanda ‘İktidara gelince çok kültürlü toplumu tasfiye edeceğiz’ diyen Hans Janmaat’ı yargılayan 1997’lerden bu yana çok değişti.

‘Doğu Batıyı satın alıyor. Çinliler Alman Dresdner bankasının hisse senetlerini aldılar. Yakında SBS6’yı da Çinliler devralacak. Çin firmaları Avrupa’da bir Truva atıdır.’


Elitin eğitimden gelen eksiklikleri yüzünden bugün yetkin, mükemmel bir açık toplum havası yaratmak yerine, bugünün korkan Hollandasının alemeti farikası olan yabancıdan korkan, kindar ve içine kapanık bir atmosfer yaratılmıştır.




Geçen yılın sonunda Het Bange Nederland, Korkan Hollanda adlı bir kitap yayımlandı. Jan Willem Duyvendak, Ewald Engelen ve Ido de Haan adlı üç yazarın kitabı bu ülkede yaşayan herkesi olduğu kadar, özellikle Türkleri, Faslıları ve müslüman göçmenleri ilgilendirmekte. Bu sayımızda sizlere bu kitaptan önemli gördüğümüz pasajlardan alıntı yapacak ve verilmek istenen mesajı ayrıntılı bir şekilde özetleyeceğiz.

Hollanda halkının korkuları üç ana maddede özetlenmekte.
1 – Yabancılar
2 – Kozmopolitlik, yani dünya vatandaşlığı
3 – Kapitalizm

Havalandırma kapakları sımsıkı kapalı başlıklı birinci bölüme biraz kulak verelim.

Hollanda bir korkunun pençesinde. 2005 yılının şubatında, Theo van Gogh cinayeti sonrası Geert Mak o sıralarda çok ünlü olan Gedoemd tot kwetsbaarheid, İnciticiliğe dek lanetlenmiş, adlı yazısında Hollandalıların dünyaya bakışlarında korkunun merkez öğe haline geldiğini saptıyor. Hıristiyan Demokrat partiden Maxime Verhagen o sıralarda NRC Handelsblad gazetesinin birinci sayfasına aynı saptamayı şu şekilde taşıyor:
‘Toplumu endişe ve korku etkisi altına almış durumda. Hollanda günahsız olma özelliğini kaybetti, bir kimlik krizinin içine süreklenmiş durumda. Adeta bir vakümün içinde ve kendine yeni bir yön arıyor. Biz her şeyi yapamayacağımızı, hoşgörünün sınırsız olamayacağını ve çok kültürlülüğün daima mutluluk verici olmadığını idrak ediyoruz. Bireyselliğin, saygısız davranışların, radikalleşmenin ve terörizmin aşırı serbestliğin sonucu olduğunu giderek daha çok farketmekteyiz.’

O zamandan bu yana bu korkular azalmadı. Bakan Ella Vogelaar 2007 yılı sonunda Geert Wilders ve Rita Verdonk’u güvensizlik duygusu yaratmakla suçladı. Amsterdamlı profesör Meindert Fennema NRC Handelsblad gazetesine durumu şöyle izah ediyor: Politik kusursuzluk korku politikasıyla yer değiştirmiş durumda, ama aynı sonucu veriyor. Genele yayılmış istek tartışmaların tonunu düşürmek ve artık müslümanları daha fazla incitecek şeyler söylememek şeklinde.

Üniversite profesörü Louise Fresco 2008’in şubatında, İtalya’da uzun bir süre kalıp döndükten sonra, aynı gazetede yayımladığı yazısında Hollanda’nın kolektif bir depresyon yaşadığını, bunun hakkında konuşulmadığı için ülkede durumun asla iyileşmeyeceğinin düşünüldüğünü saptıyor. ABN-Amro’nun parçalanmasını, Polonyalı işçilerin gelmesi cinsinden her oluşum bu duygunun haklılığının bir kanıtı gibi görülüyor.

Kanaat liderlerinin dışındaki topluluklarda da korku konu edilmekte. Dordrecht’den dahiliyeci Gijs de Jong Trouw gazetesine 2008 martında yolladığı mektupta şunları söylüyor:

Korku kontrol edilemeyen bir duygu. Terörizm ve İslam için korku. Ama bu tamamı değil. Bu korkuyu besleyen daha derin korkular mevcut. İnsanlar çevrelerinin değiştiğini görüyorlar ve otoriteden hiç kimse onları dinlemiyor. İnternet birçok şeyi elde etmemizi sağlıyor, ama dünyayı küçültüp hızlandırıp birçok insanın boyunu aşıyor. Euro hayatı daha pahalı yapmıyacak denmişti. Herkes gelirinin 2.20 kere azaldığını, ama fiyatların böyle olmadığını biliyor. Küreselleşme saadet kaynağımız olacaktı. Bir çok kimse Çin ve Hindistan’dan gelen mamuller yüzünden iş alanlarının kaybolduğunu görüyor. Daha iyi servis verme bir çok firmada telefon servislerine bırakılmış durumda. ABN-Amro saygınlığı olan bir bankadır. Birkaç aysonra satıldı ve sorumluluklarını yerine getirmedi. Biz neden işten kolayca çıkarma hakkını vermiyoruz? Bunu istiyenler hariç, kim çalışanlar işten daha hızla atılırlarsa daha çok iş alanı açılacağını düşünüyor? Kısacası hvatandaş yaşamı üzerindeki kontrolu kaybettiğini ve bunun giderek sadece daha kötü hale geldiğini hissediyor. Kimliğini ve yaşam perspektifini kaybetmekten korkuyor. Bu korku kapının dışında tutulmak zorunda. Bunu sadece gürültü ve bir diğer paratöner (yıldırımsavar) için yapabilirsiniz.

Dordrechtli ilginç dahiliyecinin sayıp döktüğü gibi korku bir çok şeyden kaynaklanabilir. Ama ne olduğunu keşfedebileceğimiz bir şablon mevcuttur. En önemlisi başta Türkler, Faslılar, müslümanlar, fundamentalistler ve terröristler olmak üzere yabancı kültürün başat hale gelmesi korkusudur. İkinci korku kendi içlerinden gelen, kozmopolitlerin beşinci kolu tabir edilen, yani dünya vatandaşları, sol kilise tabir edilen ekibin tabuları, kültürel bocalamalara neden oluyor. Sonuncu olarak ekonomik tehlikeler için duyulan korku geliyor. Yani yabancı yatırımcılar (içlerinde anglosakson ve ülke içinden olanlar da var), küreselleşmeciler, neoliberaller ve pazarfundementalisleri.
Bu tehlikelere karşı tepki olarak Hollandalılar son yıllarda kapılarını sert bir şekilde kapadılar. Göçmenler yasası keskinleştirildi ve istenmeyen yabancılar ülkedışı edildi. İçeride kalmak sadece Hollanda kimliğine ayak uydurmakla mümkündü. Böyle bir kimliğin olup olmadığını soranlar kozmopolit olarak damgalanmaktaydılar. Hollanda’nın uluslararası ekonomi sayesinde nasıl zenginleştiğini bilenler ekonomik izolasyonun en iyi zamanlarını yaşadığını görmekteler. Hollanda birkaç yıl içinde içine kapanarak, kendini kısıtlayarak, birçok şeyden korkan bir ülke olarak değişti.
Bu arada kimin kimden korktuğu, ya da kimlerin kimleri korkuttuğu pek açıkça belirgin değil. Bir şey çok açık;hakkında konuşulan korkular halkın gerçekten hissettiği korkular değil. Sosyal ve Kültürel plan bürosunun 2007 rakamlarına göre 1995’ten bu yana ilk kez o yıl en az sayıda insan kendini güvende hissetmediğini söylemiş. Risk almaktan kaçınan davranışlar örneğin akşamları evde kalmak ya da tehlikeli yerlerde gezinmekten sakınmak giderek azalmaktadır. Terör saldırılarına karşı duyulan korku da giderek azalmakta. Milli Terörle mücadele Koordinatörlüğünün araştırmalarına göre 2007 yılında Hollandalıların sadece yüzde 16’sı terör saldırılarından korkmaktaymış. Bu yüzde 2006 yılında yüzde 29’du.

Ferahlık verici haberlere rağmen korku, tanınmış politikacıların internette, televizyon ve radyoda icra ettikleri politik tartışma programlarında en önde gelen konu olmaya devam ediyor. Bu bize mevcut korkuların önemli bir bölümünün kendinden emin olmama duygusunun harekete geçirdiği duygulardan kaynaklandığını gösteriyor.
Kısacası Hollanda halkı gerçekten korkuyor ya da Hollanda halkı özellikle korkutuluyor? Biz korkutulduğunu düşünüyoruz. Kendine güveni olmayan elit diğer insanları korkutuyor. Bizim Hollanda’daki korku üzerine düşüncemiz budur. Suçlayıcı parmak özellikle bu tür eliti işaret etmektedir:politikacılar, halk temsilcileri ve idareciler. Hollanda ekonomisini yönetenler, medya, bilim ve kültürde önde gelenlerin bir kısmı.

Kitabın Korku İmajları başlıklı bölümüne kısa bir göz atalım.

Yabancılar
Yaratılan görüntüler, yaratılan imajlar masum değildir. Kanaat ve zevk oluşturan elitlerin geçen yıllarda ne yapacağı kestirelemeyen yabancı imajını nasıl inşa ettiklerini gördük. Yabancı bizim tam tersimizdir. O modernite evveldir, bizler modern ya da postmodernizdir. O sakallıdır, biz traşlıyızdır. O inançlıdır, biz laikizdir. O asosyal, biz sosyalizdir. O sadece gururuna düşkündür, biz ise hak edene değer veririz. O hemen sinirlenir patlar, biz sakince tartışırız.

Hollanda ‘İktidara gelince çok kültürlü toplumu tasfiye edeceğiz’ diyen Hans Janmaat’ı yargılayan 1997’lerden bu yana çok değişti.

Geert Wilders Fitna filminin gösterileceğini haber verdiğinde bakan vekili Ahmed Aboutaleb, ‘Müslümanlar için duyulan korku gerçektir ve müslümanlar bunu küçümsememelidirler.’ Dedi. Wilders’ı korku yaydığı için kınadı ve ‘Bırakın filmi yapsın. Bana yarın göstersin, korkmuyorum.’ Dedi.

Fortuyn Hollanda’nın islamlaştığını söyleyerek halkta şok yaratmayı başarmıştı.

Theo van Gogh müslümanlara sürekli olarak keçi düzücüler dediği için bir çok kimse için Max Blokzijl değil, bir çeşit Pietje Bell’di. Nahiv bir kahramandı yani.

Ayaan Hirsi Ali bir tartışma programında Hz Muhammed için ahlaksız dediği ve islamı çirkin, kabul edilemez bulduğu için saygınlık kazanmıştı.

Örnekler çok fazla. Burada bir kısmına değindik. Gelelim ikinci korku maddesine. Dünya vatandaşları.

De kosmopolit
Hollanda’daki yerli çokkültürcüler, dünya vatandaşları tepki çekmeye devam etmekteler.

Bir örnek 2007 yılının ekim ayında Hollanda ile özdeşleşmek konulu WRR – raporunun tanıtılması sırasında Prenses Maxima’nın Hollanda’nın özgün bir kimliği olup olmadığını sorduğunda olay çıkmıştı.

Yazar Paul Scheffer bir gün sonra De Pers’te şöyle yazmıştı:
Hollandalıların büyük çoğunluğu topraklarına bağlıdır. Tarih, dil, evlenme şekilleri kendilerine özgüdür. ... Maxima çok airmiles puanı biriktirdiği için bir dünya vatandaşıdır.

Maxima’nın De Telegraaf’daki cevabı şöyleydi:
Gariptir ki, saray ailesinde bu tür tehlike uyarılarını ciddiye alacak pek kimse yoktur. Saray ailesi Maxima’nın da dahil olduğu dünya vatandaşlarından oluşmaktadır ve kültürlerin birbirlerine entegre olmalarını zenginlik olarak görmektedir. Hollanda’daki entelektüeller de bu kesim içinde kendilerini evde hissetmektedirler. Onlar entegrasyonun bir çok vatandaş için sorun olduğunu, ama bunun geçici bir sorun olduğunu biliyorlar.


De Volkskrant gazetesi De Telegraaf’daki yoruma karşılık veriyor:
Maxima iyimser savunmasında kendi ayrıcalıklı pozisyonunun es geçiyor. Yüksek öğrenim görmüş ve korunmalı durumdaki bir kadın kendini kolaylıkla dünya vatandaşı hissedebilir. Toplumun daha az ayrıcalıklı kesiminde milliyet ve etnisite gerilim yaratıyor.(...) Maxima bir iyimser tecrübeuzmanı olarak politik gerçekliği ve bir çok Hollandalının duygularını es geçiyor.

Kapitalist
Üçüncü korku kapitalizme kritik bakıştan kaynaklanmakta. Doksanlı yılların ortalarında dünya çapında etkin olan finans kapital açıkça haşin bir faza girdi. Yatırımcılar artık kendi milli borsalarına bağlı değiller ve dünyada kâr yapabilmek için binbir dolap çevirmektedirler. Milli, saygın ve dev kurumların birbiri ardınca satılması, tafsiye edilmesi bütün dünyada olduğu gibi Hollanda’da da hayal kırıklığı yaratmış durumda.

‘Doğu Batıyı satın alıyor. Çinliler Alman Dresdner bankasının hisse senetlerini aldılar. Yakında SBS6’yı da Çinliler devralacak. Çin firmaları Avrupa’da bir Truva atıdır.’

Doğulu yatırımcıların Batı’yı satın aldığı söylentileri yabancıdan korku duygusunu körüklemekte. Hollanda halkı Hollandalı firmaların hâlâ Hollandalı olduğu zamanlar için nostalji duymaktadır.

Kitap açık bir toplumu savunurken zor günlerin aşırılığı, kendine güvensiz elit, ahlakdışı etkiler, göçmenlerin ufak çocuk yerine konması, açık ekonominin önşartları gibi konuları irdeliyor ve son olarak da daha kaliteli bir elitin seçilmesinin şart olduğunu vurguluyor.

Aynı isimleri yineleyip durmanın bir alemi yok. Politikayla ve tarihle biraz olsun ilgili olan herkes özellikle politik elitin eskilere nazaran bütün dünyada daha az kaliteye sahip olduğunu biliyor.

Daha bilinçli bir elitin seçimi
Söylendiği gibi açık bir toplum için şu anda Hollanda’da kanaatı şekillendirenlerden daha bilinçli, bilge elitlere gereksinim vardır.
Bugünkü elitlerin alameti farikası sadece dar görüşlü ve önyargılı
Olmak değildir. Bu elitler her açıdan bodurdurlar. Ruh, ambisyon ve cesaret olarak bodurdurlar. Sayı olarak azdırlar ve yeterince hareketli değildirler. Bu ekip sosyaldır ve kültürel olarak homojendir. Göçmenleri de hâlâ kadınlara yaptıkları gibi aralarına almazlar; ama bir kez alırlarsa uyuşmazlık nadiren görülür. Bu tartışmalarda sürekli aynı yüzleri görmemize neden olur. 2002 yılında kabinede bir değişim beklentisi belirdiyse de elitlerin kalitesi açısından bir gelişme meydana gelmedi. İyi çalışan sosyalizasyon mekanizmalarında ve elitin seçiminde eksiklikler mevcuttur. Bütün bunlara başlangıç olarak en büyük fire eğitimde verilmektedir. Aşağısı bayağı sert, üstü laubali bir şekilde yumuşaktır. Bu iki noktada da iyileştirme mümkündür.

İlköğretim son yıllarda deyim yerindeyse ‘problemçocuklarla’ dolup taşmaktadır. Seksen bin kadar öğrenci şu anda ya özel ilköğretim, ya da ‘birlikte tekrar okula’ çerçevesinde normal okullara gitmektedir. Doksan ortalarıyla kıyaslandığında artış yüzde 67’dir. Bazı öğrencilerde hiper aktiflik, okuma zorluğu, hesap yapma zorluğu ya da yüksek zekalı olma durumları tespit edilmiştir. Giderek artan sayıda öğrencinin ağır ders ortamı, kendini kanıtlama baskısı, sınav stresi nedeniyle okula isteksiz gittiği gözlemlenmektedir.

Üç yazar kitabın bu bölümünde sınav sistemlerine, üniversal eğitimin çok pahalı olmasına, öğrencilerin yarısının dört yıllık üniversiteleri yedi yılda bitirdiğine dikkati çeker.

Elitin eğitimden gelen eksiklikleri yüzünden bugün yetkin, mükemmel bir açık toplum havası yaratmak yerine, bugünün korkan Hollandasının alemeti farikası olan yabancıdan korkan, kindar ve içine kapanık bir atmosfer yaratılmıştır.



De Bange Nederland adlı kitabı okumanızı hassasiyetle öneriyoruz.

Yayıncı: Bert Bakker, Amsterdam
Yıl: 2008


25 Aralık 2008 Perşembe

Neo-Liberalist Küreselleşmenin sonu ve Bumerang pabuçları













Neo-Liberal Küreselleşmenin sonu ve Bumerang pabuçları.

Iraklı gazeteci Muntasar El Zeydi'nin ABD Cumhurbaşkanı W. Bush’a ayakkabı fırlatması bir devrin sona ermesinin mizah yüklü bir simgesi.
Immanuel Wallerstein aşağıdakı yazısında Neo-Liberal Küreselleşmenin muhtemel sonundan söz etmekte.

NOT:

1 - Ayakkabılarıma uzun don lastikleri takarak bumeranglı ayakkabılar imal ettim.

2 - Hepinizin yeni yılını Neo-L. Küreselleşmesiz olarak kutluyorum.






Immanuel Wallerstein
2008: Neo-liberal Küreselleşmenin Sonu
1 Şubat 2008
Çeviren: Açalya Temel

Neo-liberal küreselleşme ideolojisi 1980’lerin başından beri yükselişteydi. Aksi iddia edilse de, bu ideoloji modern dünya-sistemin tarihinde aslında yeni bir düşünce değildir. Dünyadaki hükümetlerin, dünya pazarında başarılı olma çabasındaki büyük, etkin işletmelerin yolundan çekilmesi gerektiği düşüncesi kadar eskidir. Bunun ilk politik sonucu, bu işletmelerin mal ve sermayeleri ile tüm sınırları serbestçe aşmalarına tüm hükümetlerin izin vermesi gerekliliğiydi. İkincisi, tüm hükümetlerin, üretken işletmelerin mülk sahibi olma rolünden sıyrılması ve ellerinde ne varsa özelleştirmesiydi. Üçüncüsü ise, yine tüm hükümetlerin toplumsal refaha yönelik transfer harcamalarını tamamen kaldırmasa da en aza indirmesiydi. Bu eski düşünce her zaman dönemsel olarak moda olagelmiştir.



1980’lerde bu düşünceler, tüm dünyada birçok ülkede üstün gelmekte olan ve bir o kadar eski Keynesyen ve/veya sosyalist görüşlere karşı görüş olarak önerildi. Bunlar [Keynesyen ve/veya sosyalist görüşler] ekonomilerin karma olması gerektiği (devlet artı özel girişim), hükümetlerin vatandaşlarını yabancı tekelvâri şirketlerin soygunculuğundan koruması gerektiği, hükümetlerin hali vakti yerinde olmayan sakinlerine yarar aktarımında bulunmasıyla (özellikle eğitim, sağlık ve gelir düzeylerinin yaşanabilir düzeyde tutulması) yaşam şansını eşitlemeye çalışması gerektiği yolundaydı. Bu da elbette daha iyi durumdakilerin ve şirketlerin vergilendirilmesini gerektiriyordu.



Neo-liberal küreselleşme programı, 1945 sonrasında başlayıp 1970’lerin başına dek devam eden ve Keynesyen ve/veya Sosyalist görüşlerin hakimiyetini destekleyen, küresel ölçekteki benzersiz büyümenin ardından tüm dünyada baş gösteren durgunluktan faydalandı. Kârlardaki bu durgunluk özellikle de Küresel Güney’de ve Sosyalist Blok denen ülkelerde olmak üzere çok sayıda ülkede ödemeler dengesi sorunlarına yol açtı. Neo-liberal karşı taarruzun başını çekenlerse Birleşik Devletler ve Büyük Britanya’nın sağcı hükümetleri (Reagan ve Thatcher) ve iki ana hükümetlerarası finans kurumu, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası idi. Bunların birleşimi, Washington Konsensüsü’nü yarattı ve güçlendirdi. Bu ortaklaşa politikanın sloganı Bayan Thatcher’ın icadıydı: TINA (“There is No alternative”; yani “Başka Alternatif Yok”) Bu slogan, tüm hükümetlere politika önerilerine uymaları gerektiği, aksi takdirde yavaş büyümeyle ve karşı karşıya gelebilecekleri herhangi bir güçlükte uluslararası yardım isteklerinin reddedilmesi ile cezalandırılabilecekleri mesajını vermek için tasarlanmıştı.
Washington Konsensüsü herkese yeniden ekonomik büyüme ve küresel durgunluktan çıkış yolu vaat ediyordu. Neo-liberal küreselleşmenin taraftarları politik olarak oldukça başarılıydı. Küresel Güney’de, Sosyalist Blok’ta ve güçlü Batı ülkelerinde hükümetler değiştikçe, özelleşen endüstriler sınırlarını ticarete ve malî işlemlere açtılar ve refah devletini küçülttüler. Sosyalist fikirler, hatta Keynesyen fikirler kamuoyunda itibar kaybetti ve politik elitler tarafından terk edildi. Bunun en dramatik sonuçları ise, eski Sovyetler Birliği ve Doğu ve Orta Avrupa’da Komünist rejimlerin çöküşü ve buna ilaveten halâ ismen Sosyalist olan Çin’de piyasa dostu politikaların benimsenmesi oldu.



Bu büyük politik başarının tek sorunu ekonomik başarıyla perçinlenememesiydi. Tüm dünyada endüstriyel işletmelerde yaşanan durgunluk devam etti. Hisse senedi piyasalarında yükselen dalga üretimden sağlanan kârlardan değil, spekülatif finansal manipülasyondan kaynaklanıyordu. Dünyada ve ülkeler dahilinde gelir dağılımı oldukça çarpıklaştı. Dünya nüfusunun en tepedeki yüzde 10’unun ve özellikle yüzde 1’inin gelirinde muazzam artış olurken geri kalanın reel gelirlerinde düşüş yaşandı.



Serbest “piyasa”nın zaferlerine ilişkin rüyadan 1990’ların ortalarına gelindiğinde uyanılmaya başlandı. Bunu çeşitli gelişmelerde görmek mümkün: birçok ülkede nispeten daha toplumsal refah odaklı hükümetlerin iktidara gelmesi, hükümetlerin korumacı politikalara geri dönmesinin yeniden talep edilmesi, özellikle emek hareketleri ve tarım işçileri örgütlerinin “başka bir dünya mümkün” sloganıyla alternatif küreselleşme hareketini tüm dünyada geliştirmesi gibi.
Bu politik tepki yavaş ama sağlam büyüdü. Bu sırada neo-liberal küreselleşmenin savunucuları bunda ısrar etmeye devam etmekle kalmadı, Bush rejimi vasıtasıyla baskılarını arttırdı. Bush hükümeti bunun yanında (üst gelir grubuna hitabeden vergi indirimleriyle) daha çarpık bir gelir dağılımını ve (Irak işgali ile) tek taraflı maçomilitarist bir dış politikayı teşvik etti. Bunu, ABD hazine bonolarını, dünya enerji arzını ve ucuz üretim tesislerini kontrol edenlere satmak yoluyla giriştiği fantastik bir borçlanma ile finanse etti.



Sadece borsa göstergelerine bakılacak olursa, kağıt üzerinde her şey iyi görünebilir. Ne var ki, patlamak zorunda olan bir süper-kredi balonu var. Irak işgali (artı Afganistan, artı Pakistan) büyük bir askeri ve politik fiyaskonun kanıtları. Birleşik Devletler’in ekonomik sağlamlığına duyulan güven doların radikal düşüşüyle sarsıldı. Dünya hisse senedi piyasaları da, balon patlamaya yaklaştıkça korkudan titriyor.



Öyleyse hükümetlerin ve halkların içine çekildiği politik sonuçlar nelerdir? Ufukta dört sonuç görünüyor. İlki, Dolar’ın dünyanın rezerv parası olma rolünün sona ermesidir ki, bu hem Birleşik Devletler hükümetinin hem de tüketicilerinin süper-borçlanma politikasının devamını olanaksız kılacaktır. İkincisi hem Küresel Kuzey hem de Küresel Güney’de yüksek dozda korumacılığa geri dönülmesidir. Üçüncüsü, batmakta olan işletmelere devletin el koyması ve Keynesyen önlemlerin uygulanmasıdır. Sonuncusu, toplumsal-refaha yönelik yeniden bölüşüm politikalarının geri dönüşüdür.



Politik denge geriye doğru bir salınım yapıyor. Bundan yaklaşık on yıl sonra neo-liberal küreselleşme, dünya-ekonominin tarihininde bir çevrimsel salınım olarak kaydedilecek. Asıl soru bu aşamanın sona erip ermediği değil, geriye doğru salınımın geçmişteki gibi, dünya-sistemde göreli bir denge durumunu tesis edip edemeyeceğidir. Yoksa çok fazla hasar mı oluştu? Yoksa bugün, dünya-ekonomide ve dolayısıyla bütün olarak dünya-sistemde daha vahşi bir kaosun mu ortasındayız?

*

Commentary No. 226, Feb. 1, 2008
"2008: The Demise of Neoliberal Globalization"
by Immanuel Wallerstein
The ideology of neoliberal globalization has been on a roll since the early 1980s. It was not in fact a new idea in the history of the modern world-system, although it claimed to be one. It was rather the very old idea that the governments of the world should get out of the way of large, efficient enterprises in their efforts to prevail in the world market. The first policy implication was that governments, all governments, should permit these corporations freely to cross every frontier with their goods and their capital. The second policy implication was that the governments, all governments, should renounce any role as owners themselves of these productive enterprises, privatizing whatever they own. And the third policy implication was that governments, all governments, should minimize, if not eliminate, any and all kinds of social welfare transfer payments to their populations. This old idea had always been cyclically in fashion.

In the 1980s, these ideas were proposed as a counterview to the equally old Keynesian and/or socialist views that had been prevailing in most countries around the world: that economies should be mixed (state plus private enterprises); that governments should protect their citizens from the depredations of foreign-owned quasi-monopolist corporations; and that governments should try to equalize life chances by transferring benefits to their less well-off residents (especially education, health, and lifetime guarantees of income levels), which required of course taxation of better-off residents and corporate enterprises.

The program of neoliberal globalization took advantage of the worldwide profit stagnation that began after a long period of unprecedented global expansion in the post-1945 period up to the beginning of the 1970s, which had encouraged the Keynesian and/or socialist views to dominate policy. The profit stagnation created balance-of-payments problems for a very large number of the world's governments, especially in the global South and the so-called socialist bloc of nations. The neoliberal counteroffensive was led by the right-wing governments of the United States and Great Britain (Reagan and Thatcher) plus the two main intergovernmental financial agencies - the International Monetary Fund and the World Bank, and these jointly created and enforced what came to be called the Washington Consensus. The slogan of this global joint policy was coined by Mrs. Thatcher: TINA, or There is No Alternative. The slogan was intended to convey to all governments that they had to fall in line with the policy recommendations, or they would be punished by slow growth and the refusal of international assistance in any difficulties they might face.

The Washington Consensus promised renewed economic growth to everyone and a way out of the global profit stagnation. Politically, the proponents of neoliberal globalization were highly successful. Government after government - in the global South, in the socialist bloc, and in the strong Western countries - privatized industries, opened their frontiers to trade and financial transactions, and cut back on the welfare state. Socialist ideas, even Keynesian ideas, were largely discredited in public opinion and renounced by political elites. The most dramatic visible consequence was the fall of the Communist regimes in east-central Europe and the former Soviet Union plus the adoption of a market-friendly policy by still-nominally socialist China.

The only problem with this great political success was that it was not matched by economic success. The profit stagnation in industrial enterprises worldwide continued. The surge upward of the stock markets everywhere was based not on productive profits but largely on speculative financial manipulations. The distribution of income worldwide and within countries became very skewed - a massive increase in the income of the top 10% and especially of the top 1% of the world's populations, but a decline in real income of much of the rest of the world's populations.

Disillusionment with the glories of an unrestrained "market" began to set in by the mid-1990s. This could be seen in many developments: the return to power of more social-welfare-oriented governments in many countries; the turn back to calling for government protectionist policies, especially by labor movements and organizations of rural workers; the worldwide growth of an alterglobalization movement whose slogan was "another world is possible."

This political reaction grew slowly but steadily. Meanwhile, the proponents of neoliberal globalization not only persisted but increased their pressure with the regime of George W. Bush. Bush's government pushed simultaneously more distorted income distribution (via very large tax cuts for the very well-off) and a foreign policy of unilateral macho militarism (the Iraq invasion). It financed this by a fantastic expansion of borrowing (indebtedness) via the sale of U.S. treasury bonds to the controllers of world energy supplies and low-cost production facilities.

It looked good on paper, if all one read were the figures on the stock markets. But it was a super-credit bubble that was bound to burst, and is now bursting. The Iraq invasion (plus Afghanistan plus Pakistan) are proving a great military and political fiasco. The economic solidity of the United States has been discredited, causing a radical fall in the dollar. And the stock markets of the world are trembling as they face the pricking of the bubble.

So what are the policy conclusions that governments and populations are drawing? There seem to be four in the offing. The first is the end of the role of the U.S. dollar as the reserve currency of the world, which renders impossible the continuance of the policy of super-indebtedness of both the government of the United States and its consumers. The second is the return to a high degree of protectionism, both in the global North and the global South. The third is the return of state acquisition of failing enterprises and the implementation of Keynesian measures. The last is the return of more social-welfare redistributive policies.

The political balance is swinging back. Neoliberal globalization will be written about ten years from now as a cyclical swing in the history of the capitalist world-economy. The real question is not whether this phase is over but whether the swing back will be able, as in the past, to restore a state of relative equilibrium in the world-system. Or has too much damage been done? And are we now in for more violent chaos in the world-economy and therefore in the world-system as a whole?

11 Aralık 2008 Perşembe

Yeni bir Marx mümkün mü?


Yeni bir Marx mümkün mü?


LUCIEN SEVE

Türkçesi: Pınar Mansur


Le Monde diplomatique Türkiye ilk Türkçe sayısında Marx'ı kapak yapıyor. Avrupalı sosyalist partilerin hor gördüğü ve üniversitelerin tedavülden kaldırdığı Marx şimdi yeniden ilgi görüyor.



(LMD Türkiye Ocak 2009 No. 1 Marx Geri Dönüyor yazısından bir bölüm)


Günümüzdeki krizin boyutları nereden kaynaklanıyor? Bu konuda yazılanların büyük bir kısmı sofistike finansal araçlardaki belirsizlik, para piyasalarının kendilerini düzenlemedeki güçsüzlükleri, zenginlerin fazla ahlaklı olmaması gibi nedenler öne sürüyor. Kısacası, “reel ekonomi” ile karşılaştırılarak “sanal ekonomi” adı verilen yürürlükteki tek sistemin zayıflıkları – önceleri sanal’ın da reel olduğunu iddiasını desteklemek için ölçümler yapılmıyormuş gibi – neden olarak gösteriliyor. Hatırlayalım, ilk risk sermayesi kredileri krizi milyonlarca Amerikalı ailenin mülk sahibi olmak için borçlanmaları sonucunda giderek yoksullaşmalarından doğmuştu. Her şeyden önce “sanal”ın dramının köklerinin “reel”de olduğunu kabul etmek gerekir. “Reel” ise dünya halklarının satın alma güçlerinin toplamından oluşmaktadır. Finansın şişirilmesinden oluşmuş spekülasyon balonu patlayınca, sermaye, çalışarak yaratılmış zenginliği küresel çapta gasp etti. Ücretlere on puandan fazla korkunç bir düşüş olarak yansıyan bu dengesizlik, çalışanların çeyrek asırdır kemer sıkarak edindikleri birikimlerinin neo-liberal dogmalar uğruna ciddi bir oranda erimesine neden oldu. Finansal düzenlemelerin yetersizliği, idari sorumluluk eksikliği ve borsa ahlakından yoksunluk tabii ki krizin nedenlerindendir, fakat tabuları zorlayabilirsek daha derine inebiliriz. Kıskançlıkla korunan, kendi içinde şüphe götürmez bir sistem dogmasını sorgulayabilir, Marx’ın “kapitalist birikimin genel kanunu” olarak adlandırdığı genel nedenler üzerine düşünebiliriz. Marx, üretimin sosyal şartları kapitalist sınıfın özel mülkiyetinde olduğu zaman “üretimi geliştirmeyi amaçlayan tüm araçların üreticinin üzerinde hâkimiyet kurma ve sömürme araçlarına dönüştüklerini” iddia etmişti.
Mülkiyet sahiplerinin zenginliği gasp etmesi, kendisiyle beslenen ve giderek çığırından çıkan bir sermaye birikimi döngüsü sonucunu doğurdu. “Bir kutupta zenginliğin birikimi” karşı kutupta “oransal bir sefaletin birikimi”ne neden oldu. Şiddetli ticari krizler ve banka krizleri bu karşıtlıktan doğdu.(4) Bugün yaşadıklarımız da bunun bir örneğidir. Kriz kredi piyasalarından doğmuş olabilir, ama yıkıcı gücünü üretim üzerine etkisinden almaktadır. İşgücü ve sermaye arasında katma değerin eşitsiz paylaşımı devam etmiş, tatlısu sendikalizmi bu büyük kargaşayı engelleyememiş ve Marx’a ölü muamelesi yapan sosyal demokrat sol bütün bunlara seyirci kalmıştır. Bütün bunlar göz önüne alındığında, daha dün liberalizmin geçerliliğine yönelik en ufak bir şüpheyi kınamayla karşılayan siyasetçilerin, yöneticilerin ve ideologların kriz için önerdikleri sermayenin “ahlaklılaştırılması”, finansın “düzenlenmesi” gibi çözümlerin ne denli değer taşıdıkları tahmin edilebilir.
Sermayenin “ahlaklılaştırılması” kara mizah ödülünü hak eden bir slogandır. Eğer kerameti kendinden menkul tüm liberal rejimleri ortadan kaldıracak önlemler sıralansaydı ahlak gerçekten ilk sırayı alırdı. Ahlaksız bir verimlilik anlayışı ile “kötü para iyi parayı kovar” düsturu da peşinden sıralanırdı. “Etik” çekince sadece reklam amaçlıdır. Marx, Kapital’in önsözünde tam da bu sorunun analizine girmektedir. Kârın tek kriter olduğu bir sistemi “yeniden kurmak” için sağa sola birkaç tokat atmanın kesinlikle yetmeyeceğini Marx “Kapitalist ve arazi sahibi karakterlerini toz pembe çizmiyorum.” ama “Benim bakış açıma göre toplumun gelişimi kadar ekonomik yapılanma da doğal tarihin bir sürecidir ve birey toplumsal bir sonucu olduğu ilişkilerden sorumlu tutulamaz.” sözleriyle belirtmişti.
Ahlaki konulara duyarsız kalmak gerektiği için değil, tam tersine, ciddiye alındığı taktirde bu problem serseri patronların suç işlemelerinden, uçuk tüccarların tutarsızlıklarından ya da altın paraşütlerin uygunsuzluğundan çok daha farklı bir düzeydedir. Bu bağlamda, kapitalizmin savunulamazlığı tekil insan davranışlarının çok üzerinde bir nedene, kendi prensiplerine dayanır. Zenginlikleri yaratan insan etkinliği mal statüsündedir ve dolayısıyla kendi içinde bir amaç olarak değil sadece bir araç olarak değerlendirilir. Sistemin ahlakdışılığının daimi kaynağını burada görmek için Kant’ı okumuş olmak gerekmez.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Önemsizlik Insignificance


Insignificance
Kaydadeğmezlik, Manasızlık, Önemsizlik

Sevgili SineOdacılar ve Fikir yongalamacılar,

Yıl 1953.

Farzedin Albert Einstein, Marilyn Monroe, Joe DiMaggio ve Senatör Joe McCarthy New York’da bir otel odasında buluşuyorlar.

Ne olurdu?

Ünlü yönetmen Nicolas Roeg’un unutulmaz filmi Insignificance’dan(1985) söz ediyorum.

http://www.dvdbeaver.com/film/DVDReviews24/insignificance.htm

5 Aralık Cuma günü herzamanki yerimizde saat 20.30’da. (19.30’dan itibaren gelinebilir)

Bu film SineOda ve Fikir Yongalama Kulübü’nün 2008 yılındaki son etkinliği olacak.

Hepinizin Kurban bayramını ve yeni yılını candan kutluyorum. Her şey gönlünüzün kalıbıyla şekillensin.

Görüşmek üzere.

Sadık Yemni

16 Kasım 2008 Pazar

Neo Obama ve UFO'ların kuracağı yeni düzen


Sevgili Fikir Yongalamacılar ve SineODA Sakinleri,


14 Kasım akşamı Zeki Demirkubuz’un Kader filmini izleyerek bir test etkinliği gerçekleştirdik.

Film kulübümüz SineODA, 22 Kasım Cuma akşamı 20.00’de ünlü İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun Queimada(Yangın ya da Türkçe başlığıyla İsyan) adlı filmiyle açılış yapıyor.

22 Kasım Cuma akşamı en yeni dünya düzenini gözden geçirmek için Neo-Obama ve UFO’lar yeni dünya düzeni mi kuracak? başlıklı bir fikir yongalama etkinliği yapılacak.

Program şöyle:

19.30 – 20.00 Ön sohbet
20.00 – 21.00 Fikir Yongalama Etkinliği
21.15 – 23.00 Film izleme
23.00 - ..... Sohbet

Selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni

*

Neo-Obama ve UFO’lar yeni dünya düzeni mi kuracak? konusu aşağıda dikkatinize sunduğum 3 makalenin desteğiyle işlenecek.


'Dünyaya diz çöktürecek' olay!
İbrahim Karagül



Dünya genelinde bir çok liderler, ülke temsilcileri, sanki sözleşmiş gibi, “birkaç ay içinde dünyayı sarsacak bir gelişme olacağı”nı söylerse ne düşünürüz? Hem de bu açıklamalar üç gün içinde ardı ardına yapılıyorsa..
Sözü edilen tehlike, kendi ifadelerine göre, o kadar büyük ki, 11 Eylül saldırılarını gölgede bırakacak. Dünyası sarsacak. Dünya düzenini kökten değiştirecek kadar etkili olacak. Ve bu büyük ihtimalle nükleer bir saldırı olacak.
Avustralya Başbakanı böyle diyor. Aynı şekilde dünya başkentlerinden ardı ardına benzer açıklamalar geliyor. Bazıları bunu “yeni bir 11 Eylül saldırısı” olarak nitelerken, açıklamaların çoğunda kullanılan cümleler çok daha ürkütücü. Bizzat Obama'nın kendisi, McCain, Cheney, Bush, emekli Donald Rumsfeld ve daha niceleri böyle bir saldırı beklediklerine ilişkin açıklamalar zaten yapmışlardı. “Amerika'nın yeni bir 11 Eylül'e ihtiyacı var. Çünkü düşmanı unuttular. Amerikan halkını birleştirmek için bu gerekli” kanaatini açıkça ifade edenler vardı. Ama biz bunları, gelenek haline gelen abartılı paranoyanın sonucu olarak gördük.
Bu seferkiler biraz başka. Şöyle:
İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un Güvenlik danışmanı Lord West, “Yeni ve büyük bir hazırlık yapılıyor. Tehdit çok büyük. Önlem amacıyla yapabildiğimiz her şeyi yaptık. Ama tehdit büyümeye devam ediyor” diyor.
Avustralya Başbakanı Kevin Rud: “Nükleer felaketten” söz ediyor ve tehlikenin büyüklüğünün yanında diğer tehditlerin “önemsiz” kalacağını söylüyor.
ABD Dışişleri eski Bakanı Colin Powell: Aynı tehdide işaret eden sözler söylüyor: 21-22 Ocak tarihini işaret eden Powell, yine de tehdidin niteliği hakkında çok şey bilmediklerini söylüyor.
Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner: Bu açıklamalardan önce, “İran nükleer silah yapma aşamasına gelmeden önce İsrail'in bu ülkeyi vuracağı”nı söylemişti.
ABD Dışişleri eski Bakana Madeline Albright: Obama'nın Beyaz Saray'a oturmasıyla yani önümüzdeki aylarda çok ciddi bir uluslararası krizin çıkacağını söyledi.
Obama'nın Başkan Yardımcısı Joseph Biden'ın o ünlü sözlerini buraya özellikle eklemek gerekiyor. Çünkü sözü edilen tehditle ilgili en sarih ifadeleri o sarfetti.
“Hazırlıkları yapılan krizin önümüzdeki altı ay içinde ortaya çıkacağını” iddia eden Biden, “işte o zaman Obama'nın toplumsal liderlere ihtiyacı olacağını, işte o zaman Amerikan halkının kabullenemeyeceği kararlar almak zorunda kalacağını, toplum önderlerin kitleleri yatıştırmasına ihtiyaç duyulacağını” vurguluyor.
Zbigniew Brzezinsky de aynı iddiaları içeren sözleri tekrarlıyor.
Açıklamalar sanki bir koordinasyon çerçevesinde yapıldı izlenimini uyandırıyor. Neden hepsi aynı zamanda benzer açıklamalar yaptı? Nükleer içerikli olacağı öne sürülen bu büyük tehdit ne? Yoksa kitleler, hükümetler tarafından endişe verici gelişmeler için mi hazırlanıyor?
Başka iddialar da var. Şöyle:
En tehlikeli dönem Obama'nın ilk yılı olacak. Tıpkı Bush gibi. Bush, ilk yılında 11 Eylül saldırısıyla yüzleşti. Bu krizi kullandı. İşgaller ve savaşlar geldi. Önleyici saldırı adı altında küresel düzeyde askeri müdahaleler başladı.
Elitler, Obama'nın ilk yılında ekonomik krizi belki de bu amaçla kullanacak. Yeni ABD Başkanı'nın Beyaz Saray'a yerleşmesinden sonraki üç ay içinde sözü edilen tehdidin ortaya çıkacağı söyleniyor. Biz “ortaya çıkacak” diyoruz, belki de buna “uygulanacak” desek daha doğru olacak.
Terör saldırısı ya da nükleer saldırı.. Dünya düzenini sarsacak gelişme sadece bu saldırı olamaz. Sözü edilen büyük tehdit, elitlerin yeni dünya devleti kurmak için en önemli gerekçeleri olacak. Bu yüzden “büyük olay”ın bir plan olabileceği akla geliyor.
Daha şimdiden “tek para”, “tek merkez bankası” ve “tek dünya devleti” ifadeleri kullanılmaya başlandı. Önümüzdeki hafta yapılacak G-20 toplantısının bu sürecin kapılarını açacağı söyleniyor. Bazıları yeni dönemde ABD'nin “egemenliğinin” sorgulanacağını söylüyor.
Yeni Para Sistemi kurulacak: Dünyayı para ile kontrol edenler askeri olarak da kontrol etmeye başlayacak.
Dünya Merkez Bankası kurulacak. Bütün ekonomik sistem bu merkezden kontrol edilecek. Sadece para değil, kaynakları da belli bir merkezden kontrol edilecek.
Tek Devlet: Yeni ekonomik düzene bağlı olarak küresel iktidar da tek merkezden kontrol edilecek.
ABD'nin, Batı'nın istediği bu. Krize çözüm bulmak yerine krizi küresel hegemonya için gerekçe olarak kullanmaya çalışıyorlar. Dünya çok başkentli bir düzene doğru ilerlerken, siyasi ve ekonomik merkezlerin sayısı çoğalırken Batı'nın bu arayışı hiç de iyiye işaret değil.
Rüzgarı tersine çevirmek için tek yol var: Dünyayı sarsacak bir ani gelişme. Terör saldırısı mı olur, nükleer saldırı mı olur, bilmiyoruz. Yukarıya aldığım uyarılar işte bu gelişmenin habercisi olabilir.
Ekonomik krizin finans sektörünü aşıp reel ekonomiyi vurmaya başladığı, ABD'nin gururu olan sembol şirketlerin batmaya başladığı bir dönemde olduğumuzu hatırlayalım. Yukarıdaki büyük tehdide biraz böyle bakalım. Daha önce bu köşede yer alan “olağanüstü hal”e ilişkin cümleleri de hatırlayalım.
Ben, gerçekten, “olağan dışı bir dönem”de olduğumuzu hissediyorum…
*

Beyaz Saray: Siyah mı Yeşil mi? Yeni enerji Türk bilim kadınında!
13 Kasım 2008


Dün Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül, "Dünyaya diz çöktürecek' olay!" başlığıyla kaleme aldığı yazısında, ilginç bir derleme yaptı. Bu derleme; dünya genelinde bir çok lider ve temsilcinin 'birkaç ay içinde dünyayı sarsacak bir gelişme olacağı'na ilişkin sözlerine dayanıyor.
İddiaya göre tehlike o kadar büyük ki, 11 Eylül saldırılarını gölgede bırakacak. Dünyası sarsacak. Dünya düzenini kökten değiştirecek kadar etkili olacak.
Bu sözlere hızla ve kısaca bir göz atıp sonra devam edelim.
"Bizzat Obama'nın kendisi, McCain, Cheney, Bush, emekli Donald Rumsfeld ve daha niceleri böyle bir saldırı beklediklerine ilişkin açıklamalar zaten yapmışlardı. 'Amerika'nın yeni bir 11 Eylül'e ihtiyacı var. Çünkü düşmanı unuttular. Amerikan halkını birleştirmek için bu gerekli' kanaatini açıkça ifade edenler vardı.
İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un Güvenlik danışmanı Lord West, “Yeni ve büyük bir hazırlık yapılıyor. Tehdit çok büyük. Önlem amacıyla yapabildiğimiz her şeyi yaptık. Ama tehdit büyümeye devam ediyor” diyor.
Avustralya Başbakanı Kevin Rud: “Nükleer felaketten” söz ediyor ve tehlikenin büyüklüğünün yanında diğer tehditlerin “önemsiz” kalacağını söylüyor.
ABD Dışişleri eski Bakanı Colin Powell: Aynı tehdide işaret eden sözler söylüyor: 21-22 Ocak tarihini işaret eden Powell, yine de tehdidin niteliği hakkında çok şey bilmediklerini söylüyor.
Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner: Bu açıklamalardan önce, “İran nükleer silah yapma aşamasına gelmeden önce İsrail'in bu ülkeyi vuracağı”nı söylemişti.
ABD Dışişleri eski Bakana Madeline Albright: Obama'nın Beyaz Saray'a oturmasıyla yani önümüzdeki aylarda çok ciddi bir uluslararası krizin çıkacağını söyledi.
Obama'nın Başkan Yardımcısı Joseph Biden'ın o ünlü sözlerini buraya özellikle eklemek gerekiyor. Çünkü sözü edilen tehditle ilgili en sarih ifadeleri o sarfetti.
“Hazırlıkları yapılan krizin önümüzdeki altı ay içinde ortaya çıkacağını” iddia eden Biden, “işte o zaman Obama'nın toplumsal liderlere ihtiyacı olacağını, işte o zaman Amerikan halkının kabullenemeyeceği kararlar almak zorunda kalacağını, toplum önderlerin kitleleri yatıştırmasına ihtiyaç duyulacağını” vurguluyor.
Zbigniew Brzezinsky de aynı iddiaları içeren sözleri tekrarlıyor.
Açıklamalar sanki bir koordinasyon çerçevesinde yapıldı izlenimini uyandırıyor. Neden hepsi aynı zamanda benzer açıklamalar yaptı? Bu büyük tehdit ne? Yoksa kitleler, hükümetler tarafından endişe verici gelişmeler için mi hazırlanıyor?
En tehlikeli dönem Obama'nın ilk yılı olacak. Tıpkı Bush gibi. Bush, ilk yılında 11 Eylül saldırısıyla yüzleşti. Bu krizi kullandı. İşgaller ve savaşlar geldi. Önleyici saldırı adı altında küresel düzeyde askeri müdahaleler başladı."
Karagül'ün uzunca yazısının içinden çektiğimiz iddialar böyle. Yazar, tehlikenin ne olduğunu yazısının sonuda küresel politika mahreçli olarak açıklıyor. Biz devam edelim.
Reelpolitik nasıl işler?..
Esasen Barack Obama'nın Beyaz Saray'da oturmaya hak kazanmasından önce de, bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde, önümüzdeki 6-8 ayın içinde uluslararası bir krizin çıkacağı tezi ifade edilmişti. Ancak bu tasarımın dayandığı nokta, Rusya'nın daha doğrusu Sovyetler Birliği'nin bir geleneğinden kaynaklanıyor.
Bu konuyla ilgili olarak iyibilgi de bir haber oluşturmuş; Rusya'nın geleneksel olarak her yeni başkanı tarttığını yazmıştı. Obama örneğinde bu vakanın gerçekleşmesi ihtimali daha fazlaydı. Çünkü, Obama'nın ABD ve dünyayı gerçekten kontrol edip etmediği, edip edemeyeceği görülmek istenebilirdi.
Moskova daha önce de bu yolu kullanmış, her yeni başkan geldiğinde suni sayılabilecek krizlerle Beyaz Saray'ı sınamış, aldığı reaksiyona göre de yakın ve orta vadeli stratejiler oluşturmuştu.
İşte, eğer Obama dönemi hem ABD hem de küresel denklemler açısından "yeni bir dünya düzeni" kurulması ise, Başkan'ın bu sınavdan geçmesi gerekiyordu. Kriz tezi buna dayanıyordu ve aslında Karagül'ün alıntıladığı isimler içinde bu örneğe gönderme yapan açıklamalar da var.
Meselenin "standartlara oturmuş", uluslararası politika disiplini açısından okuması bu. Ancak bu sefer bir fark var.
Küresel şaşkınlık ve global birlik?!
Fark, biraz üsluplardan geliyor ama ifade biçimleri arasındaki farkı, söyleyenlerin kimliğine bakarak küçümseyemeyiz. "Bu sefer biraz sert ve heyecanlı konuşmuşlar" gibi bir açıklama durumu izah etmiyor. Esasen dünya sistemi de böyle işlemiyor.
Tüm bu ikaz dolu açıklamaların temel tınısı, bugüne kadar görülmedik, şaşkınlık yaratacak, uluslararası ortaklık yaratacak bir yeni gelişmenin olacağı biçiminde. Bu elbette önemli. Ardından gelen soru da gayet doğal olarak: Bu nedir?
Olağanüstü/olağandışı gelişme ne? "Paranormal" sayabiliriz. Tıpkı Karagül gibi, bir "gariplik" olacağını sezenlerin "köşesinden" hissettikleri gelişme, global bir birlik oluşturma ve bunun dünyayı yeni bir düzende yönetmesi mi, Obama ruhuna uygun olarak dünyanın bir araya gelmesi mi? Öyle ise neye karşı?
Hayli tartışmalı bir mesele! Şimdi bakış açımızı kaydıralım. Yukarı doğru.
2008 sıkıntılarının gölgesinde kalan?
İstisnasız dünyanın bütün medya kuruluşlarının fark ettiği, fark edince yayınlarında "nispi" olarak yer verdiği "seri" gelişmeler bulunuyor. Bunlar günlük krizlerin, savaşların, tartışmaların veya ülkelerin sıkıntılarının dışında.
Denebilir ki, bu "seri" gelişmelerin" ortak noktası "yabancı yaşam formları" ile ilgili, daha açık yazalım, UFO ve uzaylılar ile ilgili yeni olaylar. Şimdi unuttuğumuz bu olayları yine kısaca bir anımsayalım.
Paranormal aktivitelerle ilgili gelişmelerin başını 2008 yılında İngiltere çekti. Londra hükümeti, hem savunma hem de istihbarat birimlerinin geçmiş yıllarda yaşanmış, kayıtlara geçmiş resmi belgelerini kamuoyuna açtı.
Bu dosyalarda UFO ve yabancı varlıkların dünyamızı ziyaretine ilişkin sayısız örnek, tanık ve resmi kaynakların resim, görüntü ve çizimleri ile yorumları bulunuyordu. İngiltere ardı sıra bu açıklamaları yaptı ve dünyaya sundu. Ek olarak Kanada hükümeti de bizzat Başbakan yardımcısının ağzından UFO'ların varlığını kabul etti.
Aynı konu üzerinde ciddiye alınması gereken en kritik gelişme Vatikan'da oldu. Vatikan Kardinaller Kurulu, resmi olarak UFO'ların yani uzaylıların varlığını kabul etti, tanıdı. Bu tanıma, Papa'dan habersiz ve izinsiz olamayacağı gibi, dini fenomenler konusunda uzman olan Josehp Ratzinger'in (bugünkü Papa) dönemine denk gelmiş olması da manidar sayılmalı.
Muhafazakar kimliği ile bilinen Vatikan-ki yıllar içinde dünyanın yuvarlak olduğuna bile direnmişti-açıklamasına tek bir ek yaptı. Bu varlıklar Tanrı'nın kullarıydı! Makul. Neticede tüm bunlarla beraber, bu dönemde uzaylı ve UFO vakalarında kayda değer bir artışın olduğu biliniyor.


Uzaylılar dosyasında Türkiye'nin rolü?
Eğer uzaylılar ve UFO konusu bir fenomen ise-herhalde bunda bir tartışma yok-resmi kayıtlara geçen en ciddi vakalardan biri 2008 yılı içinde Türkiye'de yaşandı. Aslında bu konuyu da meraklıları dışında fark eden pek olmadı, olduysa da üzerinde ziyadesiyle durulmadı.
Yine İngiltere'de yapılan bir UFOloji konferansında Türkler, buraya dikkat, "yabancı yaşam formlarını, yani uzaylı varlıkları ilk kez görüntüleyen bir malzemeyi sundu". Büyük ilgi gördü ve İngiliz televizyonları bu çekimleri flash haber olarak aynen yayınladı.
Son olarak bu görüntüler dün akşam (12 Kasım 2008) HaberTürk kanalında çekimi yapanların da katılımıyla kamuoyuna yansıtıldı. Beyanlarına göre-ki çekimler yayınlandı-varlıkların gözleri seçilecek kadar açık görüntüler elde edildi. (Meraklıları siriusufo.org adresinden bilgilenebilir.)
Bu tür görüntü ve iddialar üzerinde yapılan, "gerçektir değildir" tartışmaları da bir fenomen sayılabilir. Ancak bu görüntüler çeşitli ülkelerin laboratuarlarına gönderilerek kontrol edildi ve orijinal olup herhangi bir oynama olmadığı tespit edildi. Keza TÜBİTAK bunların UFO olduğunu açıkladı.
Ancak tam bir derya olan bu konu şu anki çalışmamızın konusu değil. Bu tartışmaların ne kadar uzayabileceği, bin türlü yorumunun olabileceği herkes tarafından zaten biliniyor.

Enerji! Yenisi ve bizdeki?

Burada gerçekten ilginç ve belki UFO'lardan bile garip bir başka gelişmeye dikkat çekmek istiyoruz. Bu nokta hayli ıskalandı. Gerçek: dünyadaki tüm ülkelerin ana açmazı enerji konusu. Tüm çatışma, savaş ve denklemler bunun üzerine kuruluyor.
Ama çözülecek gibi de değil. Bu en küçük ülkeler için de böyle en güçlü ülkeler için de-hatta daha çok-böyle. Obama'nın ana sorunu da bu olacak. Ama şimdi, bir yandan Obama'nın kişiliğinde sembolleşen bir yandan küresel krizle zemini hazırlanan yeni bir dünya düzeni söz konusu.
Ve öyle ise yeni bir enerjiden bahsetmek gerekmiyor mu? Atlanan konu o ki, önümüzdeki dönemde kırılma yaratacak bir kriz bekleyenler aynı zamanda yeni bir tür enerji kaynağının ortaya çıkacağını dillendiriyor. Bu her açıdan önemli.
Bunu yazıyor ve söylüyorlar ama nerede ve nasıl henüz belli değil. Ama beklenen kadastrof kadar aynı oranda bekleniyor ve olursa, dünyadaki tüm dengeleri değiştireceği zaten aşikar. Enerji konusu dendiğinden ikinci nokta ise Türkiye.
Türkiye uzun zamandır enerji meselesinin odağında ve küresel bir vana olmaya çalışırken, doğu-batı ekseninde enerjinin stratejik yolu olmaya didiniyor. Yeni enerji başta Rusya ve Ortadoğu olmak üzere bölgenin tüm dengelerini alt-üst edebilir.
Ama bu aynı zamanda Ankara'nın planlarını da bozabilir. Bir istisna ile! Eğer o yeni enerji kaynağı Türkiye üzerinden ivmelenmezse!
Bu sorunun yanıtını da yine belki uzaylılardan almak gerekebilir! Çünkü büyük iddia şudur ki; şu an Türkiye'de bulunan ve bir Türk olan kadın bir fizik bilimci yeni enerji kaynağı konusunda "onlarla" konuşuyor! Açıklanacak mı? Evet. Ama biraz daha zaman gerekiyormuş!
Bu gerçekten mümkün mü? Bu tür konularda hep aynı yanıtı alacağımız kesin. İsten inanın ister inanmayın!



Tüm dünyayı korkutan kâhin!
09 Kasım 2008

Tüm gözler onun kehanetlerine çevrildi. Obama'dan sonra kehanetleri ün saldı. Peki dünyayı neler bekliyor?


ABD'ye 11 Eylül 2001'deki terör saldırısını 12 yıl öncesinden bilen Bulgar kâhin Vanga ölümünden iki yıl önce "Rusya bir gün dünyaya hâkim olacak" demişti.
11 Eylül saldırıları, Kursk faciası, ve Rusya’nın Gürcistan’ı işgal edeceğini bilen Baba Vanga Amerika’ya dair şu kehanetlerde bulundu:
“Amerika Birleşik Devletleri’nin 44’üncü başkanı (Yani George Bush’tan sonraki başkan) siyah olacak. Bu Amerika’nın göreceği son lider olacak. Çünkü siyahi liderin göreve gelmesinden kısa bir süre sonra ülke büyük bir ekonomik krize girecek.
Kuzey ve güney eyaletler arasında anlaşmazlık çıkacak. Endonezya karışacak. Tüm bunlar Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatacak... Üçüncü Dünya Savaşı’nda ilk kez atom bombası kullanılacak.
BİRÇOK ŞEYİ BİLMİŞTİ
Hayattayken kehanetleri Bulgar hükümeti tarafından kaleme alınarak saklanan Baba Vanga’nın kehanetlerinin yüzde 80’i doğru çıktı. 1989’da Rus televizyonuna “İki çelik kuş kulelere çarpacak gökyüzü aydınlanacak, (11 Eylül saldırıları) Kursk (2000 yılında 118 Rus askerine mezar olan denizaltının adı) su altında kalacak bütün dünya arkasından ağlayacak, dedi. Kahin 1994 yılında da ” Vladimir’in zaferi dünyada herşeyi eritecek. (Gürcistan savaşı). İklimler değişecek (küresel ısınma). Rusya ayakta kalacak ve dünyaya hakim olacak” demişti.
BUNDAN SONRAKİ YILLAR İÇİN KEHANETLERİ
2008 - 4 ülkenin 4 devlet başkanına suikast girişiminde bulunulacak. Bu 3. Dünya Savaşı'nın başlama sebeplerinden biri olacak.
2010 - 3. Dünya Savaşı Kasım 2010'da başlayacak ve 2014'e kadar sürecek.
2011 - Radyoaktif dalgaların yoğunlaşması nedeniyle hayvan ve bitkiler yok olma noktasına gelecek. Müslüman ülkeler kimyasal savaşla Avrupalıları yok edecek.
2014 - İnsanlığın yarısı kanserle boğuşacak.
2016 -Avrupa'nın nüfusu azalacak
2018 - Dünyanın yeni hakimi Çin olacak. Çin ekonomik olarak güçlenecek.
2043 - Müslüman bir devlet yeniden Avrupa'nın tek hükümdarı olacak.
2046 - Tedavi edilmeyecek organ kalmayacak. Hastalıklı organın yerine yenisi yapılacak.
2076 - Bütün dünyada "sınıfsız" komünizm sistemi yerleşecek.
2088 - Bütün hastalıklar bir kaç saniyede tedavi edilecek.
2097 - Çabuk yaşlanmanın önüne geçilecek.
2167 - Yeni bir din
2304 - Ay'ın sırrı, gizemi çözülecek.
3797 - End of the world - Dünyanın sonu... Başka bir gezegende insan yapımı yeni bir hayat başlayacak.

2 Kasım 2008 Pazar

S. Zizek: Kaybolan Leydiler ve SineODA - Queimada


Sevgili Fikir Yongalamacılar
ve
Sevgili SineODA Sakinleri,

Oda etkinlikleri giderek çeşitleniyor. Film kulübümüz SineODA, 7 Kasım Cuma akşamı saat 20.00’de ünlü İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun Queimada(Yangın ya da Türkçe başlığıyla İsyan) adlı filmiyle açılış yapıyor. Temmuz, Ağustos ve özel tatil günleri dışında cuma akşamları her hafta bir film göstermeyi planlamaktayız yazmıştım bir önceki Sinenamemde.

3. yılda önemli bir değişiklik yapıyoruz.

Fikir Yongalama toplantıları ile sineODA etkinlikleri birleşiyor.

Bundan böyle:

Artık cumartesileri yerine Cuma akşamları 19.30’da aynı yerde buluşulacak.

Filokafe etkinliği yine ayda iki kez yapılacak ve ardından film seyredilecek. Böylece film ve konulu toplantılar füzyona uğruyor.

İlk film gösterimiz bu nedenle 14 Kasım Cuma akşamına alındı.

3. yılın ilk Fikir Yongalama toplantısı da o akşam yapılacak.

Konu:
Kaybolan Leydiler ‘Kadın yoktur’
Daha önce politik ve felsefi düşünceleriyle tanıştığımız S. Zizek’in ünlü Hitchcock filmlerindeki kadın karakterleri işleyen bir makalesini tartışacağız.

Ardından da film izleyeceğiz.

Program şöyle:
19.30 - 20.45 – Kaybolan Leydiler
21.00 – 22.45 - Film - Quiemada

Bilgi için daima http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com adresine başvurabilirsiniz.

İletişim ile ilgili bir NOT: Bazı arkadaşlarımız uzaklık ve iş saatleri nedeniyle toplantılarımıza katılamıyorlar. Bizden bildirilerimizi sürekli yollamamızı rica ettiler. Bunun dışında kalıp uzun süre ses seda çıkarmayanların bu benden alacağı son bildiri. Yukarıdaki blog adresi sürekli güncel tutulduğu için oraya her zaman başvurulabilir.

SineODA’nın ve Fikir Yongalamanın zihinsel ve görsel buluşma akşamlarına bekliyoruz.

Selamlar ve sevgiler.

Sadık Yemni



Kasım ayının programı şöyle uyarlandı:

14 Kasım Cuma 20.00’de Quiemada(1969) – Gillo Pontecorvo


21 Kasım Cuma 20.00’de Kader(2006) – Zeki Demirkubuz


28 Kasım Cuma 20.00’de The Conformist(1970) – Bernardo Bertolucci